Kuşkusuz bu gidişat, insanların ruh hallerine çaresizlik olarak yansıyor. Oysa herkes haklı olarak dünyanın sayılı zenginleri arasında olması gereken bu ülkenin zenginliklerinden payını alacağı günü bekliyor.
Bu yüzden Amerikan işgalini alkışlayanlar bile "peki şimdi ne olacak" noktasına gelmiş durumda. Gerçekten, şimdi ne olacak Irak'ta? işgale karşı çıkanından işgalciyle kayıtsız şartsız kol kola girenine herkesin kendine sorduğu soru da bu zaten.
Çünkü, on yıllardır süren baskıcı rejimin birçok nüvesi hâlâ sapasağlam dursa, Amerika'nın Irak politikası o baskıcı rejimden farksız olsa da, en azından kağıt üstünde Saddam Hüseyin rejimi yok artık. En önemlisi, Saddam Hüseyin de yok. Kısacası, başta Amerika olmak üzere, artık kimsenin mazereti yok; yani Irak'ın "özgürleştirilmesi", "demokratikleşmesi", "refahın paylaşımı" için kimsenin gerekçe göstermeye hakkı yok.
Asıl mesele şimdi başlıyor artık...
Herkes kendi gerçeğiyle karşı karşıya, işgalcileri bir yana bırakırsak, Irak halkı artık ne yapacağına karar vermek durumunda.
İşte Amerika'yı korkutan da bu: "Rejim devrildi, Saddam Hüseyin yakalandi. Biz artık kendi ülkemizde kendi kaynaklarımızı kullanmak istiyoruz." Kiminle konuşursanız konuşun, benzer bir talebi dile getiriyor Iraklılar.
Evet, "Iraklılar"!
Belki de tarifi, tanımı en güç olan da bu: Tırnak içindeki Iraklılar! Irak tarihinde yönetimin hep iskeletini oluşturan, Saddam Hüseyin döneminde de bu ayrıcalıklarını kullanan ve şimdi direnişi sürükleyen Sünniler mi?
Güçlerinin farkında olup bu gücü şimdiye kadar kullanmayan ve dinî liderleri Ayetullah Ali Sistani'nin "genel seçimi haziranda yapın" çıkışıyla ortaya ilk kez ciddi bir talep atarak Amerika'yı "tedirgin" eden Şiiler mi?
"Burası Kürdistan Federasyonu olacak, diğerleri ne olacaklarına kendileri karar versin" diyen Amerikan güvencesindeki Kürtler mi? Türkmenler, Asuriler mi?
Irak'ı hem hepsi birden temsil ediyor, hem de hiçbiri etmiyor...
Ama hepsi de özgür, hepsi refah içinde, insanca yaşamak istiyor artık. Buna karşı çıkmak koca bir aymazlık olur. Bu taleplerin nasıl örtüşeceği, gruplar arasında nasıl bölüşüleceği bir muamma. Çünkü herkes aslan payının peşinde. Ve korkulan, ezilenlerin gücü eline geçirdiği anda bir diğerine hayat hakkı tanımaması...
Ülke, sınırları belli olmamakla birlikte, fiilen ikiye bölünmüş durumda. Araç plakaları bile kimliğiniz hakkında ipuçları veriyor. Yasak değil ama, Kürt bölgesine ait plakalı bir araçla Kerkük'ten güneye, Arap bölgesine inenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Aynı güney ve orta bölge plakasıyla Kerkük'ten öteye, Kürt bölgesine geçenler gibi.
Sohbetler koyulaştıkça aralarındaki köprülerin yıllar önce atıldığını fark ediyorsunuz. "Aynı ülke içinde, ama birbirimizden biraz uzak duralım" havasındalar. Birbirlerine güvenmiyorlar. Hepsinin kendine göre gerekçesi var. Süleymaniye'de Kürt bölgesinin geleceğini tayin etmek amacıyla referandum kampanyası başlatanlar "Saddam rejiminin katliamlarını, enfallerini, sürgünlerini, Halepçeleri unutmuş değiliz" diyorlar: "Halkımızın bunları bir kez daha yaşamaması için her şeyi yapacağız. Federasyonsa federasyon ya da daha ilerisi. Ama ayrı bir yönetimimiz olacak, kazandığımız özgürlüğü geri vermeyeceğiz artık."
