Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’ya yönelik saldırının ardından yüzlerce siyasi analistin sağdan soldan üstüme analiz fırlattığı iki gün geçirdim ve kafama dolan analizlerin bir kısmını yorumlarımla beraber dışarı atma ihtiyacı hâsıl oldu.
Onca analiz arasında asıl ilgimi çeken ve beni yazmaya teşvik eden şey, yangın varmış aciliyeti ile yazılan bu kadar çok analiz olması oldu. Yani bir noktadan sonra tek tek okumayı bırakıp hızlıca göz atarak sınıflandırmaya başladım.
Sadece siyasi tespitler değildi söz konusu olan; fırtınalı bir atmosferde birbirine çarpıp şimşekler çaktıran bulutlar gibi, çeşit çeşit de duygu durumu uçuşuyordu havada: Suçluluk [1]; utanç [2]; kinik bir aymazlık [3] (süreci anlamak için, benim anlamını bir türlü aklıma kazıyamadığım bir kelimeyi, yani kinizmi, herkesin öğrenmesi şart, ben bu olayda iyice belledim, çünkü bu olayda atmosferdeki en yoğun gaz, yani azot gibi yoğun, daha da unutmam); yumurta kapıya dayanmışlık, dehşet, geç kalmışlık [4]; küslük, ayrılık, biten dostluklar [5]; çekingen ve her an linçe hazır “fakat şu noktaya da dikkat etmek lazım”lı hatırlatmalar [6], onun tam zıddı yöndeki mağduriyet tapulu ama’lar [7]…
Duygusal hezeyan
Bu duygu durum curcunasını bir araya getirdiğimde gözümde canlanan şey, şu çizgi filmlerde izlediğimiz, ucundan parça parça çökerek giderek daralmakta olan bir uçuruma sıkışmış, panik halindeki bir grup insan…
Uçurumun aşağısında bütün bir insanlık en kahırlı dertler içinde (ekolojik kriz, ekonomik kriz, savaş ve katliamlar) kıvranırken, uçurumun üzerindekiler, sağlam olduğunu sandıkları zeminlerinin parça parça aşağı kayışını gördüler Paris saldırısı ile.
Saldırılar karşısında dehşet ve utanç duygusu içinde olan bizler, uçurumun altında kazan kaynarken üstte güvende kalamayacağımızı, güvende olmadığımızı zaten biliyorduk. Peki ya ‘oh olsun, hak ettiler’ciler?
Fransa’ya oh olsun diyenler kendilerinin de çökmekte olan uçurumun üstünde olduğunun farkında değil gibiler. Zalim Batı, mazlum Doğu ikiliğinin bu tabloda geçerli olmadığını, hele ki ortak Libya ve Suriye günahlarından sonra, bilmiyorlar mı? Mağduriyet kalkanının kendilerini aşağı düşmekten koruyacağı gibi boş bir varsayım içindeler. Buradaki “terör nedir görmemiş Türkiyeli nahifliği” ayrıntısına sonda bir daha döneceğim.
Bu duygusal hezeyanlar, örneğin Nijerya’da Boko Haram denilen katliamcı çetelerden canını kurtarma çaresizliğindeki Afrikalılar için, Konstantinopolis kuşatma altındayken Bizanslıların meleklerin cinsiyetini tartışması gibi bir şeydir herhalde.
Eylemin yarattığı utancın arkasında; bombalı araç, intihar, insansız hava uçağı saldırılarında, çöken tekstil fabrikalarında ve madenlerde, ekolojik kriz kaynaklı afetlerde, artık rutinleşen kitlesel ölümler karşısındaki çaresizlik ve duyarsızlaşma da var.
Siyasi analizler
Bu curcunanın siyasi analiz kısmı da çeşit çeşit: Doğu-Batı ikiliği, emperyalizm, İslamofaşizm, İslamofobi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, Neonazizm, Suriye, Libya, cihat turizmi/siyaseti/ticareti[8], emperyalist rekabet[9]… Yani genel olarak Doğu-Batı ikiliğinden beslenen/kaynaklanan tarihsel meseleler ve üstüne de güncel reel politik.
