İran'da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beri ortamın bir türlü yatışmadığı biliniyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar muhalif güçler olarak sokaklarda ya da eylem mecralarında neredeyse sadece işçiler, öğrenciler bazen de kadın hakları savunucuları vardı. Ancak, büyük çoğunluğu huzursuzluk içinde kıvranmasına karşın halk atıl ve kıpırtısızdı. Kimi yazar/edebiyatçı örgütleri ya da insan hakları kuruluşları zaman zaman, gelişen olaylara ilişkin bildiriler kaleme alıyor tepkilerini bu yolla, yazılı olarak ifade ediyordu. Ama İran'da geniş kesimlerin bir muhalefeti söz konusu değildi. Öte yandan, söz konusu kısıtlı eylem olanaklarının, korku ve baskı perdesinin aralanması anlamında niteliksel değerinin bu eylemleri de aşan bir yanı bulunduğu ifade edilmelidir. Örneğin, bu yıl 1 Mayıs'ta Lale Parkında düzenlenen mitingin böyle bir karşılığı bulunmaktadır. Miting, polisin ciddi saldırısıyla dağıtılmış, pek çok kişi gözaltına alınmıştı. Buna rağmen mitingin yarattığı heyecan küçümsenebilir boyutlarda değildi.
Diyasporadaki her türden muhalif kesim Kanada'dan Amerika'ya, Almanya'dan İsveç'e kadar yeri göğü inletiyordu ama İran'daki muhalefetin sesi öylesine cılız çıkıyordu ki neredeyse yaprakları bile kıpırdatmaya yetmiyordu.
Sürecin gerçek bir muhalif ayaklanmaya, direnişe dönüşmemesinin kimi özel nedenleri var ve bunlar üzerinde biraz durmak gerekiyor. Şimdi kabaca bu dinamiklere biraz yaklaşalım:
Bildiğiniz gibi İran bir şeriat devleti. Kısasa kısas sisteminin, recm denen taşlayarak öldürme biçiminin ve idamın yürürlükte olduğu bir ülke İran. İdam edilenlerin sayısı da yıllık ortalama alındığında herhalde günde 4-5 kişiden az olmayacaktır. İdam, cinayet ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi suçların yanı sıra özellikle ve elbette devlete karşı işlenmiş suçlar için acımasızca kullanılan bir yöntem. İdamın gerçekleşme biçimiyse cezaevi avlularında sabahın erken saatlerinde ve sessizce değil. Tam tersine idamlar, halkın gelip uzun uzun izleyebileceği ve "ibret alabileceği" biçimde düzenlenmiş bir vahşi ayin biçiminde gerçekleşiyor. Vinçler kuruluyor ve idamlıklar, gözleri bile bağlanmadan, ailelerinin, dostlarının ve akrabalarının gözleri önünde katlediliyor.
Polisin ve polisi hiç de aratmayan milis gücü Besic'in mutlak bir yetkisi ve gücü var. Bunu sokakta her an hissetmemek için hiçbir neden yok. Otomobille giderken, bir parkta sevgilinizle otururken, sinemada ya da bir alışveriş merkezinin girişinde değişik biçimlerde ve değişik dozlarda bu şiddetle karşılaşmanız olağan üstü bir durum değil. Bu, bir rutin. Öyle ki İran, özellikle geçen yıl, bu tarz şiddetin en aşağılayıcı ve en aşağılık örneklerine pek çok defa ve adeta bütün dünyanın gözleri önünde sahne oldu. Saçlarını uzatan , "batılı" modellerde kestiren ya da batılı gençler gibi giyinen pek çok İranlı genç kar maskeli polislerin vahşice saldırılarına maruz kaldı. Ağzı gözü patlatılmış bu gençler kimi zaman tekmelerle, postal zoruyla otomobillerin bagajlarına tepildi. Kimi gençlereyse davranışlarının rezilliğini görebilmeleri için ibret olsun diye tuvalet ibriği emzirildi ve bu ibrikler sonra bu gençlerin boyunlarına asıldı.
Ayrıca İran'da, tahmin edilebileceği gibi, çok katı bir sansür sistemi var. Bu, yalnızca politik metinlere ya da gazetelere yönelik olarak işleyen bir mekanizma da değil. Yayınlanacak her şarkı, basılacak her kitap, çekilecek her film özetle bütün kültür, sanat, düşünce ve hatta resmi anlayışla örtüşmeyen dini yayın bu mekanizmanın dişlilerine takılabilir, ufalanabilir. Sansür kurulu, hiçbir biçimde izin vermeyebileceği gibi, kafasına göre, sözcüğün gerçek anlamında "paşa gönlüne" göre bir şeyler ekleyebilir, çıkarabilir.
