Her şey üç yıl önce iş güvenlik yasasının yürürlüğe girmesinden hemen önce başlamış. İşveren Türk Metal sendikasını ve noteri fabrikaya getirtip tüm işçileri aynı gün bu sendikaya üye yaptırmış. Bu uygulama aynı işverene ait B Plas ve Cey Plas plastik fabrikalarında da yapılmış.
Bursa İş Mahkemesi'ne başvuran Petrol İş sendikası BPO, B Plas ve Cey Plastik Fabrikaları'nın plastik iş kolunda olduklarını iddia etmişler. Ancak üç yılın ardından mahkeme, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettişlerinin verdiği rapor doğrultusunda bu fabrikaların "03 nolu petrol, kimya ve lastik" işkolunda bulunduklarına karar vermiş.
Yani fıkra gibi; Bir plastik fabrikasının plastik iş kolunda olduğuna karar vermek için koca koca insanlar oturup üç yıl düşünmüşler. File "hayır ben fil değil, gergedanım" dedirtemeyince de taşlar yerinden oynamaya başlamış. Bursa İş Mahkemesi'nin 29 Aralık 2005'te karara bağladığı dava sonrası bu fabrikalarda çalışan işçiler toplu halde Petrol İş Sendikası'na üye olmuşlar.
Bu sendikal örgütlenme, örgütlü beş işçinin 24 Ocak 2006 tarihinde işten çıkartılmalarına dek sürmüş. 24 Ocak 2006 günü vardiya çıkışında bir araya gelen işçiler işten çıkarılan arkadaşlarının geri alınmaları konusunda BPO yönetiminden görüşme talebinde bulunmuşlar. Ama Fransız ortaklı BPO Fabrikası'nın Türk ve Fransız yöneticileri görüşme talebini reddederek jandarmayı müdahale etmeleri için fabrikaya çağırmışlar. Jandarma işyeri işgalini bahane gösterip, şiddete başvurup işçileri yaka paça sürükleyerek fabrika sınırları dışına atmış.
Böylelikle vatan korunmuş, işçiler dışında her kes mutlu olmuş. Zaten vatan dediğinde askere gidilir korunur, askerden dönülür iş bulunur, askerden dayak yenilir, işsiz kalınır, gerekirse dövüle dövüle uğrunda ölünürdü.
İlk geceyi fabrika önünde eksi 20 derece soğukta geçiren 150 işçi için uzun mücadele dönemi de böylelikle başlamış. Petrol İş Sendikası eylemci işçiler için bir otobüs tahsis etmiş. Her gece dönüşümlü olarak 15 kişi fabrika önündeki otobüste kalırken, bu sayı gündüz 150'yi buluyor. Bir de derme çatma Açıkhava çay ocağı yapmışlar.
SDP ve EMEP gibi seçim anketlerinde "ve diğerleri" hanesinde gördükleri "küçük" partilerin küçümsenemeyecek çabalarıyla yalnızlık hissinden biraz uzaklaşıyorlar. Televizyonda meydanlarda polisten dayak yerken gördükleri KESK, İHD gibi demokratik kitle örgütleri de ellerinde çay ve şeker paketleriyle sürekli moral ziyaretinde bulunuyorlar. Bu ziyaretler işçilere güç verse de, hepsinin sorumlu oldukları yaşamlar ve dondurucu soğuk gerçeği orta yerde duruyor.
Adalet üzerine düşeni geçte olsa yerine getirmiş. Ama patron Memduh Gökçen'in "ben bu sendika için BEMSA'yı kapattım, gerekirse burayı da kapatırım" demesiyle gerçek niyet ortaya çıkmış ve uzlaşma yolu iyice zora girmiş görünüyor. Soğuktan kızarmış yanak, burun ve ellerle karşıladıkları her ziyaretçinin eline sıcak çayı tutuşturuyor, durumlarını düzeltecek sihirli cümleyi bekliyorlar.