Ancak esasında, siyasi analiz kısmında ortaya çıkan tablo, sanki tüm bir uluslararası siyasi tarihin bir darboğaza gelip sıkışmış, tıkanmış olduğu. Özellikle sol açısından bu sıkışmışlık ve tıkanma, bizzat saldırının hedefindeki Charlie Hebdo’nun son on yıllık sıkıntılı evriminin de izdüşümü gibi:
Charlie-Hebdo, Hara-Kiri adlı bir mizah dergisinin ardılıdır ve Fransız yazılı basınının uzun süre boyunca kaşıntı tozu olmuştur. Liberter ve yıkıcı bir karakterde ve kesinlikle radikal-devrimci sol hareketle bağları olan bir yayındı. Charb, Daniel Bensaid’in yakın bir dostuydu ve onun kitaplarından birini ve keza Phillipe Corcuff’un bir kitabını resimlemiştir. Bensaid’in ölümünden sonra Yeni Antikapitalist Parti tarafından düzenlenen anma için çok sayıda çizim yaptı. Elbette o bunlardan çok daha fazlasıydı. Ancak son on yılda radikal solcu okurları, fundamentalizme karşı eleştirilerinin Müslüman karşıtı bir tutumla karışabileceği eleştirisiyle yavaş yavaş dergiyi terk etti. Dergi aynı zamanda Sosyalist Parti ve Yeşiller haricinde radikal solun neredeyse tamamı tarafından karşı çıkılan Avrupa anayasası için referandumda “evet” tutumu aldı.[10]
Avrupa solunun sıkıntılarının ipuçlarını veren bu izdüşümünün Türkiye ayağında, AB sürecini (emeğin Avrupası vs. emperyalist AB), Gezi direnişi sonrasında özellikle seçimlerle bağlantılı yaşanan tartışmaları (“bas geç” vs. HDP) sayabiliriz. Avrupa anayasası bizim AB tartışmalarına dolaysız denk düşüyor ama “fundamentalizme karşı eleştirilerinin Müslüman karşıtı bir tutumla karışabileceği” kısmında ilginç bir çatallanma söz konusu. Türkiye, siyaset yapmanın mağduriyet sertifikasına bağlandığı bir ülke. Herkes birbirine mağduriyet dayatıyor, birbirinin mağduriyeti ile dalga geçiyor, samimiyetini sınıyor, kendi mağduriyetini kanıtlamaya çalışıyor. “Göbeğini kaşıyan/bidon kafalı adam/dağdaki çoban”, “[erkek öznenin] Kabataş’ta üzerine işenen başörtülü bacısı” ve “Gezi darbesi” mağduriyetleri, iktidar çevrelerinin kullanışlı “İslamofobi”leri.
Bir de mağduriyet sertifikaları geçersiz olanlar var: AKP ile işbirliği yapmakla suçlanan Kürtler ile “celladına âşık” lafını duymaktan herhalde usanmış olan Aleviler.
Mağduriyetleri geçersiz olan bir başka kesim ise laikler, “beyaz Türkler”. O kadar ki; “beyaz Türk tekmeleyiciliği”, “laik itip kakmacılığı” gibi bir eğlence oluştu adeta[11]. Başörtüsü eylemlerine destek verirken ezilenin yanında olduğunu düşünen ama “eğitimde İslamileşmeye hayır” dediğinde beyazlaşacağından korkan ve bu mağduriyeti tek başına Alevilerin sırtına yükleyen bir algı söz konusu. ‘Beyaz Türk’ görmek isteyenler, son 12 yılda servetlerini katlayanları ayırt edemiyorlarsa, örneğin Beyaz TV’deki ‘her şey uzmanları’na ve yalılarına, iktidarın doldurduğu havuzların tatlı sularında yaşayanlara bakabilirler.
Toplumsal muhalefet, AKP iktidarının saldırganlığı karşısında barikatı adım adım geriye taşırken, sık sık neye muhalefet ettiğini unutup kendi içinde ezilmişlik hiyerarşileri oluşturmaya girişebiliyor.
Burada akademik “paper”ların afili ara başlıklarından apartma yapıp “sınıfsalı geri çağırmak” diye bir ifade kullanacağım. Sınıfsalı geri kazanmak, hem “beyaz Türk tekmeleyiciliği” şeklinde tezahür eden kültürel indirgemeciliği aşmayı hem de politik alanın “kimlik politikası”laştığı eleştirilerindeki, aslında yeni sınıfsalı (örneğin işçi sınıfının Kürtleşmesini) görmeyen yanılma payının törpülenmesini sağlayacaktır.
Sınıfsalı geri çağırmak, “devlet ve devrim”, “ne yapmalı?”, “ideolojik aygıtlar”, “on sekiz Brumaire” vb. ezberlerimizde kalan devlet, iktidar, egemenlik, kısacası politika meseleleri konusunda da ön açıcı olabilir.
Kültürel indirgemeciliği aştığımızda, İslami fundamentalizmin finansörü ve pazarlayıcısı Körfez elitleri ile örneğin Le Pen’in birbirini besleyen (hatta kimi noktalarda aynı) politik ahlaka ve dünya tahayyülüne sahip olduklarını görmemiz ve kendi alanımızı açmamız/sahiplenmemiz o kadar zor olmayacak ve Tarık Ali’nin “fundamentalizmler çatışması”nı[12] refere eden hatırlatmalara “hala mı İslamofobi, ya İslamofaşizm ne olacak?” şeklinde çıkışan ikiliğe hapsolmaktan kurtulabileceğiz.
