Ama aynı günlerde Birtan ile aynı sorgu odalarını paylaşan ve sağ kalanların daha sonraki tanıklıkları genç bir insanın yaşama hakkına uzun işkenceler sonunda son verildiğini ortaya koyuyordu. Bu işkenceli günler daha önce de pek çok insanın hayatına mal olmuş; DAL'a kötü bir "şöhret" kazandırmıştı. Birtan'dan sonra o soğuk odalarda yine bir kış günü İmran Aydın işkencede ölecekti.
Birtan'ın yaşamına mal olan işkence tarih boyunca var olmuştur. Resmi iktidarlar çeşitli amaçlarla işkenceye başvurmuş; işkence metotlarını geliştirmiş; işkencecileri korumuştur. Bunu anlamak için sadece işkence sanıklarına karşı gösterilen resmi tutuma bakmak yeterlidir.
Eğer savcılar işkence iddialarını soruşturmada isteksiz davranıyorsa; uzun ve bıktırıcı "soruşturma izni" talepleri yıllarca sürüncemede bırakılıp reddediliyorsa; işkencecilere değil işkence gördüğü için şikayetçi olanlara davalar açılıyorsa -hatta Süleyman Yeter örneğinde olduğu gibi öldürülüyorsa-; işkence delillerinin gizlenemez olduğu az sayıda vakada işkenceciler "af", "zamanaşımı" veya başka imkanlardan yararlanarak kurtuluyorsa orada artık işkence "münferit" olmayıp bir "devlet politikası"dır.
Bir dava, bir sistem
Birtan Altınbaş'ı işkence ile öldüren ve cinayet işleyen polislere karşı Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinde uzun yıllardır devam eden dava, son yıllarda atılan kimi adımlara rağmen devletin işkenceye yaklaşımının değişmediğini göstermektedir. Ölümün gerçekleşmesinden itibaren yoğun çaba ve uğraşlar sonucu ancak 1997'de açılan davada mağdurlar tam 16 yıldır "adalet" aramaktadırlar.
Bu yargılama sırasında dosyadaki bir sanığın dava sürerken başbakanın korumalığını yaptığı ortaya çıkmıştır. Başbakan ise bugüne kadar bir açıklama yapma gereği bile duymamıştır. İşkenceciler yargılanırken onları en azından soruşturma sonuna kadar açığa almaya gerek görmeyen İçişleri Bakanlığı, aradan geçen yıllarda bazılarını "terfi" ettirmeyi de ihmal etmemiştir. Yine davada sanık olarak yargılanan bir işkencecinin oğlu olan polisin başka bir işkence davasında "işkence yapmak" suçlamasıyla yargılandığı ortaya çıkmıştır. Doğrusu hiçbir ülkenin İçişleri Bakanlığına "baba-oğul işkenceciler"e maaş vermek yakışmaz. Ne yazık ki Türkiye bunu da görmüştür.
Davanın uzunluğu ve özellikle sanık polislerin adreslerinin dahi tespitinin yıllar alması uluslararası çapta yankı yaratmış; Af Örgütü başta olmak üzere çeşitli kurumlar uzayan yargılamaya dikkat çekerek uyarılarda bulunmuşlardır. Hatta, ABD makamları davaya resmen müdahale etmişlerdir. Ancak, dava ve duruşmalarda değişen bir şey olmamıştır. Korkulan ve umulan odur ki Birtan Altınbaş'ı işkencede öldüren polisler de tıpkı diğerleri gibi "zamanaşımı" kalkanından yararlanarak beraat edeceklerdir.
İşkenceyle Mücadelede Satırbaşları
İşkenceyle mücadele çok boyutludur. Kişilerin şiddet kültüründen arındırılmasından, toplumun güven ve huzur içinde yaşamasına; tutulanların temel haklarından, cezaevindeki infaz koşullarına; gözaltı sürelerinden, yargılanma haklarına; işkence faillerinin cezalandırılmasından, bu tür suçların soruşturulması ve kovuşturulması usul ve yöntemlerine kadar bir dizi husus işkenceye karşı mücadelede önemli rol oynar.
