bianet'ten Emine Özcan, Tuzla tersanelerinde çalışan işçilerle birlikteydi. Dizinin sonraki yazısını okumak için tıklayın.
Haydarpaşa-Gebze hattı üzerinde Pendik'le Tuzla arasında, bir "gemi" banliyö treninin penceresine sığabilecek kadar küçük görünüyor, insanın kendini içinde hayal edip romantik bir uzaklık hissine kaptırmasını sağlayacak kadar küçük...
Dün (14 Şubat) bianet Tuzla tersanelerindeydi. Tersanelerde ne gemiler uzaktan göründükleri kadar küçük ne de ölüm olması gerektiği gibi sıradışıydı.
Tersane işverenleri gazetecilerin tersanelere girmesini engelliyor. İşçilerle ancak tersane dışında görüşebiliyoruz.
"Cevat öldü geride kalanları ne yapacak? "
Saat 12:00 ile 14:00 arası tersane işçileri yemek için paydos veriyor ama sadece yarım saatliğine. Zira sabah 8:30'da başlayıp akşam 17:30'da o gün için teslim etmeleri gereken işleri var, teslim edemezlerse taşeron patronları "arazi" oldukları gerekçesiyle yevmiyelerinden kesiyor.
O nedenle ilk gördüğümüz işçiye çabucak soruyoruz, tersanedeki çalışma koşullarını, işçi ölümlerini...
Birisi önce "Doğudan ucuz çalıştırmak için iş bilmeyen çocukları getiriyorlar" diyor. Çay ocağına geçiyoruz. Başta kimse konuşmak istemiyor, çünkü yemeklerini yiyip işe dönmeleri gerek. Arada "sigortamız yok", "Günde 10 saat çalışıyoruz" gibi kısa, keskin cümleler söyleyip aceleyle çaylarını bitirmeden kalkıyorlar.
31 yaşındaki Fatih yemeğinden feragat edip anlatıyor, 20 senedir tersane işçiliği yapıyor, yani 11 yaşından beri. Şimdilerde çocuk işçi sayısı epey azalmış. Eskinin çocuk işçisi Fatih ilkokul mezunu, kaynakçı. Sigortasız çalışıyormuş. "Mecburiyetten bu işi yapıyoruz" diyor. En son 12 Şubat'ta ölen işçi Cevat Toy için "Üzüldük, belki de çocukları vardır. Şimdi geride kalanlara ne olacak?" diye soruyor.
"Eşin doğumdan sonra kaç gün yatacak, sigortanı ona göre yatırayım"
Sonunda o gün izinli olan ve işyerine uğrayan bir işçiye rastlıyoruz. Demir, anlatmaya başlıyor:
"Beş senedir tersanelerde çalışıyorum. Can güvenliğini sağlayacak malzememiz yok. Boyacıyım. Tabancayla boya atıyorum, tabancanın emniyeti yok ve kendimi vurmam an meselesi. Sigorta primlerini çalıştığım gün sayısı kadar asla yatırmıyorlar. İnternet'ten baktım dün, geçen ay sadece beş gün yatırmışlar. Eşim doğum yaptı. Bir aylık çocuğum var. Patron 'eşin ne kadar yatacak, ona göre sigortanı yatırayım' diyor, lütfediyor. Halbuki bu benim hakkım. 30 YTL yevmiye alıyorum. Dört nüfus geçindiriyorum."
Ölüm parası peşin
Demir'e de işçi ölümlerini soruyoruz, "Bunlar bilinenler" diyor ve bilinmeyenleri anlatıyor:
"İşçiler aynı geminin tankında, iskelesinde, atölyesinde çalışıp da birbirlerini iş yetiştirme telaşıyla tanıyamayabiliyorlar. Bir gün bakıyorsunuz iskeleden birisi düşmüş, onu sedyeyle ambulans çağırarak değil, işyerinin kendi aracıyla hastaneye götürüyorlar. Sonra da gelip 'Verilmiş sadakamız varmış, birkaç gün yatıp gelecek' diyorlar. Ailesini adını, sanını bilmediğimizden akıbetini öğrenemiyoruz. Zaten bir daha göremiyoruz ve bu ayda iki ya da üç kez oluyor.
"Ölümler sanıldığından da fazla, gizliyorlar. Yani ne ölümler ne kazalar kayda geçiyor. Zaten armatörler taşeronla anlaşma yaparken işçilerin, malzemenin ve diğer masrafların yanında en az üç işçinin ölebileceğini de hesaplayarak 'ölüm parasını' da veriyorlar. Yani baştan işçilerin canını gözden çıkarıyorlar. Bu kanı o kadar normalleşmiş ki 'insan ölmeden gemi mi iner?' diyenler var."
"Bu insanlar nasıl ölüyor?" diye sorunca Demir "İskele kuruluyor, sağlam mı değil mi bilmeden çıkıyorsunuz. Tank boyanacak, gaz kontrolü yapılmıyor. Fan ile yapılacak gaz kontrolü en fazla yarım saat vakit alıyor. Patron 'yarım saat daha fazla çalışsınlar' diye bakıyor. Başınızda baret olsa bile 8 metre yukarınızdan düşen yükün altında kalırsanız yaşama şansınız yoktur. Temel güvenlik önlemleri yok yani. Ayağınız kayar düşersiniz ya da patlama olur yanarsınız" diyor.
"Bugün eve dönebilecek miyim" korkusuyla çalışmak
Bu ruh haliyle nasıl çalıştığını sorduğumuz Demir "Bugün eve gidebilecek miyim, diye düşünüyoruz tabii. Ama bazen onu düşünecek vakit bile kalmıyor. Çünkü işin yetişmesi lazım. Gözünüzü karartıyorsunuz. Hem zaten bu şekilde ölmezseniz bile zehirli gazın içinde, ağır şartlarda çalışa çalışa zamanla sağlığınızı kaybediyorsunuz, ömrünüz kısalıyor" diye cevap veriyor. Demir'in anlattıklarının ağırlığı çöküyor.
Bir geminin yapılması bir yılı buluyor. Öyle her işçi bir yıl boyunca çalışamıyor, kaynakçısı üç ay, boyacısı bir ay, montajcısı dört ay. Aralarında milletvekilleri de olan, gemi indirme açılış törenlerinde yüzlerini gösteren patronların, işçinin yevmisyesini kesen taşeronun "ölüm paralarını" önceden kestiği ve gözden çıkardığı sigortasız, güvenliksiz, güvencesiz çalıştırılan "İşçi bile değil köleyiz" diyen bu insanlar için de ölüm artık sıradanlaşmış.
İlk işçinin sözlerini hatırlıyoruz ve "Doğudan gelen iş bilmeyen" denilen gençlerin peşinde "bekar evlerinin" yolunu tutuyoruz. (EZÖ/TK)
* Haberde görüşüne başvurduğumuz işçilerin kişilik haklarının korunması amacıyla isimleri değiştirilmiştir.
Fotoğraflar: Ekrem Erbiz, Alaatin Timur, Sevtap Yenigün, Emine Özcan.