Sınıftan kaçışın salt bu yola girenlerin “dönekliği” ile açıklanamayacak nedenleri de var. Sol literatürdeki “beyaz Avrupalı (metropol) erkek işçi sınıfı” (bizim 1 Mayıs pankartının kaslı işçisi) tahayyülünün gerçeklik karşısında geri tepmesinden de hız aldı bu kaçış.[13]Şimdi yeniden tanımlanan sınıfsallık(lar)la beraber, geri kaçış da, kültürel indirgemecilik de, makul sınırlara çekilebilir.
Böyle bir netleşme, kimlik politikasının, Charlie Hebdo’nun “fundamentalizme karşı eleştirilerinin” kimi zaman “Müslüman karşıtı bir tutumla karışması”na neden olacak şekilde sınıfsal olanı bulanıklaştırıp kültürel önyargılara kurban etmesinin önüne geçmeye de yardımcı olabilir.
Yeni orta sınıf
Paris sonrası tartışmalarda, İslamofobi’ye dair, Avrupa’da orta sınıfın bir süredir artmayan/gerileyen refahından göçmenleri sorumlu tutması, bir neden olarak sayıldı. Öte yandan tüm dünyada bildiğimiz anlamdaki orta sınıfı marjinalleştiren bir süreç de yaşandı. Bizdeki ulusal sol-Kemalizm eleştirisini aşan “beyaz Türk tekmeleyiciliği” bunun özgün bir örneği. Daha genel olarak ise, biz Fatih Akın filmlerindekine benzer bir kozmopolitlik umarken, siyasal İslam’la birlikte, karşımıza hiç ummadığımız yepyeni bir kozmopolit orta sınıf çıktı.
Burjuva demokrasinin boş vaatlerinin bedelini en çok seküler orta sınıf ödüyor. Siyasal zeminde sınıfsal dönüşümlere paralel ciddi kaymalar, yapısal değişimler yaşandığı için siyaset yapma araçlarını kaybeden orta sınıf, siyaseten de itibarsızlaştı. Ana akım siyasette bildiğimiz orta sınıftan boşalan alanı fundamentalizmler doldurdu. İki yönde de böyle bu durum. Cihatçı liderlerin pek çoğu elit/orta sınıf. Neonazizm ise Avrupa elitlerinin kulis modası. Hatta Yunanistan gibi kimi örneklerde, etekleri tutuşan siyasi elitler buna meyyallerini bazen ortalığa döküp saçabiliyor.[14]
Cihat otobanında kimler var?
Fransa’da saldırganların serbest bırakılması talebiyle rehin alma eylemi gerçekleştiren kişilerden hayatta kalan kadının tam da şu dakikalarda Türkiye’de olma ihtimalinin ortaya çıkması ile iyice gündem olan Fransa-Türkiye-Suriye cihat otobanında kimler var?
Öncelikle cihatçılar sınıfsız imtiyazsız bir topluluk değil. Kendi toplumlarının, Batılı muadilleri ile âşık atmaya iştahlı elitleri ile tutunamayanları birlikteler. Elit cihatçılar, cihadın finansörleri, cihattan siyaset devşirenler ile üzerine bomba bağlanıp ölüme gönderilenler, 100 dolar aylığa kandırılan düz askerler var.
İkincisi cihat otobanı iki yönden, Batı metropollerinden ve emperyalist savaşların istikrarsızlaştırdığı Doğu ülkelerinden geliyor. Örneğin Suriye’ye Batıdan cihatçı akımında, Batılı istihbarat örgütlerince devşirilip gönderilenler dışında, çoğunlukla “başarısız entegrasyon” kurbanlarından, hayal kırıklığı yaşayanlardan, Irak ve Afganistan işgalleri ile radikalleşenlerden söz ediliyor. Vaatlerin boş çıkması, asla eşit olunamayacağının ortaya çıkması ve yükselen yabancı düşmanlığı ile ‘medeniyetin’ içyüzünü görenler…
Burada “samimi cihatçılar” diye başlık açmak ne kadar doğru bilmiyorum ama bu akışta böyle bir eğilimin olduğu da bir gerçek. Radikalleşen veya sistem dışı Sünnilerin (benim bildiğim kadarıyla) bir Chavez’i veya Nasrallah’ı yok. Sünni radikalizmi, ufuk “Neden bizim Halifemiz yok?” kompleksi seviyesinde kaldığı sürece de Bağdadilere, bin Ladin’lere mahkûm olacak. Dolayısıyla radikalleşme mevcut haliyle dejenere tepkisellikle cihat ticaretine/siyasetine zemin ve enerji sağlamaktan başka bir şeye hizmet etmiyor. Burada, “Arap Baharı”nı ortaya çıkaran, onunla birlikte boy veren ve onun kışa dönmesiyle[15]birlikte yenilen eğilimler ayrıca değerlendirilmeli.