İşkence yasağı "mutlak" bir kuraldır. Bush ve "Neo-con hukukçuları"nın "işkenceyi yasallaştıran" yüzkarası uygulamaları bir tarafa "olağanüstü haller"de dahi işkencenin bir sorgulama yöntemi olamayacağı evrensel düzeyde kabul edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve pek çok ulusal-üstü örgüt işkence yasağının "askıya alınamayacak" türde bir hak olduğunu vurgulamıştır.
Hükümetler, işkence ve kötü muamelenin önlenmesi ve cezalandırılmasına yönelik yasama işlemleri, idari ve yargısal tedbirlerin tümünü almalıdır. İşkenceyi sadece gerçekleştirenler değil; bu eylemleri başlatan, emreden, cesaretlendiren veya izin veren herkes sorumlu tutulmalıdır. Ancak, Türkiye'de hükümetlerin bu sorumluluğu yeterince yerine getirmediği ve hatta işkencecilerin cesaretlendirildiği bizzat Başbakan Erdoğan tarafından Diyarbakır İl İnsan Hakları Kurulu'na gönderilen "işkence iddialarını araştırmayın" talimatı ile bir kere daha ortaya çıkmıştır.
Türkiye'de başta siyasiler ve diğer kamusal makamlardan (özellikle güvenlik güçlerinden) kaynaklanan ve işkenceye karşı mücadeleyi zayıflatan yaklaşımlar sona ermelidir. Hükümetler, işkence ve kötü muamele yasağına ilişkin olarak toplumu bilgilendirmeli; herhangi bir nedenle gözetim altında veya cezaevinde tutulan kişilerden sorumlu polis, asker, tıbbi personel ve diğer kamusal görevlilere gerekli eğitim verilmelidir. BBC tarafından yakın zamanda yapılan bir anketin sonuçlarına göre; Türkiye'de toplumun yüzde 24'ü "belli oranlarda işkence yapılabileceğine" inanmaktadır. Bu durum toplumun yeterince bilgilendirilmediğini göstermektedir.
Yargı ve mahkemelerce, adil yargılanmanın bir gereği olarak ama özellikle işkence ihlalcilerinin cesaretlendirilmemesi için işkenceyle alınan ifadelerin geçersiz sayılması ve dava dosyasından çıkarılması süreci başlatılmalıdır. Türkiye, işkence davalarında zamanaşımı süresini korumayı sürdürmektedir. Oysa insan hakları hukukunda, işkence "insanlığa karşı işlenen suçlar" kapsamındadır ve zamanaşımı söz konusu olamaz. Bu nedenle işkence suçunda zamanaşımı kalkmalıdır.
İşkence bir "insanlık suçu"dur. İşkence suçlarının soruşturması ve kovuşturmasında işkence suçunu hoşgörmeye veya küçümsemeye yol açacak usul ve yöntemler kabul edilmemelidir. İşkence gibi ağır bir suçun faillerinin tutuklu yargılanması veya en azından görevden uzaklaştırılması zorunlu bir tedbirdir. İşkence faillerine verilen cezalar caydırıcı olmak zorundadır. Türkiye'de işkence suçunun faillerinin cezasız kalması işkencenin varlığının devamına yol açmaktadır. İşkence ve kötü muamele ile ilgili soruşturmalar ciddi ele alınmadığı gibi; yargı, işkencecileri adalet önüne çıkarma konusunda isteksizdir. Şikayetlerin varlığına rağmen işkence suçundan hapiste yatan kamu görevlisi hala yoktur. Bu durum, "cezasızlık ortamı"nın varlığını devam ettirmesine ve dolayısıyla işkencenin sürmesine yol açmaktadır. Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), "2005 Yılı İnsan Haklarının Durumu Raporu"nda Türkiye'de işkencecilere cezasızlık sağlanmaya devam edilmesine haklı olarak sert eleştiriler yöneltmiştir.
İşkencecilere "af" çıkarılması, işkencenin engellenmesi ve gelecekte de bu tip suçların işlenmemesi yükümlülüğü ile bağdaşmamaktadır. Türkiye'de işkenceci memurlar sık olarak çıkarılan aflardan yararlanmışlardır. İşkencecilerin aftan yararlandırılmasına son verilmelidir.