Politika yazıları yazan Bağdatlı Sünni Abdülhalim Zubeyri ise "yeni bir ülke ve yeni bir rejim olacak; Irak'ın bölünmesini isteyenler, Amerikan politikasına hizmet edenlerdir" diyor.
Aslında, Şii ve Sünni Arabı ve Kürdüyle tüm Iraklılar artık geriye dönüşün olmayacağını, Saddam Hüseyin benzeri bir rejimin varolmayacağını biliyor, içeriği, sınırları, yetkileri, kanunları, nüfus yapısı tartışılsa bile, Irak'ta federatif bir yapının kaçınılmaz olduğu da herkesin ister istemez kabul ettiği bir gerçek.
Ama dürüst olmak lazım...
Özgürlük, demokrasi, federasyon derken herkesin aklı bir o kadar da yeraltı kaynaklarında. Çünkü herkes petrol yataklarının çizilmesi muhtemel kendi sınırları içinde bulunmasını planlıyor.
Kerkük mesela...
Tarihî olarak birçok grubun gelip geçtiği, yerleştiği, hak ettiği, edebileceği bir dünya zenginliği. Fakirliği üstünden akan, vebali Saddam Hüseyin rejiminin boynunda duran bu kente herkes sahip çıkıyor.
Bir takım milliyetçi tarih tezleriyle bir gün Kürt, bir gün Türkmen, bir gün Arapların oluyor Kerkük. Yoksa bir şehir sevdası değil mücadelesi verilen. Kürt bölgesinde, 1992 yılından bu yana süren görece özerk bir durum söz konusu; bundan geri adım atılmayacağını Kürtler de biliyor. Yani Kerkük'ün kimin kenti olduğu tartışması öyle temiz bir tartışma değil.
Çevre ülkeler de Irak'ın federatif bir yapı dışında yönetilmeyeceğini çok iyi biliyor. Onların derdi de yetkileri, sınırları çizilmiş tek bir grubun, özellikle Kürtlerin petrol üzerinde söz sahibi olmaması. Koparılan gürültünün asıl nedeni bu. Amerika da farklı düşünmüyor zaten.
Kürtler dahil hiçbir gruba bırakmak niyetinde değiller petrolün kontrolünü. Amerikalılarla içtikleri su ayrı gitmeyen Kürtler de bunun bilincinde. Kürdistan Demokrat Parti (KDP) ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) yetkililerinin "Kerkük'ün durumunu ileriye atalım" derken çok açık telaffuz etmeseler de kastettikleri bu aslında...
Kürtler birçok konuda politikayı Amerikalılarla birlikte yürütüyorlar, bundan hoşnutlar ve gocunmuyorlar, saklamıyorlar. Hatta daha da ileri giderek ödedikleri diyeti -işbirliğinin karşılığını- istiyorlar.
Amerika'nın Kürtleri daha önce yarı yolda bırakmış olması unutulmuş değil. Hep bu mesafe korunuyor. "Acaba bu kez de Amerikan ihaneti tekrarlanır mı?" sorusu hep kafalarda. Kerkük yakınlarında yıllar sonra köyüne dönen Kürt bir öğretmen "bu kez, gerekirse, Amerikalılara karşı da savaşırız" diyor.
Zaten ufukta Amerikalıların böyle bir niyeti görünmüyor; hepsini olmasa bile, diyetin bir kısmını ödeyecekler. Bir parantez açarak söylemekte yarar var: Kürtlerin Amerika'yla yaptıkları işbirliğini dile getirmek niçin insanları kızdırıyor, anlamak zor.