Doğulu cihatçılar ise neoliberalizmle (ister piyasa ister savaş yoluyla olsun) ani karşılaşıp yıkım yaşayan coğrafyaların, nüfus kaydı bile olmayan paryaları, drone kurbanları, Babil’dekiler[16]. Özellikle vaktinde Paris banliyölerini yakanlar arasında yer alan Batılı cihatçılar ile Doğunun varlığı bile meçhul görünmeyenlerinden oluşan grubun “ezilmişliği ‘Haçlılara’ karşı bir dinler savaşının malzemesi olarak kullanılıyor, kör ve çılgın bir şiddet kampanyasında altta kalmışlıklarının öfkesi dejenere ediliyor, çıplak bir vahşet haline sokuluyor.”[17] Bu cümlenin öznesi olan el Kaide, IŞİD ve türevlerini, vekil savaşların her coğrafyada değişen tarafları olarak görebiliriz. Özneye/taraflara, Cihan Tuğal’ın Pasif Devrimi[18]’nde gözü açılan yeni orta sınıf girişimciler ile bu tabandan yükselerek Patrick Haenni’nin Piyasa İslamı[19]’nda anlattığı “İslam suretindeki neoliberal” iktidarları kuran AKP ve Müslüman Kardeşler gibi yeni elitler ve Körfez ülkeleri de dâhil.
Burada parantez açmak gerek. El Kaide sempatizanı olduğu anlaşılan İbn-i Rumi (@ibnirumi) adlı bir anonim hesabın Twitter’da paylaştığı şu sözler (09 Ocak 2015, 21.43) ile AKP’nin Erdoğan’a Köln’de seçim mitingi yaptıran “Avrupa’daki Türk azınlık” politikası arasında korkutucu bir örtüşme var:
Bugün Batı şunu tekrar görüyor; “Avrupa’da 40-50 milyon müslüman yaşıyor.” Eğer istiyorlarsa müslümanlara baskı yapmaya devam etsinler. Bugün müslümanlar Avrupa’da. Bütün ırkçıları toplayıp müslümanların üstüne salsınlar. Kendi ülkeleri ateş yerine döner, durum değişti artık. Eğer kendi ülkelerinde güvenle yaşamak istiyorlarsa, başkalarının kendi ülkesinde güvende yaşamasına saygı duyacaklar. Güvenlik bedava değil[20]
Avrupa’nın krizinden[21] kaynaklanan bu fırsatı sadece yeni Türkiye’nin yeni elitleri görmüş değildir. Dolayısıyla cihat siyasetinin/ticaretinin birçok yüzü mevcut. Sadece şimdi ellerinde patlamış görünen cihat Frankeştayn’ını besleyen Batılı egemenler değil. Hatta zamanında Esad’ın da Irak’tan Batı’yı mümkün olduğunca pişman edecek bir istikrarsızlık örneği çıkarmak adına kendi cihat otobanını kurduğu yorumlar arasında.
Reel politik’e aklıselim yaklaşımlar
Benim her birine yetişmeye çalışırken bunaldığım bu duygu durum ve siyasi analiz curcunasına hiç girmeksizin bençten taktik verme rahatlığında iki değerlendirme yapıldı[22]. Birincisi Fehim Taştekin, ikincisi Patrick Cockburn[23]. Bu çizgideki değerlendirmeler de bolcadır herhalde ama ben bu ikisini numunelik aldım.
İki yazı da “aman şimdi sırası mı!” demeden Paris saldırısının doğrudan Suriye ve emperyalist rekabet ile bağını kuruyor. Fehim Taştekin “Korkarım bu daha başlangıç!” derken Patrick Cockburn işlerin daha da kötüye gitmemesi için Suriye üzerinden yükseltilen tansiyonun yine Suriye’de şiddetin seviyesi düşürülerek indirilmesini ve iktidar paylaşımına gidilmesini öneriyor. Bu önerisi, Sykes-Picot statükosunun sürdürülemez olduğunu söylediği önceki değerlendirmeleri[24] ile tutarlı.
Fehim Taştekin saldırının Suriye ile bağını şöyle kuruyor:
Afrika, Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Balkanlar’dan Suriye’ye birden fazla ‘cihat otobanı’ oluşturulurken Fransa ‘devrim’ serüveninin baş destekçilerinden biriydi. Hayli kışkırtıcıydı. Bu cihat otobanının Avrupalı Müslüman gençleri de içine çekeceğini ya da bu boyuta varacağını öngöremediler. Suriye’de Kaide ve ardından IŞİD’in saflarında kan döken bu gençlerin kendi ülkelerini de vurabileceğine dair güçlü işaretler ortaya çıkınca önlem almaya başladılar ama artık çok geçti. Suriye ve Irak’ta 15 bin civarındaki yabancı savaşçı içinde Batılıların sayısı 3-4 bini buldu. Fransa 900’ü aşkın savaşçıyla Avrupa’dan Suriye’ye ‘mücahit’ göndermede şampiyon. Burada IŞİD’in Avrupalılar için ne anlama geldiği önemli.
