Bianet bürosundan çıkar çıkmaz orda burda Türk bayrağı asılı binalar gözümüze çarpmaya başlıyor. Hazırlıklı olmam lazımdı, yine de irkiliyorum. Nedeni boyutlarda gizli olmalı.Bu halk bu kadar "devasa" bayrağı nerede, ne zaman biriktirdi acaba?
Çocukluğumda, 29 Ekim, 23 Nisan, 30 Ağustos gibi ulusal bayramlarda, bir de 10 Kasım'larda Türk aileleri, pencerelerinin bir köşesine küçük, mütevazı bir bayrak asardı, hatırlıyorum. Bizim de vardı bir tane. Anneannem, ütülenmiş, naftalinlenmiş küçük bayrağımızı sakladığı küçük sandığından çıkarır, özenle asardı pencerenin kenarına. Akşam çökerken de yeniden katlanıp bir sonraki bayramda kullanılmak üzere sandıktaki yerini alırdı...
Ne kadar çok tepki, o kadar büyük bayrak
İstanbul sokaklarında dolaşıyoruz. Sağıma soluma bakıyorum; işyerlerine, evlere... Binaların yarısını kaplayan, bazen bütününü örten ay yıldızlar uçuşuyor gözlerimin önünde. İstanbullular 'Mersin'e tepkisini mi gösteriyor? Tepki ne kadar büyükse, bayrak da o kadar "haşmetli" mi olmalı? Ya "olay"ın kendisi?
Bayrağı yere çalan iki çocuk yakalandı. Sorgudalar şimdi. "Bizi tahrik edenler şunlar" diye bir "itiraf" gelir mi onlardan? Halbuki kutlamayı düzenleyen DEHAP, "Olay provokasyon" diyor, "Bayrak bizim de bayrağımız."
Yetmiyor demek. Genelkurmay'ın "sözde vatandaş"lı, "vatan hain"li açıklamasından mütevellit mi, "durumdan vazife çıkarma"nın dayanılmaz fırsatçılığı mı? Ağırlıklı olarak MHP'nin öncülüğünde bayrağa saygı yürüyüşleri düzenleniyor, eylemler yapılıyor, sokaklarda Türk bayrakları dağıtılıyor..
Kesmiyor, Üsküdar'da kendini bayraklara sarmış bir grup MHP'li önce yürüyüş yapıyor, sonra DEHAP İlçe Merkezi'ne giderek binanın camlarını kırıyor, DEHAP tabelasına Türk bayrağı asılıyor. Görev tamam: Kalenin burçlarına bayrak dikilerek son Türk devleti bir kez daha "kurtarılıyor."
Bir taksiye atlayıp Kapalıçarşı'ya gitmeyi öneriyorum Kemal'e. Bir küçük Türkiye ya orası; maksat nabız yoklamak. Bindiğimiz taksinin şoförüyle konuşuyoruz: "Bayrağa hakaret etmek doğru değil, ama sanki biraz abartıldı bu mesele," diyor. "Nereden baksan iki çocuk işte. Ama biz de çocuk gibi bir milletiz. Her şeyi büyütürüz böyle".
Aklıma Abdullah Öcalan'ın Kenya yolculuğu sırasında İtalya'ya "uğradığı"nda yaşananlar geliyor. İtalya onu "bize" teslim etmeyince, Türkiye nasıl da sokaklara dökülüp pek beğendiği İtalyan mallarını yakmıştı. Koskoca bir ülkeyi "nefret nesnesi" yapmanın tuhaflığı üzerine edilen birkaç aklıselim sahibinin sözü de havaya yazıldı gitti.
Resmi geçit ruh hali
Taksi gidiyor, ben bir yandan "bayrak geçidi"ni izliyor, bir yandan da hatırlamaya çalışıyorum: Milli olsun olmasın artık her futbol maçı öncesi İstiklal Marşı okuma alışkanlığı ne zaman başlamıştı sahi? Her rastladığımda, tuhafsadığım bu uygulama halkımızın neye tepkisiydi ki? Sosyologlar, toplumbilimciler nasıl yorumlamıştı o zamanlar?
Kapalıçarşı'ya giriyoruz. İşte bir çocukluk anısı daha... 23 Nisan Çocuk Bayramları'nda, stadyumlarda kostümüyle yürüyüş yapan halimden pek farklı değil ruh halim. Çarşıdaki caddelerin iki yanına dizili hemen bütün dükkanlarda, birbirinin aynı boyut ve görünümde bir bayrak denizinin ortasından geçiyoruz. Çarşı kırmızıya kesmiş.