Küçük bir işletmeyken çalışmaya başladıkları fabrika gün gelmiş uluslar arası bir işletmeye dönüşmüş. Bu büyüklüğünü birde ISO kalite belgesiyle taçlandıran o küçük işletmeden eser kalmamış. Kendi büyüttükleri deve karşı mücadele veriyorlar şimdi. Fabrikalarının kalitesine diyecek yoktu ama aynı yaşam kalitesine ulaşamamış işçilerin söyleyecek çok şeyleri vardı;
Hüseyin Şahin: 32 yaşında, evli ve okula giden iki de çocuğu var. Altı yıldır BPO da çalışıyor ve 380,00 YTL maaş alıyor. Kirada oturuyor. Eşi çalışmıyor. (Hukuki süreç işlediğinden maaş alıyor diyorum, keza işten atılmış olsalar da hukuken dava devam ettiği sürece onlar hala çalışan.) "Bizler kalifiye elemanlarız" diyen Hüseyin Şahin "sendikalı olmamız karşısında hiçbir bahane bulamayan işveren, düşük performans gibi gerçek dışı uydurma nedenlerle bizi ekmeğimizden etmeye çalışmaktadır" diyor ve basından şikâyetini dile getiriyor.
Öyle ya her gün para verip aldıkları o boyalı sayfalarda, günlerdir yaşadıkları sorunlarından tek satır söz edilmemiş olmasını anlamak zordu. "Hiçbir gazetede çıkmadı mı?" diye soruyorum, aralarından biri "Zaman gazetesinde çıktı bir kez ve üç kez de Bursa'nın Sesi gazetesinde" diye yanıtlıyor. Bir diğeri "bundan sonra ne Posta, ne Hürriyet ne de Sabah alırım" derken, öteki "Bursa gazeteleri hep geldiler ama hiç yayınlamadılar, Fotomaç alıyordum artık onu da almam" diyerek tepkisini koyuyor. Nasıl yayınlasın ki yerel basın? Muhabirin aldığı haberi gazeteye yetiştirmesi o haberin yayınlanacağı anlamına gelmiyor ki. "O haber, patronun çıkarları gözetilerek yayın yönetmeninin kriter süzgecinden geçmeden yayınlamaz" ı nasıl anlatabilirdiniz ki o işçilere? Kaldı ki kendi patronlarıyla yerel medya patronları aynı işveren örgütü üyesi ve dosttular. Sonra FOTOMAÇ dediğinde bir futbol dedikodusu "gazetesi", okurlarının işsizliği neden onların yayın alanında olsundu ki? Yıllarca para verip, futbolcuların saltanat dolu yaşamlarını merak edip okumuşlardı bu gazeteden, futbolcularda işçilerin yaşadığı sefaleti aynı gazeteden merak edip okurlar mıydı acep?
Ahmet Çamurlu: 31 yaşında, evli ve bir çocuk babası. Dokuz yıldır BPO da çalışıyor ve 410,00 YTL maaş alıyor. Eşi çalışmıyor. 24 Ocaktan beri eşinin gözyaşının dinmediğini söylüyor Ahmet. "Bu fabrikayı bu hale biz getirdik ama bize reva görülene bir bakın" diyor ve ekliyor " Türk patron bizi hiç muhatap almazken, Fransız patron daha insaflı, bize hala tebessüm edip selam veriyor" diyerek çaresizliğine su serpiyor. Fransız patronun "insaflılığı" henüz sorunun çözümünde kendini göstermese de, bir teselli olarak beyinlerinin bir köşesinde yer ediyordu.
"Ne zamana kadar sürecek bu eylem?" diye soruyorum, biri hışımla "hâşâ ağabey ne eylemi, biz terörist miyiz ki eylem yapalım. Biz sadece hakkımızı arıyoruz" diye cevaplıyor. Haklıydı aslında. Tüm televizyon ve yazılı basın da aynı şeyi söylemiyor muydu? Bu güne dek hangi medya organı, meydanlarda hak arayana "eylemci terörist" dememişti ki?
Fabrika kapısına doğru bir hareketlilik yaşanıyor. Öğlen olmuş, yeni vardiya gelecek eski vardiya da aynı araçlarla fabrikadan ayrılacaktı. Bu arada kapı önünde bekleyen işsiz işçiler işli işçileri alkışlayarak protesto edecekler. İlk servis arcının görünmesiyle birlikte alkışlarda başladı. Her şeyi göze alıp cesaretle onurlarını ortaya koyanlar alkışlarken, servis aracının perdesiyle yüzünü örterek fabrikaya giriyordu esarete teslim olanlar. Bazıları bu utanca dayanamayıp işsizliği seçerek katılsalar da bu onur kervanına, birçoğu hala bu cesareti gösterememişti.