Benim, altı çizilen “öngöremediler”li cümleye itirazım var. Dananın kuyruğu tam da burada kopuyor aslında. Fransa devleti, ülkeden Suriye savaşına katılım olacağını elbette öngördü, hatta istedi ve tercih de etti. Öngörülemeyen bir şey varsa Esad’ın bu kadar uzun süre dayanacak olmasıdır. Burada Paris saldırısından çok öncesine, ta 2012’ye gidip, Robert Fisk’in bir Esad subayının ağzından aktardığı “Hiçbir güç Suriye rejimini deviremez” cümlesi ile başlayan yorum yazısını hatırlatıyorum.[25]
Öngörülemeyen şey Suriye-Rusya-Çin-İran bağının ve Suriye rejiminin dayanıklılığının kırılmasının bu denli zor olacağı oldu. Şimdinin Başbakanı Davutoğlu, tam da Fisk’in sözünü ettiğim değerlendirmesi ile aynı tarihlerde, yani Dışişleri Bakanı olduğu 2012’nin Ağustos’unda katıldığı bir televizyon programında Esad’a iki hafta ömür biçmişti.[26]
Hesaplarını Esad’ın kısa vadede devrilmesine göre yapan Batılı emperyalist ülkeler ve Türkiye artı Körfez ülkeleri koalisyonu, bu hesap tutmayınca ellerindeki canavarın kontrolünü de kaybettiler. Yoksa Hollande’ın Esad düşürüldüğünde yapacağı zafer konuşmasının teması bile belliydi bence:
Medeniyetler çatışmasının mutlu sonu: Medeniyetler ittifakı
Emperyalist müdahaleciliğin tüm günahlarını örtecek bir zafer. Üstelik beraber kotarılacak bu “devrim”, Batı için şimdi “İslami terör” boyutuna sıçrayan iç sorunlarını ortak bir zafer etrafında kenetlenme sayesinde ne de güzel nötralize edecekti!
Şimdi Suriye meselesi ellerinde böyle patladığına göre, bundan sonra ne yapacaklar? Karşılarında ezilenlerden yana güçlü bir meydan okuma henüz olmadığı için çok da dert ettikleri bir şey olduğunu sanmıyorum. Paris saldırısında da olan masumlara oldu. Egemenleri, egemenlikleri açısından sıkıntıya sokacak bir durum yok. Yarın gider Rusya ile uzlaşırlar ve Esad’a başka koşullarda güle güle derler olur biter. Ama bu saldırının, solun yukarıda anlatmaya çalıştığım tıkanma ve sıkışmışlığı açısından sonucunun ne olacağı kritik.
Yunanistan’da Ocak sonu Syriza’nın kazanmasına kesin gözüyle bakılan seçimler var. Avrupa egemenlerinin, krize karşı kemer sıkma politikalarını halklar adına tedavülden kaldıracak ve halklardan yana bir seçeneği uygulamaya sokacak bir alternatifi engellemek isteyeceği kesin. Bunu Syriza’yı yumuşatıp sistem içileştirerek ve eskiterek mi, yoksa provokasyonlar tezgâhlayarak mı yapmayı tercih ederler, bilemiyorum. Yunanistan’daki mevcut hükümet, Syriza’yı “marjinal, aşırı sol” göstermek için çok büyük çaba harcayarak zaten borçlu bir şekilde iktidar olmuştu. Yunan halkı, Syriza’nın kemer sıkma teröründen daha marjinal ve aşırı olamayacağını gördü ki bugünkü durum var. Yunanistan ve Syriza özelinde durum bu ama genel olarak Avrupa solu açısından etkisini ilerleyen günlerde göreceğiz.
Bu noktada ilginç ama mantıklı bir karşıtlığı koyup Türkiye’ye geçeyim. Avrupa’da İslamofobi ve yabancı düşmanlığı konusunda hassasiyet telkinleri hâkim iken, Türkiye’de her İslamofobi diyene İslamofaşizm karşı argümanı ile çıkışılan bir ortam oluştu. Gayet mantıklı. Bu saldırının baş müsebbiplerinden biri Fransa ise, diğeri İslamcı bir hükümetin iktidarda olduğu Türkiye.