TMK "işkenceye karşı sıfır tolerans" söylemiyle bağdaşmıyor
Türkiye'de Terörle Mücadele Kanunu (TMK), şüpheli-avukat görüşmelerine getirdiği yasal düzenlemeler ile diğer sonuçların yanı sıra işkenceye de ortam hazırlamaktadır. TMK'ye göre avukat-şüpheli görüşmesine 24 saat süreyle kısıtlama getirilebilmekte; şüphelinin kollukça ifadesi alınırken sadece 1 avukat hazır bulunabilmekte; avukatın dosyayı incelemesi ve evraklardan bir örnek alması engellenebilmektedir.
Avukatıyla 24 saat süreyle görüşemeyen her şüpheli potansiyel olarak kötü muamele ve işkence mağdurudur. Uluslararası hukukun kişilere tanıdığı "avukata gecikmesiz ve kısıtlanmamış erişim hakkı" işkenceye karşı da önemli bir koruyucudur. İfade almada 1 avukatın hazır bulunması, yüzlerce polisin görevli olduğu bir polis merkezinde "işkence ve kötü muameleyi belgeleme" zorluğuna yol açacaktır. Pratikte de kanıtlandığı gibi ikinci avukat hakkı işkence ve diğer hukuksuzlukları belgeleme olanağı sağlamaktadır.
Tutulan veya alıkonulan kişilerin sorgusunda yer alan görevlilerin açık kimlik bilgileri başta kendileri, yakınları ve avukatları tarafından bilinir olmalıdır. Sorgunun yeri ve zamanı gibi bilgiler de yargı açısından ulaşılabilir olmalıdır. Türkiye'de Terörle Mücadele Kanununda yapılan değişiklik ile sorgu görevlilerinin kimliklerinin "gizli tutulması" yasallaştırılmıştır. Bu işkenceyle mücadele anlayışıyla bağdaşmamaktadır.
Türkiye'de, işkence ihlalcilerinin işlediği suçlardan ötürü yargılanması sırasında devletçe kendilerine "yüksek ücrete sahip" birden fazla avukat atanması uygulaması işkencecilerin teşvikinden başka bir anlama gelmemektedir. Bu uygulama "işkenceye karşı sıfır tolerans" söylemiyle de bağdaşmamaktadır.
F-Tipi Cezaevi modeli yasallaşmış bir işkencedir
Türkiye, AB hukuki müktesebatının bir gereği olarak ve işkence suçunun işlenmesini caydırmak için işkence sonucu devletten alınan tazminatları "memuru"na rücu etmeyi kabul etmiştir. Hal böyleyken AİHM'in Türkiye'de işkence yapılması ile ilgili olarak çeşitli davalarda verdiği tazminatların "işkenceci memurlar"dan rücu edilmediği ortaya çıkmıştır. Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından verilen bilgiye göre; AİHM'de sonuçlanan 59 davada Türkiye "işkence yapmak" suçundan tazminat ödemeye mahkum edilmiş; ancak bu tazminatların hiçbiri memurlara rücu edilmemiştir. Bakanın açıklamasına göre sadece AİHM'de ödenen tazminatlar yönünden değil; Türkiye'deki idare mahkemelerinde işkence mağdurlarının İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı davalarda sonuçlanan dosyalarda ödenen tazminatlar sebebiyle bile görevli memurlara ciddi oranda bir rücu davası açılmamıştır.
Tutuklu veya hükümlülerin uzun süreli hücre hapsinde tutulmaları işkencenin ağır bir türünü oluşturmaktadır. Bu tür bir işkencenin ağırlığını ortaya koymak için ulusal-üstü hukuk belgelerinde "beyaz ölüm" tanımı yapılmaktadır. Türkiye'de 6 yıldır açılmış olan F-Tipi Cezaevi modeli, tutuklu ve hükümlüler için yasallaşmış bir işkencedir. Bu uygulamaya bir an evvel son verilmelidir.
* DAL: 12 Eylül sanıklarının işkenceyle sorgulandığı antiterör birimi.
** bianet'teki Birtan Altınbaş cinayetiyle ilgili haberlerin listesini görmek için tıklayınız.