Sansürün dışında bir de yayın organlarının kapatılmaları var. Özel televizyon ve radyoculuğa izin verilmeyen İran'da her yıl aralarında yığınla günlük gazetenin de bulunduğu pek çok matbu yayın süreli ya da süresiz olarak kapatılmaktadır. İnternet sansürü de doruktadır. Her türden muhalif sitenin yanı sıra çok kısıtlı bir okur grubuna hizmet eden bloglar da kapatılmakta, sık sık sahiplerine ya da yazarlarına ilişkin soruşturmalar başlatılmaktadır.
Bilgilenmeyi sağlayan bir başka araç olan uydu antenleri de resmi olarak yasaktır. Buna karşın neredeyse her evde bir ya da birkaç tane vardır. Bunlar, rejimin gösteri vakitlerinde zaman zaman toplatılmaktadır. Telefon görüşmeleri de ciddi takip altındadır. İran'da bir sokak kulübesinden uluslar arası görüşme yapmak mümkün değildir. Bir yabancının böylesi bir iletişim için ya yanında getirdiği hattı kullanması, ya resmi posta merkezlerinden birine gitmesi ya da bulunduğu otelin telefonunu kullanması gerekmektedir.
Öte yandan, biliniyor ki, İran halkı ve İranlı muhalif kesimler uzun süredir facebook'un, twitter'in, youtube'in olanaklarını kalkışmalarına iyi bir payanda kılmış durumdalar. Sözünü ettiğim pek çok olaydan İran ve dünya kamuoyunun haberdar olabilmesi de büyük ölçüde bu sayede mümkün olabilmektedir.
Denebilir ki, bu aralar, bütün tarihsel ve toplumsal koşulların olgunlaşmışlığının yanı sıra bir de bu nedenle muhalifler bir araya gelebilme, iletişme olanağı bulabilmektedirler.
Yeniden Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve o günden beri durulmayan olayların seyrine dönmeye çalışalım.
Evet, Cumhurbaşkanlığı seçimleri için 470 küsur kişi aday adayı olarak başvurmuştu. Elbette bunlardan yalnızca birkaçı kadındı. Başvurular İslami Rejimi Koruma Konseyi tarafından değerlendirildi ve seçime yalnızca dört aday adayının katılabilmesine izin verildi. Bu adaylardan biri, "etkisiz eleman" konumunda olduğu için haylice önemsiz. Geriyeyse mevcut Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve muhalif liderler Musavi ile Kerrubi kalıyor. İşte bu dörtlü, yasal ve konsey tarafından onaylanmış oldukları için de meşru adaylar olarak seçime katıldılar. Ancak İslam rejiminin rehberi olarak kabul edilen Hamaney'in (Hamnei'nin) ve iktidar gücünün desteğini alan Ahmedinejad bir kez daha seçimi kazandı. Seçimde usulsüzlük yapıldığına kuşku yok. Ama doğrusu ya, usule uygun bile olsa, bugünkü sansür-otosansür ve dezenformasyon düzeni yıpratılmadığı sürece sonucun ciddi biçimde değişeceği de yoktu.
Seçimi izleyen günlerde, hepinizin yakından takip ettiği üzere, ortalık karışmaya başladı. Geniş halk yığınları ilk kez gerçek anlamda sokağa döküldü. Kazan artık kaynıyordu ve bir mum alevi bile bu kaynamayı süreklileştirmeye yetecekti. Öyle de oldu. Sokak gösterileri ve çatışmalar birbirini izledi. Her aşamada polis de yığınla eylemciyi gözaltına alıyor ve işkenceden geçiriyordu. Tutuklular, şiddeti bir anlamda Diyarbakır cezaevini ya da 12 eylül zindanlarını hatırlatan kara-efsanevi Evin Cezaevine gönderiliyordu. Ki halen de öyledir.
Seçim sonrası dönemde çok geçmeden bütün Batının, Avrupa'nın, İran halkının önemli bir kesiminin açık desteğini alarak seçime giren Musavi'nin sesi ansızın kesildi. Kimileri Musavi'nin bu tavrını döneklik/kaçaklık biçiminde açıklarken, kimileri de ülkenin kan gölüne dönmemesi ya da koşulların çok kötü bir noktaya evrilmemesi için bilinçli (taktik) bir tavır olarak açıkladı. İşte o sessizlik neredeyse 10 gün öncesine kadar sürdü.