Fehim Taştekin’in hiç öyle Doğu-Batı kompleksi yapmadan koyduğu üzere:
Malum Fransa, 2011’de Muammer Kaddafi’ye karşı sadece Libya değil Sahra altındaki ülkelerin de başına bela olan cihatçı selefilerin palazlanmasına yol açan askeri müdahalede başı çekti. Fransa uluslararası koalisyonun oluşmasını beklemeden rol çalarcasına ilk saldırıyı yapan ülkeydi. Fransa sonradan Libya’da ele geçirilen silahlarla Mali’nin kuzeyini zapt eden Kaidecilere 2013’te müdahale etmek durumunda kaldı. Şu sıralar Mali’ye ilaveten Nijer, Çad, Moritanya ve Burkina Faso’da 3 bin 200 askerle Kaidecileri kovalayan Fransa son olarak Nijer’de Libya sınırına 100 km mesafede inşa ettiği askeri üssü kullanarak Libya sınırını aşacak militanları vuracağını duyurdu. Bu bölgelerde Kaide’den kopup IŞİD’e biat edenlerin sayısı da her geçen gün artıyor. Haliyle Fransa’yı vuran şiddetin buralardan beslenmesi de mümkün. [27]
Libya’nın, Nijerya’nın bugün içine düşürüldüğü durum ortada iken, Hollande’ın saldırı sonrası yaptığı açıklama, Cezayir bağımsızlık savaşı dönemindeki sömürgeci kibrinin olduğu gibi yerinde durduğunu gösteriyor. Fransa hukuk devleti imiş. Saldırı cumhuriyete karşı yapılmışmış. Görülmemiş bir barbarlıkmış. Peh! Kendi yurttaşları için dahi burjuva demokrasisi dâhilinde bir eşitliği sağlayamayan bir devletin, Afrika’da yeni Ruanda katliamları döneminin açılmasına ön ayak olduğu şu tabloda, bu riyakârlık mide bulandırıyor.
Türk devleti ise, Cezayir’in bağımsızlığına karşı aldığı tavrın konumuz bağlamında muhteşem bir devamı olan AKP dış politikasının üzerine bir de bölge liderliği, aktif dış politika, yeni Osmanlıcı yayılma hırsı ile tuz biber ekerek, TIR’larla gönderdiği mühimmatta Suriye halklarının, uçaklarla gönderdikleriyle ise Boko Haram kurbanlarının kanına bulanmış durumda.
Ülke içinde ise, güvenlik paketi ile son adımları atılan polis devleti zoruyla hayata geçirilen neoliberal muhafazakâr politikaların ve toplum mühendisliğinin ideolojik dayanağını İslam’dan devşiren bir AKP hükümetinin iktidarda oluşu, politik doğruculuğu “Şefin mutfağından günün darbe girişimi” saçmalığına vardırmamayı gerektiriyor.
AKP’nin kullanışlı mücahitleri
Kapanışı AKP’nin elinde kalan Selefiliğe dair muhtemel senaryolarla yapayım. Birincisi; “terör nedir görmemiş Türkiyeli naifliği” diye bir şey var. Bunun bir sebebi, terörün, Türk devletinin egemenlik pratiklerinin çok da dışında bir şey olmaması; örneğin Sivas katliamı sanıklarının avukatlarının, bürokrasi ve yürütmenin en tepe makamlarıyla ödüllendirilerek sahiplenilmesi, bu ülkenin Başbakanının, bu davanın sanıklarının zaman aşımından yararlanmasını hayırlı bulduğunu beyan etmesi ve aynı Başbakanın, “bin operasyon yaptım” diyen devlet terörü uygulayıcısı şahıs “ılımlı politik figür” olarak sunulurken sırf aykırı bir Müslüman olarak görüldüğü için Konca Kuriş’i işkence ederek katleden fundamentalist çizginin lideriyle baş başa görüşmesi gibi örneklerde gördüğümüz üzere [28], terörün normalleştirilmesidir. Ancak bu naifliğin bilmiyor göründüğü şey, devletin şiddet tekelini elinde bulundurabilse de, terör tekeline artık sahip olmadığı, olamayacağı. Gerçek terör nedir bilmeyen, terörü PKK sanan Türkiyeli nahifliği, işte kaç gündür Selefi terör bize de vurur mu endişesi ile AVM’lerden kaçıyor.
Kısacası AKP, kankardeş olduğu Selefi cihatçılıkla siyasi/ticari ortaklığını sürdürmenin yollarını bulamazsa, iç politikada çok sattığı istikrara karşı ciddi bir tehditle karşı karşıya kalabilir.