Evet, bu bir işgal ve Amerika da işgalci. Uzun vadede işgal kimseyi özgürleştirmez
Ortadaysa tek bir gerçek var: Kerkük gibi diğer zenginliklerin de tek sahibi Irak halkı. Irak halkının kim olduğuna da kendileri karar verecek. Ama dedik ya, sorun kendi aralarında atılan köprülerde. Söz yeraltı kaynakları ve bunların Irak halkına yansımasından açılmışken, bunun Iraklılara yansımasının yıllar süreceğini görmek kehanet olmaz.
Yıllardır süren savaşlar, Amerikan ambargosu, 400 milyar dolara varan dış borç ve yerle bir olmuş altyapı, yani derler ya, iğneden ipliğe kadar, Türkiye dahil komşu ülkelerin iştahını kabartan yatırımlar derken halk çok uzun yıllar bekleyecek.
Bir de unutmadan, ülke Amerikan işgali altında, dolayısıyla bir de Amerika'nın alacağı var oradan. Bunun kaç yıl süreceğini ise kimse bilemez. Amerikan işgali dünya ajans ve televizyonlarının yansıttığı gibi değil, daha çok yansıtmadığı ya da rutinleştirdiği şekilde devam ediyor.
Yani işlerin iyiye gittiği filan yok. Amerikalılar "düşman" Iraklılara karşı her türlü kontrgerilla taktiğini uygulamaktan geri kalmıyor, insan hakları filan hak getire... Felluce - Bağdat arasındaki Abu Gharip hapishanesi yakında farklı bir abide olarak ortaya çıkacak gibi görünüyor.
Abu Gharip, Saddam Hüseyin döneminin en önemli simgesi, işkencehaneleri, sorgusuz sualsiz yıllarca süren tutukluluk halleri, gözaltında kaybolmalarıyla ün yapmış zalim bir rejimin simgesi.
Abu Gharip, şimdilerde gece baskınlarında alınan binlerce tutukluyla dolu. Dikenli tellerle çevrili, yüksek gözetleme kuleleri, ağır silahla donatılmış askerler, köpekler... Hapishanenin önü, tahta tabelalara asılmış isim listelerinde umutsuzca çocuklarını arayan ana-babalarla dolu.
"Film, fotoğraf çekmek yasak. Kurallara uymayanlara ateş açılır" tabelası işin görüntüsünü kurtarmak için, yoksa kolayca ateş açıp öldürebiliyor Amerikan askerleri. Tıpkı kameraman Mahzen Dana'ya yapıldığı gibi: Kamerayı roketatara benzetmişler! En azından, bu gerekçeyi göstermişler. Çünkü kuralları işgalciler koyuyor ve uyguluyor.
Irak'ta bugüne kadar herhangi bir hareket ve davranışından dolayı mahkemeye çıkmış bir Amerikan askerini en azından ben duymadım.
Ama korkuyorlar. Her şeyden ve herkesten
Boş yolu çekerken tesadüfen kameraya takılan Amerikan devriyesindeki askerlerin büyük panik içinde silahlarını üzerimize doğrultup kasetimizi almak istemesi gibi. Ateş açmak bile onun "hakkı". Bu hakkı ona işgal sağlıyor. Tıpkı Bağdat'ta Geçici Konsey'in basın toplantılarının yapıldığı binanın içinde, duşundan yeni çıkmış, sırtındaki havlusuyla "sigaranı söndür" diye emir veren, Amerika'nın orta bölgelerinden apartılmış ve Amerikalı olmaktan başka hiçbir kimliği olmayan yoksul köylü çocuklarının verdiği emirler gibi.
Daha mı? Ellerinde size yöneltilmiş tabancalar, M-16'larla trafiği düzenleyip kendi konvoylarına yol açan askerler için ne düşünüyor acaba Iraklılar? Bunlar sadece görünenler. Görünmeyenlerse gece baskınlarında. Amerikan askerlerinin baskınlarda kırdığı ev, dükkan kilitlerini gösteren ve nefretle tepkilerini dile getiren Felluceli esnafta. Ya da Felluce'de dört ay önce de gittiğimiz, ama bu kez girdiğimizde nefret dolu bakışlarla karşılaştığımız restoranda...
