Oysa İstanbul'un nüfusunun 1 milyonu gördüğü yıl sadece 56 yıl önce, yani 1941 idi. İstanbul nüfusu 1955 yılında 1,5 milyonu bulmuş, 1970'de 3 milyonu görmüştü. İstanbul, 37 yıl sonra ise 2007'de yaklaşık 13 milyonluk bir megapol... 37 yılda 10 milyon artış!...
Binde 18 olan Türkiye ortalama yıllık nüfus artış ortalamasının çok üstünde, binde 30 nüfus artış hızına sahip olan İstanbul, bu hızı azaltamazsa, 2023 yılında yaklaşık 21 milyonluk, 2050 yılında ise 49 milyonluk bir megapol olacak. Bugün, Türkiye nüfusunun yüzde 17'sini barındıran İstanbul, 2050'de Türkiye nüfusunun yarısının yığıldığı bir "bölge" olacak. Düşünmesi bile ürkütücü!..
Nüfusun çoğalmasında üçte iki pay göçlerin, üçte bir pay da doğal nüfus artışının. İstanbul, aldığı her iki göçe karşılık 1 kişi veriyor, yani net göç alıcı. Haliyle, göçlerin önünü kesmeden İstanbul'un aşırı nüfus yığılmasından kaynaklanan bir dizi kent sorununa, sosyal, ekonomik, politik sorununa da çözüm üretmek neredeyse imkansız.
Çözüm?
Yaklaşan felaket bu kadar ortada iken, ülkeyi yönetenler bu tehlikeyi görmezler mi? Önlem düşünmezler mi?
Aslında onlar da sorunun farkındalar ama çözüm olarak düşündükleri, genele dair yaklaşımlarıyla uyumsuz olduğu için uygulanması mümkün olmayan palyatif önlemler olarak kalıyor.
Aslında yıllardır çözüm olarak ifade edilen şu: İstanbul'da aşırı nüfus birikimini, dolayısıyla iktisadi, çevresel, mekansal yığılmayı yavaşlatmanın, mümkünse geriletmenin yolu, İstanbul'un dışında Anadolu'da yeni çekim merkezleri oluşturmak, nüfusun o bölgelere yönelmesini sağlamak, hatta her 4 kişiden birinin göçmen olduğu bu ülkede insanları yerlerinden yurtlarından hoşnut kılarak mekanlarında yaşamlarını sürdürmelerini kolaylaştırmak. Bu nasıl olacak? Bu, tabi ki bir bölgesel planlama işi. Bölgeler arası dengesizliklere müdahale edecek bir kamu otoritesini, etkili bir teşvik sistemini, yeniden kamu yatırımcılığını, tarıma korumayı, desteği içeren bir "sosyal devlet" pratiğini gerektiriyor...
Gelin görün ki, küreselleşme rüzgarı, sosyal devlet nosyonunu fırlatıp attığından bu yana, bölgelerarası denge, bölge planlaması kavramı da buharlaştı. Küreselleşmenin ezberlettiği cümlelerden "mekan"a ait olanı şöyle buyuruyordu: Ulusal, bütüncül plan terk edilmeli, kentler arası rekabet teşvik edilmeli, hatta büyük metropoller, dünya kentleri liginde yarışmalı.
Böyle olunca, bir "ülke vizyonu" geliştirip onun çerçevesinde bölge, kent vizyonlarını üretmek yerine, İstanbul vizyonu geliştirip, Anadolu'nun kaderini de o vizyonun kuyruğuna, belirleyiciliğine takmak yoluna gidildi. Her kente de kendi başının çaresine bakması, rekabet gücünü artırması tavsiye edildi. Bu amaçla kalkınma ajansları adı altında ne işe yarayacağı belli olmayan kurumlar oluşturuldu.
1980 sonrası
1980 sonrasında İstanbul'a ilişkin misyon, kısaca "İstanbul'u satmak" olarak sloganlaştırıldı. 1980 öncesine kadar iç pazara dönük sanayinin kurulup geliştirildiği, sermaye birikiminin esas olarak bu sanayi üstünden sağlandığı İstanbul'un 1980'lerde, özellikle de "duvarın yıkıldığı 1990" sonrasında, sektörel öncelikleri, buna bağlı olarak da arazi kullanımı esasları yeniden tarif edildi.