Bu arada, seçime katılan adaylardan oy sıralamasında üçüncü konumda bulunan Kerrubi, seçimi izleyen günlerden başlayarak çok daha gözüpek ve açık bir tavrı söz konusu etmeye başladı. Öyle ki, büyük umutlar bağlanan Musavi'nin imgesi Kerrubi'nin cüreti karşısında daha bir silikleşti.
Kerrubi, özellikle, gözaltındakilere işkence ve tecavüz vakalarını yüksek sesle ifade etmeye başladı. İslami Rejimi Koruma Konseyi'nin onayını alarak seçime katılabilme olanağı kazanan Kerrubi gibi birinin konuyu gündeme getirmesi, egemenler için çok büyük sıkıntılar doğurmaya başladı ve Kerrubi hedef tahtasına yerleştirildi. Çok geçmeden başta Ahmedinejad olmak üzere hükümet yanlıları, Kerrubi ve Musavi'nin "fitnecilik" nedeniyle tutuklanması talebinde bulundular. Bu talep kabul edilmedi. Ancak, bu liderler yerine onların yakınları ve müşavirleri gözaltına alındı. İzleyen günlerde de Kerrubi sokakta bir grubun fiziki saldırısına maruz kaldı ve hafif yaralandı. Kerrubi, ölümüne de olsa gerçeklerin arkasında duracağını ilan etti ve bir kez daha Musavi'ye fark atmış oldu.
Kuşkusuz ki, her iki lider de (Hatta muhaliflere kimi zaman açık kimi zaman da örtük olarak destek veren Hatemi ve Rafsancani de) 79 devriminin dengesini ustaca solun aleyhine bozarak devrimi temellük eden kanlı koalisyonun neferleridir. Ancak, süreç içinde mevcut gruplarla, en azından hükümet etme düzeyinde, aralarının açıldığı açıktır. Ve kuşkusuz ki, bu kesimlerin farklı çıkar gruplarının temsilcileri olmalarından kaynaklanan bir ayrışmadır bu. Bu nedenle, her ikisinin önerisi de temelde düzen içi ve dinci bir iyileştirme talebinin ötesine geçmemektedir. Ancak, koşulların bu kadar sert ve acımasız olduğu bir iklimde bu hareketlerin, yani "yeşil hareket" olarak adlandırılan bu muhalif hareketler toplamının özellikle sol güçler için bir kamufle olma ortamı yarattığı, onlar için bir siper sağlama işlevi gördüğü de su götürmez. Bunun politik/ideolojik haklılığı ya da doğruluğu kuşkusuz ki ayrı bir konudur.
Gelinen evredeyse, işler iyice sarpa sarmış bulunuyor. Çünkü seçimi izleyen günlerde doruklara ulaşan, sonrasındaysa hiçbir biçimde bütünüyle yatışmayan, ama harareti azalan, eylemler dizisi en ve tek ılımlı Ayetullah olan Montezeri'nin ölümüyle birlikte yeni bir evreye ulaştı. Montezeri, İran'daki kimi laik çevrelerce ölümü kaygı ve üzüntüyle karşılanan biri oldu. Pek çoğu, onun ölümüyle birlikte bir sayfanın daha kapandığını, açılacak olanınsa yeni bir kara sayfadan başka bir şey olmayacağını düşündü. Rejim, İran'da Şeb-i Yelda adı altında bir tür bayram olarak kutlanan 21 Aralık'ı böylesi bir tarih için belirlemenin beyhudeliğinin farkında olduğu için, 22 Aralık'ı, istemeye istemeye de olsa, Montezeri için yas günü ilan etti. Muhaliflerse hem Montezeri'ye olan saygılarından hem de fırsatı ganimet bildiklerinden, bu günü bir büyük anma, yani aslında gösteri, gününe dönüştürmeye karar verdiler. Böylelikle giderek yoğunluğu azalmış olan çatışmalar bir kez daha harlanmış oldu.
Muntezeri'yi anma günleri sırasında patlak veren olaylar dizisi, takvimin cilvesi nedeniyle Aşura günleriyle örtüştü. Bu da, rejim ve hükümet yanlılarının daha bir öfkelenmesine neden oldu. Bu nedenle, resmi makamların örtük teşvikiyle, muhaliflere yönelik büyük bir düzen yanlısı miting organize edildi. Mitingde Musavi ve Kerrubi'ye yönelik öfke ve nefret, tehditler eşliğinde bir kez daha yüksek sesle ifade edildi.