Bir de "bunlar Amerikalı" diye konuşulduğunu hissettiğimiz anda hemen uzaklaştığımız kent meydanında insanların gözünde hissettiğimiz linç psikolojisi; artık "yabancı" olmanız yetiyor yani. Özellikle bazı bölgelerde giyiminiz, ten renginiz, aracınız bile sizin için büyük tehlike oluşturuyor.
Bunlar tabii ki Kürt bölgesi için geçerli değil. Ama oranın da güvenli olduğunu söylemek imkânsız. Kim direnişçi, kim terörist, belli değil. Çünkü Irak'ta işgalin kaydırdığı zemin artık çok oynak. Ya da bu direniş veya teröre kimin neden olduğunu sormak gerekir...
Irak'ta işgalin başından bu yana topyekûn bir direniş hiçbir zaman olmadı. Şimdi de durum aynı. Parçalı bir direniş söz konusu. Ama örgütlü ve Amerika'nın saldırılarına göre taktik değiştiren bir yapılanma var. Saddam Hüseyin ya da arananlar destesinin yakalanamayan en önemli ismi İzzet İbrahim'le bağlantılı değil bu direniş.
Kendi içinde örgütlenen farklı grupların işi. İşlerinde uzmanlar. Şehirlerarası yollara uzaktan kumandalı bombalar yerleştiriliyor. Konvoylar pusuya düşürülüyor. Hedef, Amerikalı askerler kadar, onlarla birlikte çalışan Iraklılara kayıyor. Felluceli IÇDC (Amerika'nın oluşturduğu Irak Sivil Savunma Güçleri) polisinin yakındığı kadar var: "Amerikalılarla birlikte çalışmadığımızı anlatmakta güçlük çekiyoruz."
Bağdat'ta gece başlayan roket atışları binaları dipten sarsarken Amerikan askerleri artık büyük zayiat olmadıkça medyayı bundan haberdar etmiyor, olay bölgesine yaklaştırmıyorlar bile.
Zaten Green Zone denen bölgede kendilerini beton duvarların içine kapatmaları da işgalin halet-i ruhiyesini çok iyi açıklıyor. Savaş sırasında, Amerikan füzeleri bu bölgedeki Saddam Hüseyin'in saraylarını vururken, şimdi geceleri Iraklılar bu bölgedeki Amerikalıları vuruyor.
Amerikalı sivil askerlerin çoğalmış olması da dikkat çekiyor. Amerika birçok altyapı işini kendi şirketlerine ihale ederken, savaşın bile özelleştirildiğinin resmini çiziyor.
Birçok görev güvenlik şirketlerine devredilmiş; sivil giyimli, hormonlu vücutlu, kara gözlüklü timler bunlar. CIA, FBI da doğal olarak orada. El Kaide tarzı terör odaklı eylemleri, sivil hedeflere ve Erbil'de KDP ve KYB'ye yönelik eylemleri tabii ki bu kategoriye sokmak mümkün değil. Ama onların da başı Arap direnişçilerden çok İslamcı Kürtlerden yana dertte.
Amerika'nın tek çıkış yolu, yönetim mekanizmalarını bir an önce Iraklılara devretmek...
Ancak, "kontrolü kaybetmek" korkusuyla Amerika bunu yapamıyor, yapamadığı sürece de işgalciliği pekişiyor halkın nezdinde. Bu yüzden, biraz da Şiilerin zorlamasıyla Birleşmiş Milletler'i devreye sokmak istiyor. Çünkü bu işin altından tek başına kalkamayacağını hissediyor; kendisine payanda arıyor. Birleşmiş Milletler'inse Irak'ı düzlüğe çıkarıp çıkaramayacağı tartışılır.
Çünkü söz verilen takvime uyulmuyor. Bu yüzden işgale ilk günlerde sessiz kalanlar bile seslerini yükseltiyor, işgalin Irak'ı çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürdüğünü söylemek abartılı olmaz.
İşlerin iyi gitmediğini çok iyi bilen Amerikan yönetimiyse, Irak'ta "kitle imha silahlarını" aramaktan vazgeçse bile, "kitle imha yalanları "nı söylemeye devam ediyor. (MÇ/NM/YS)