Sanayi, İstanbul'dan iyice desantralize edilecek, boşalan arsalara da büyük plazalar, villa siteleri, alışveriş merkezleri, eğlence merkezleri, turizm, kültür endüstrisi yatırımları yapılacaktı. Bu yatırımlar, daha çok küresel sermayeye hizmet verecek, küresel sermaye, Akdeniz, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya'yı İstanbul'daki üslerinden kontrol edecekti. İstanbul ise bu küresel sermayeye gayrimenkulleri, üst düzey hizmet sunumları, turizm ve kültür endüstrisi ürünleri ile hizmet verecek, artık 1980 öncesi sanayiden sağlanan birikim, yeni dönemde hizmet üretiminden elde edilecekti. Bu, İstanbul'un taşı toprağının daha çok önem kazanmaya başlaması, kent arsasının rantının daha yükselmesi demekti.
Bu durumdan, özellikle rantı yüksek kesimlerde geniş arsa stokları olanlar büyük avantaj yakalamışlardı. Hatta, 1980 öncesinin gecekondu sahipleri bile... Ama, 1980 öncesi gecekonduya, bir barınma, ücretliyi işyerine yakın tutan mesken gözüyle bakılırken, artık gecekondu, arsası için ele geçirilmesi gereken bir hedef olmaya başlayacak, İstanbul'un en güzel doğal alanları, Boğaziçi kıyıları, orman arazileri, su havzaları bir anda ele geçirilip üstüne yapılar dikilecek yerler haline gelecekti.
İstanbul rantına hücum süreci daha 1980'lerin başında Turgut Özal'ın Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı döneminde başlatıldı. Önce, Boğaziçi öngörünüm bölgelerine, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararına rağmen villa siteleri yapılarak Boğaziçi hızla taşlaştırıldı... Taksim'e Park Otel ve Gökkafes gibi iki ucube o yıllarda dikildi ve hızla Merkezi İş Alanı (MİA) Beşiktaş'tan Levent'e, oradan Maslak'a uzandı, bu aks üstünde sağlı sollu gökdelenler yığıldı. Ofis-rezidans amaçlı bu yapıları, yine ormanlara ve su havzalarına yakın özel güvenlikli villa siteleri izledi.(1)
Plan Zamanı
2000'lerde iyice hızlanan bu vahşi yapılaşma, büyük sermayenin "benden sonrası tufan" adamsendeciliği, doğallıkla kamu otoritelerine "sürdürülebilirlik" ilkesini anımsatacak ve harekete geçirecekti. Bu kadar yağmalanır gibi tüketilen İstanbul'a bir "plan" ile müdahale etmek , "İstanbul'u satmayı" planlı yapmak gerekirdi!... İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı "İstanbul Çevre Düzeni Planı" (Özet Rapor, Temmuz 2006) adıyla 2006'da hazırlanan planda yağmanın itirafı, Başkan Kadir Topbaş'ın Önsöz'ünün ilk paragrafında şöyle yer alıyordu: (Özet Rapor,Temmuz 2006)
"Ayrıcalıklı bir coğrafyanın sağladığı doğal güzellikler ve tarihsel zenginliklerle bezenmiş İstanbul'un son yıllarda maruz kaldığı plansız girişimler sonucu anılan değerlerinin kısmen maskelenmiş, kısmen de yitirilmiş olduğu üzüntüyle gözlenmektedir. İstanbul'a hak ettiği tarihsel ve çağdaş konumunu planlı yaklaşımlarla yeniden kazandırmak kuşağımız siyasilerinin, bilim adamlarının ve uzmanlarının erteleyemeyeceği bir görev olmaktadır."
Plan, geç de olsa, gidişattaki vehameti görmüş gibidir: "Mevcutta Tarihi Yarımada'dan başlamak üzere, Büyükdere aksı boyunca Maslak'a kadar uzanan ve üst düzey hizmetlerin yoğunlaşma eğilimi yüksek tek merkezli çekim noktası olarak gelişen MİA, kentin doğal alanlarını tehdit eden kuzey gelişiminin temelini oluşturduğu gibi, iki kıta arası kentsel trafiğin yoğunluğunu arttırmaktadır..."