Gelinen noktaysa çok kritik. Çünkü Türkçe yayın da yapan kimi resmi İran yayınlarında bile "fitneci"lerden ve bu ayaklanmalardan söz edilir oldu. Oysa bu yayınlar, ülkede yer yerinden oynasa bile asla duyurmaz, bunun yerine Ahmedinejad'ın ya da Hamaney'in devlet politikalarıyla, dini günlerle ilgili açıklamalarına ya da örneğin başka ülkelerle yapılan anlaşmalara falan yer verirlerdi. Gerilim o kadar tırmanmış durumda ki, bu yayın organları bile muhaliflerin eylemlerini lanetleyen haberlere yer vermek zorunda kalıyorlar. Hatta Hamaney, yaptığı son açıklamada, Aşura günlerinde, Hz. Hüseyin'in hatırasına yapılan bu saygısızlığı bağışlamayacaklarını ifade etti. Son günlerde yapılan açıklamalardaysa ortalığı karıştıranların Musavi -Kerrubi yandaşları, Halkın Mücahitleri adlı dinci örgüt ve monarşi yanlılarıyla Pan-Türkist bir takım gruplar oldukları ve yaptıklarının hesabının sorulacağı ağır bir dille ifade ediliyor.
Bu arada, Musavi'nin yeğeni, geçtiğimiz günlerde önce bir otomobille ezildi, ardından da araçtan inen biri tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Bu, Musavi'ye ilişkin bir gözdağıydı. Musavi'yse yaptığı son açıklamada, Ahmedinejad hükümetinin seçim sonuçlarının adil bir biçimde yargılanmasını sağlayacak düzenlemeyi yapması gerektiği anlamına gelen sözler söyledi. Bu, kimi çevrelerde, daha önce "Ahmedinejad hükümetinin hiçbir meşruiyeti yoktur" biçiminde görece ağır sözler eden Musavi'nin çark etmesi biçiminde yorumlanıyor. Kimiyse, bu tutumu Musavi'nin kan dökülmesini engelleme çabası olarak okuyor. Musavi ve Kerrubi ikilisinin bu hiç de "kuru gürültü" anlamı taşımayan tehditler karşısında ne yapacağı sürecin rengini de bir anlamda belirliyor olacak.
Özetle, şöyle söyleyebiliriz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini izleyen günlerde başlayan olayların bir tür milat olduğu, zaman zaman yoğunluğu azalsa da gösterilerin ve ayaklanmaların, hiçbir zaman bütünüyle sona ermeyeceği açıktı. Ancak bugün çok daha kritik bir noktaya gelinmiş gözüküyor. Süreç ya çok daha kanlı bir hal alacak ve olaylar artarak devam edecek ya da muhalifler hiç değilse belli bir dönem için sindirilecek. Bu sindirme operasyonunun çok kanlı geçeceği, eskisinden de kanlı geçeceği yönünde ciddi kaygılar var ve bu, muhalif kesimlerce dile getirilmeye başlandı bile. Bu kesimler, eylemlere katılanların idamla yargılanmasından endişe ediyor.
Bütün bunlara, Pan-Türkist akımların bir Güney Azerbaycan yaratma çabaları, Kürt örgütlerinin gerilla mücadeleleri, Irak sınırına yakın ve Arap kökenlilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Halkın Mücahitleri örgütünün, Sistan-Belucistan bölgesinde kimi şeriatçı örgütlerin yaptıkları kanlı saldırıları da ekleyince İran'da işlerin bundan böyle daha da zorlaşacağını söylemek mümkün oluyor. Söz konusu bütün eylemlerde Batı'nın ve özellikle de İsrail ve Amerika'nın öyle ya da böyle dahli bulunduğunu da göz önünde tutmalıdır. Elbette bir de ABD'nin İran'ı kıskaca alma çabalarına daha bir hız verme girişimlerini eklemelidir. Hepsinin günlük hayatta siyasal, sosyal ve ekonomik düzlemde ağır sonuçlar doğuracağıysa aşikâr. Zaten artan ambargolara ve savaş tehditlerine bağlı olarak, ya da bunlar bahane edilerek, İran'da uzun zamandır petrol de dahil bir çok şeye ciddi zamlar yapılıyor veya kotalar getiriliyor. Bu nedenle enflasyon büyük bir hızla yükseliyor.
Dolayısıyla resmin karanlık yüzünde ciddi çatışmalar, kan, gözyaşı, işkence ve pahalılık var. Ama bunların İran'da komünistler için son derece uygun bir iklim yarattığına da kuşku yok. Yine de belirtmeli ki, kimi İranlı komünist örgütlerin iddialarının tersine, ülkede komünist solun gücü, en azından şimdilik, haylice sınırlı gözüküyor.(SA/EÜ)