Bir farkla ama. O zamanların masum heyecanının yerinde şimdi "tehdit edildiği" duygusuna kapılmış insanların tedirginliği var üzerimde. Bir dükkan sahibi anlatıyor:
Kapalıçarşı esnafı, bayrak olayını duyar duymaz hemen bir araya gelmiş ve hepsi de aynı yerden alınmış, "tek tip" bayraklarını gecikmeksizin dükkanlarına asmaya başlamışlar. "Kimse bizim bayrağımıza saygısızlık yapamaz. Bayrak namus demektir" diyor.
Dün sabah "Kapalıçarşı Esnaf Derneği"nin girişimiyle bir de tören düzenlenmiş. Hep birlikte İstiklal Marşı ve ardından 10. yıl Marşı'nı söylemişler, saygı duruşunda bulunmuşlar.
Dükkan sahibi "haklı" öfkesini anlatırken sesi tarazlanıyor: "O sırada buradan geçen ve saygı duruşunda bulunmayan bazı kendini bilmezlere de haddini bildirdik tabii. Bayrağımıza saygısızlık yapanı affetmeyiz. Dua etsinler bu kadarcık bir tepki gösteriyoruz."
Olayın faili olarak iki çocuğun gözaltında olduğunu söylüyorum ona. Eliyle "boşversene" anlamına gelen bir hareket yapıyor: "İki çocuğun işi değil bu. O çocukları kimlerin kışkırttıklarını biz çok iyi biliyoruz. Bu devletten, bu bayraktan memnun olmayanlar ya çekip giderler ya da Türk halkı onlara hizaya getirir" diyor.
Üzerime üzerime gelen "tek tip" bayraklar, beni nedense şehrin caddelerinde rastladığım dev benzerlerinden daha çok ürkütüyor galiba. Bir de "ya sev, ya terket"i hatırlatan "hizaya getirme" cümleleri.
Genelkurmay'ın açıklamasını duyunca...
Son durağımız Derneğin Genel Sekreteri Süleyman Ertaş. "Dernek olarak herhangi bir girişimde bulunmadan, çarşı esnafı başvurup bir şeyler yapılmasını istedi. Sonuçta biz de bir sivil toplum örgütüyüz. Üyelerimizin isteğine uyduk, dün böyle küçük bir tören düzenledik" diye anlatıyor.
"Eylemlerini devam ettirmeyi" düşünmüyorlarmış, ama "karşı taraf" uslu durursa... Bir de şunu söylüyor Ertaş: "İktidar bizi hayal kırıklığına uğrattı ama Genelkurmay'ın yaptığı açıklamayı duyunca, harekete geçmek gerektiğini düşündük. En doğru ve güzel tepkiyi ordu verdi. Biz değerlerine bağlı, duygusal bir milletiz, bu olanlar duygularımızı incitti. İki çocuğun yaptığı bir yaramazlık değil bu iş. Herkes aklını başına alsın."
İstanbul'da muhteşem bir bahar günü. Güneş sıcacık, havada deniz ve çiçek kokusu. Ben üşüyorum.
Geçer değil mi?
Dinlediğimiz radyoda yurdun dört bir köşesinde "Bayrağa Saygı" mitingleri ve yürüyüşleri düzenlendiği, Atatürk'ün çeşitli yerlerdeki heykelleri önünde küçük törenler yapıldığı anlatılıyor. DEHAP bir açıklama daha yaparak, ilçe binasına saldırıyı kınamış, taraftarlarına "sakin olmaları" çağrısı yapıyor.
Bianet'e dönerken yolda, bir bayrak satıcısına rastlıyorum. Yanına yaklaşıp soruyorum: "Nasıl satışlar arttı mı?" Artmış, ama mutlu görünmüyor. Nereli olduğunu sorunca anlıyorum. Bayrak satıcımız Kürt. "Ekmek parası yenge. Böyle zamanlarda benim satışlarımda artış oluyor, ama.keşke olmasa diye de düşünmüyor değilim.Keşke sadece bayramlarda satışım artsa" diyor. Kara gözlerinde endişe var: "Ama bu da geçer değil mi? AB izin vermez artık..." Soru değil bu, umut. Anlıyorum...
"Milliyetçilik" bu topraklara hiç yabancı değil. Yakın tarihin küçük bir bölümüne şöyle bir göz atmak bile yeter delillere ulaşmak için. AB süreciyle birlikte, varoluşunu " mermer" de cisimleyen kesimlerin hoşnutsuzluğunu dile getirmeye başlamaları da beklenen bir gelişme.
Ya "necip Türk milleti"in infiali? Taksi şöförünün ve esnafın işaret ettiği gibi "duygusal tepkiler veren bir çocuk millet" midir sahiden karşımızdaki? Biliyor musunuz, içimden bir ses, "Umarım öyledir" diyor, "umarım." Netice itibarıyla, Türkiye halkı bir kez daha kendini "ateşle" sınıyor...