Plan, bu tesbitten sonra yönelimini de şöyle ifade edecekti:
"MİA'nın Maslak aksından kuzeye doğru ilerlemesi sürdürülebilirlik ilkesi ile ters düşmektedir. Bu çerçevede, bu merkezin rahatlatılması, merkezi kentsel dokulardaki fonksiyonların yer seçim süreçlerinin yeniden tanımlanması ve köprü geçişlerinin azaltılması politikası benimsenmektedir. Bu nedenle, Maslak aksında daha fazla gelişmeye izin verilmemesi ve mevcut yüksek yoğunluklu yapısının rehabilite edilmesi öngörülmektedir. Planda MİA gelişimi ve bağlantılı yol ağı, tarihi merkezden daha batıya, coğrafi merkeze ve yoğunluk merkezine doğru çekilmektedir. Bu karar ormanların korunması yönünde temel bir araç olduğu gibi, MİA'nın rahatlatılması, Tarihi Yarımada ile Boğaziçi üzerindeki baskının azaltılması ve tarihi dokunun korunması hedefini de desteklemektedir."(s.93)
Burada önemli olan, Plan'ın stratejik hedefinin değişmediği, aynı stratejik hedef doğrultusunda mekana bazı müdahalelerin yapılmak istenmesidir. Hedef ise Plan'da şu cümlelerle özetleniyor:
"İstanbul için öngörülen, küresel üst bölgenin yönetim hizmetlerine de talip olması ve üst bölge ekonomisinden daha fazla pay almasıdır. Bu üst bölge Avrupa, Balkanlar, Karadeniz havzası, Kafkaslar ve Türki Cumhuriyetler, Ortadoğu ve Akdeniz havzasını kapsamaktadır. Dolayısıyla, İstanbul'un anılan üst bölgeyle ekonomik, sosyal, tarihi,kültürel, diplomatik, iletişim ve ulaşım bağlantılarının güçlendirilmesi öngörülmekte ve uluslar arası bölgesel merkez olarak hizmet vermesi hedeflenmektedir."
Küresel metropollerin, sanayi üretiminde yoğunlaşmayı bırakıp, bilgi
ve teknoloji üretimine ağırlık vererek, üst düzey hizmetler, finans ve bilişim sektörlerinde küresel pazarın en rekabetçi öğelerini geliştirdiklerini ifade eden Plan, İstanbul'u hizmet sektörü eksenli, hem de oldukça nitelikli işgücü istihdam eden üst düzey hizmet üreticisi olarak tarif etmektedir.
Planın yapısal dönüşüm hedefi doğrultusundaki önemli bir politikası ise tek merkezli yapıdan çok merkezli bir yapıya geçerek, Anadolu ve Avrupa yakasında çekim merkezleri ve gelişme alanları oluşturmak... Avrupa Yakası'nda Çekmece'nin batısında, Anadolu Yakası'nda ise Sabiha Gökçen Havalimanı'nın doğusunda kalan alanlar, yeni çekim merkezleri ve gelişme alanları olarak tanımlanmakta, İstanbul'un, güneyine lineer olarak yayılan bir mekansal dönüşüm öngörülmektedir. Marmaray'ın da dahil olduğu raylı sistem ve deniz taşımacılığı ulaşım projelerinin de bu mekansal dönüşümü destekleyen tamamlayıcı projeler olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
Plan, kilit paragrafı şöyle kurmaktadır:
"Vizyon Bileşeni I:
Güçlü ve Rekabetçi Bir Ekonomik Büyüme Sürecini Yakalamak
Kentin Rekabetçi Üstünlüklerini Ön Plana Çıkarmak
* İstanbul'un tarihsel olarak 'Doğu-Batı Arasında Bir Ana Geçiş Kapısı' olma üstünlüğüne dayanan imajını çağdaş yorumlara konu etmek
* İstanbul'da rekabet üstünlüğü taşıyan veya taşıyabilecek sektörleri desteklemek
* Farklı kültürel coğrafyaların ortasında konumlanan ve prestijli bir tarihsel geçmişi olan İstanbul'u, sürekli etkinliklerin yer aldığı bir Kültür Turizmi ve Kültürlerarası Diyalog Merkezi olarak ön plana çıkarmak
* İstanbul'un Batı'dan Doğu'ya doğru açılan geniş bir coğrafyanın Üst Düzey Hizmetler ve Yönetim Merkezi olma potansiyelini vurgulamak
* Kentin rekabetçi üstünlük taşıyan 'Geçiş Kapısı' konumunu değerlendirerek, İstanbul'u uluslararası ulaşım ilişkilerinde bir Yolcu ve Yük Transfer Merkezi olarak geliştirmek.." (s.122) (MS/EÜ)
* Mustafa Sözmez'in yazısının ikinci bölümünü yarın bianet'te bulabilirsiniz.
NOTLAR:
(1) Dönem ile ilgili ayrıntılar için bkz: M.Sönmez, İstanbul'un İki Yüzü, Arkadaş Yayınları, 1996