"Kızıyor musunuz, size rağmen hala çalışan arkadaşlarınıza" diye soruyorum. Biri yanıtlıyor "Hayır samimiyetle kızmıyor ve onları anlıyoruz, eminiz ki onlar bu manzara karşısında bizden daha zor anlar yaşıyorlardır. Bizim mücadelemiz aslında onlarında mücadelesi". Çalışmaya devam eden arkadaşlarının kendilerini "eylemci terörist" olarak görmediklerinden emin gibiydi. Servis araçları arasında binek araçlarda vardı. İşverenin evlerinden tek tek işçi toplamak amacıyla kullandığı araçlar. Kapının dışında kalanla, kapıdan içeri girenin o anki duygularını tahmin edebilmek zor değildi.
Sırada, çıkan vardiyanın uğurlanması vardı. Bu kez tüm işçiler kol kola girip çıkan servis araçlarına sessizce bakıyorlardı. Yine yüzler perdenin arkasında ve bakışamayan gözlerle ayrılıyorlar fabrikadan. İşçilerden bir grup "biz eyleme benzinlikte devam edeceğiz" diyerek ayrılıyordu. Eylem sözcüğünü kullandığının farkında mıydı bilmiyorum ama "niye benzinlikteydi?". Merakımı anlayan biri yanıtladı. Tuvalet ihtiyacı için ya 300 metre ötedeki benzinliğe, ya da 700 metre diğer taraftaki kahvehanelere gitmek gerekiyordu.
Güneşin ısıtmaktan öte aksesuardan ibaret şekli altında üşümeye ve söyleşmeye devam ettik.
Gülsüm Çetin: 42 yaşında, evli. Biri lise, diğeri üniversitede okuyan iki çocuğu var. Yedi yıldır BPO da çalışıyor. 380,00 YTL maaş alıyor ve 250,00 YTL kira ödüyor. Eşinin de aldığı işçi maaşıyla birlikte kıt kanaat geçindiklerini söylüyor. Oysa artık, azda olsa bir maaşta olmayacak. Hem bu yaşta ona kim iş verecekti ki. Ama olsun du, arkadaşlarıyla birlikteydi de bari şu soğuk olmasaydı. Erkekler bir şekilde dayanıyordu da şu soğuğa, kadınlık işte ne yapsın dı. Ama "bakma sen biz erkeklerden daha dirençliyiz" demeyi de ihmal etmiyor.
Gürbüz Coşkun: 31 yaşında, evli. Altı yaşında bir oğlu var. 13 yıldır BPO da çalışıyor. 420,00 YTL maaş alıyor ve evi kira değil. O mavi gözlerindeki hüzün neme gebe gibiydi. Onsekiz yaşında girmiş ve evlilik, doğum derken en verimli yaşlarını bırakmıştı bu fabrikada. Sıcak sudan soğuk suya el sokmazdı belki evinde ama patronu için yıllarca enjeksiyon, montaj işi ve kaynak yapmıştı o ellerle. "Bu ülkede kadın olmak zaten çok zordu, şimdi işsiz kadın olmak daha da zor" diyor ve ekliyor "çok daha zor durumda olan arkadaşlarım var. Kiraları, kredi kartları, telefon faturaları var ödenmeyi bekleyen". Doğru ya onca kredi kartını ve model model cep telefonlarını hangisi almamıştı ki.
Saat 10.00 da gelmiştim "haklarını arayan ve eylemci olmayan" işçilerin yanına ve yanlarından ayrılmam 13.30'u bulmuştu. Gazetecilerden medet umuyorlardı ama bilmiyorlardı, gazetecilerin iş ve sosyal güvenliklerinin kendilerinkinden de daha beter olduğunu.
Onların hikâyeleri aynı soğuk altında devam ediyor ve benim "bu haberi nerede ve nasıl yayınlatacağım?" hikâyesi başlıyor. Eğer bu haberi okuduysanız ve eğer bir işiniz ve de sıcak bir tas çorbanızda var ise, şanslı sayın kendinizi. Şansınızın yaver gitmediği günlerde etrafınızın kalabalık olmasını istiyorsanız eğer, dostlarınız orada ayazda sizi bekliyor.
Bir tas fazla sıcak çorbanız var mı? (EÖ)