Fakat burada halklar açısından esas tehlike, bu terör ortaklığının sürmesi. Bu ortaklığın Kobane planı başarısız oldu. Batı’nın, Suriye’de bir zaferle “İslam suretinde neoliberal piyasa İslamı” projesi üzerinden uzlaşma momentini kaçırdığı kendi fundamentalistlerini sisteme geri kazandırması zor. AKP açısından ise buna hem dış politikadaki hesaplar, hem ideolojik zemin müsait. Kürdistan’da Kürt özgürlük hareketine karşı Hüda Par üzerinden kaşınarak sıcak tutulan gerilim, belki de cihat emeklisi Selefiler döndüğünde yabancılık çekmesinler diyedir!
Davayla illiyet bağı olmayan bir eylem
El Kaide’nin Yemen kolu tarafından sahiplenildiği açıklanan saldırıya dair cihatçı cenahta okuduğum güzellemeler, eylemin disiplini, soğukkanlılığı, estetikliği, iyi planlanmışlığı vs. gibi biçimsel yönlerini öne çıkarıyor. Boşa değil elbet. Biz inatla içeriğine bakalım.
Birincisi; bu eylemin, Allah’la, peygamberle, dinle falan en ufak ilgisi yok. Bu eylemin iddia edilen cihat davasıyla bağı mantıklı hiçbir şekilde kurulamaz. Bu seviyede bir eylemi kotaracak uluslararası ağa sahip bir örgütü[29], doğal tabanı saydığı sosyolojik zeminin (“.ikerler” nidalarıyla maç izler gibi saldırının videosunu izleyen, “Kürtlere, komünistlere, dinsiz köpeklere, çapulculara saldıralım mı?” diye devlet babalarının dizinin dibinde bekleyen Türkiye İslamcılarının mesela) muhakeme seviyesi ile sınamamak gerek. Erkek ezilmişliğini yine erkeklik üzerinden örgütleme amaçlı bir propaganda eylemi bu, o kadar. Tam da bu yüzden ilkesiz bir “gücü gücü yetene” eylemi. Hadi yüksek rütbeliler çok ütopik olur ama mesela Ebu Gureyb işkencecilerinden Charles Graner, 24 Aralık 2014’den bu yana özgür[30].
Ama daha önemlisi, bu eylemin özenle seçilmiş hedefi, İslami fundamentalizmin taşeron zihniyetini gösteriyor. Sistemle pazarlık içindeler, yani uzlaşmaya açıklar. El Kaide, Müslüman coğrafyasında seri şekilde mezhep katliamları yaparken Batılı metropollerde eylem yapmamayı tercih ettiğini saklamıyor zaten. Yaptıkları zaman da seçtikleri hedef, fundamentalizm eleştirisi kimi zaman epey sorunlu da olsa, solda duran muhalif bir mizah dergisi oluyor. Son kertede madalyonun diğer yüzü olan emperyalist fundamentalizmle birbirini tamamlayan, ona sağa çekme imkânı veren, solun alanını daraltan bir danışıklı dövüş.
Gizli kamerası ile zavallı lokanta/fırın esnafının mutfağında “gıda terörü” kovalayan ama devletin karakoluna gizli kamera sokup işkenceyi belgelemek aklına hiç gelmeyen Uğur Dündar ne kadar gazeteci idiyse, İslami fundamentalizm de Allah yolunda, Batı zulmüne karşı, ezilen Müslümanların izzeti için o kadar cihatçı.
Son söz, sadece on yıl öncesine kadar hem de bayağı bir ciddiye alınan Türkiyeli İslamcı entelektüellerin içine düştükleri içler acısı durum için. İktidarla o denli kirlendiler ki omurga namına ne varsa yitirdiler. Ölçeğin Türkiye olmaktan çıktığı ve darbe/paralel saçmalığının sökmediği bir meselede silinip gittiler. Yemeyip içmeden “ülkesini batıya şikâyet eden koloni artıkları” gibi argümanlar yumurtlayıp mevzuyu tekrar kendi çürük minderlerine çekmeye çalıştılar ama sallayan olmadı.
Bir tanesi bile duru bir cümle kuramadı, kendi değerlerini savunamadı. Türkiye gazetesinin “oh olsun”cu ilk manşetini geri çekmesi gibi, ya önce küfür sonra takiyye ya hep takiyye ya da hep küfür. Başka seçenek yok. Bir tanesi bile Hollande’ın açıklamalarına “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyecek yüze sahip değil. Öylesine üyesi olmuşlar egemenler kulübünün. Öylesine ortağı olmuşlar bu çürümüş “medeniyetin”.
Sonuç
Bu yazıyı bir önermede bulunmak için yazmadım. Ama Paris’te ölen karikatüristler, Nijerya’da canlı bomba yapılıp patlatılan 10 yaşındaki kız çocuğu, Boko Haram’ın katlettiği binler… Bu çılgınca vahşete [31], bu değer deflasyonuna karşı devrimci hayallerimizi [32] bugünün Stalingrad’ında savunan Kobane direnişini bir kere daha anımsayabilir, ümit vaat edici notlarımızı [33] birbirimizle paylaşabiliriz.
Tüm bir siyasal tarihin devrimci ütopyalara [34] akışı önündeki tıkanmayı açacak hamle, belki de yapıldı bile. Şimdi akışa yön vermek gerek. (SG/HK)
Dipnotlar
[1] https://twitter.com/londil/status/553850119913627649
[2] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ahmet_insel/insanligin_utanc_hali-1268292
[3] http://suheybogut.blogspot.com.tr/2015/01/boyle-saka-m-olur-lan.html?spref=tw&m=1
Kinizmin cümle içinde kullanılmış hali için ayrıca bkz. http://siyasol.org/sol-kinizm-kinik-solculuk/
[4] http://www.haberturk.com/yazarlar/rusen-cakir-2302/1028005-bu-barbarligin-altindan-nasil-kalkacagiz
[5] http://riyatabirleri.blogspot.com.tr/2015/01/katliam-savunmak-katliam-savunmaktr.html
[6] http://fotibenlisoy.tumblr.com/post/107536400264/charlie-hebdo-ve-biz
[7] Aslında saldırı sonrası tüm timeline ama özel olarak:
https://twitter.com/hilal_kaplan/status/553643137600864256
[8] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/korkarim_bu_daha_baslangic-1267459
[9] http://www.evrensel.net/haber/101672/suriyeden-parise-giderek-yayilan-siddet
[11] Slavoj Zizek de Charlie Hebdo mevzuunda buradan bir şeyler demiş:
[12] http://eski.bianet.org/2002/03/28/haber8830.htm
[13] Bkz. http://www.newleftproject.org/index.php/site/series/race_and_class_in_britain
[14] Tıpkı Türkiye’deki siyasal elitlerin İslamofaşizminin medyalarından pörtlemesi gibi: https://twitter.com/daghanirak/status/552798014348488705
Buna ilişkin şimdilik İngilizce tek referans: https://twitter.com/YiannisBab/status/553972458236424192
[15] https://dunyadanceviri.wordpress.com/2012/04/03/bahar-kisla-yuzlesiyor-mike-davis/
[16] http://www.imdb.com/title/tt0449467/
[17] Bkz. 6. dipnot
[18] http://www.dunyabulteni.net/haber/145131/cihan-tugal-ile-pasif-devrim-islamcilik
[19] http://www.idefix.com/kitap/piyasa-islami-patrick-haenni/tanim.asp?sid=EIUJEPKTS80Q0L6IFCB8
[20] https://twitter.com/ibnirumi/status/553638216218468352
[21] Bu kriz ve açığa çıkardığı riskler sadece Avrupa’ya özgü elbette değil. Ferguson eylemlerinde IŞİD bayrağı taşıyan siyahlar hatırlansın. Fakat ABD, her türlü fundamentalizmi kendine yontma konusunda Avrupa’yı yaya bırakacak profesyonellikte.
[22] Robert Fisk’in 2009’daki şu değerlendirmesi de aynı gerçekçiliğe ve aklıselime sahip: dunyadanceviri.wordpress.com
[23] Bkz 8. ve 9. dipnotlar
[24] https://dunyadanceviri.wordpress.com/2013/05/30/sykes-picotnun-sonu-mu-patrick-cockburn/
[25] Robert Fisk’in niye usta gazeteci olarak anıldığını gösteren bir gerçekçi ve aklıselim sahibi yorum daha (Fisk bu yazıdan sonra Suriye ordusundan subayları kaynak aldığı için tarafsızlığını yitirmekle suçlanmıştı): dunyadanceviri.wordpress.com
[26] http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25376791
[27] Bkz. 8 no’lu dipnot.
[28] İsmail Saymaz’ın hatırlatması ile (CNNTürk, Tarafsız Bölge)
[29] Selefi cihatçılığın emperyalizmle Afganistan’dan bu yana süren hastalıklı ilişkisinin ortalığa yaydığı kötü kokular, böyle bir ağa en devrimci örgüt bile sahip olsa, buna dayanarak düzenlediği eylemlerinin sarihliği konusunda halkları temin etme yükümlülüğünden asla muaf tutulmaması gibi bir ilkeyi zorunlu kılıyor.
[30] http://en.wikipedia.org/wiki/Charles_Graner
[31] HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş: “İnsan aklının yitirildiği çılgınlık döneminde yaşıyoruz. Akla ihtiyaç var”
http://www.youtube.com/watch?v=x_27WfY2Gmc&feature=youtu.be
[32] http://civiroglu.net/rojava-toplumsal-sozlesmesi/
[34] http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=723
Serap Güneş İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler mezunu, Bilgi İnsan Hakları Hukuku Yüksek Lisans öğrencisi. |