7 Ekimde ise Saddam'ın kitle imha silahlarını arayan "Irak Araştırma Grubu"nun "son söz"ü dünya basınına yansıdı: "Irak'ta kimyasal, biyolojik ya da nükleer silah bulunamadı."
Irak işgalinin iki gerekçesinin aslında gerekçe olmadığının, işgalin yalanlar üzerine inşa edildiğinin itiraf ve kanıtı olan bu açıklamaların bugün çok büyük bir önemi yok. Zaten son üç yıldır Amerikan - İngiliz kuvvetleri tarafından yağdırılan bombaların "terörle savaş"la bir ilgisi olsaydı, herhalde o bombaların hedefi Irak olmazdı.
Rumsfeld ve Irak Araştırma Grubu'nun açıklamalarından bir ay kadar önce, 2 Eylül'de, Cantor Fitzgerald şirketi New York federal mahkemesinde Suudi Arabistan devletine 7 milyar dolarlık bir tazminat davası açtı. Bu şirket ABD'nin en büyük menkul kıymetler aracılarından biridir. Bir zamanlar operasyonlarını İkiz Kuleler'deki katlarından yöneten Cantor Fitzgerald'ın 658 yöneticisi ve çalışanı, üst yönetimdeki üç kişiden biri olan Doug Gardner * dahil, 11 Eylül saldırılarında hayatını kaybetmişti.
10 Eylül 2004'de ise, İkiz Kuleler'in sahibi olan New York ve New Jersey Liman İdaresi, Suudi Arabistan devletine dava açacağını resmen bildiriyordu .
Cantor Fitzgerald'ın açtığı davada Suudi Arabistan hükümeti, El Kaide'ye mali destek vermek, bilerek ve isteyerek El Kaide üyelerine iş sağlamak, El Kaide parası aklamak ve örgütün ev, sahte belge, silah ve askeri teçhizat temin etmesine yardımcı olmakla suçlanıyor. Dava dosyasında ayrıca, "Bu sürekli mali ve maddi destek, El Kaide'nin 11 Eylül saldırılarını planlamasını, koordine etmesini ve gerçekleştirmesini mümkün kılmıştır" da deniyor.
Daha önce 11 Eylül Araştırma Komisyonu'nun raporunda ise Suudi Arabistan için "İslamcı aşırı uçlarla savaşta sorunlu bir müttefik" deniyor, Suudi fonlu okulların aşırı uçlar tarafından kullanıldığı belirtiliyor ve 11 Eylül olaylarından sonra Suudi devletiyle terörizme karşı işbirliğinde gelişme sağlanmasına karşın "önemli sorunların devam ettiği" vurgulanıyordu.
Açılan davalar, "algılanan gerçeklik" açısından davacılar ile Beyaz Saray yönetimi arasındaki bir asimetriyi ortaya koyuyor.
11 Eylül olaylarını izleyen birkaç hafta içinde, 24'ü Bin Ladin ailesi mensupları olmak üzere toplam 142 Suudi Arabistan vatandaşının iki özel uçak ve yaklaşık iki düzine yolcu uçağıyla ABD'den ayrılmasına izin verilmiş, bu ani göç Beyaz Saray tarafından onaylanmıştı. O günlerde ciddi bir sorgulamaya tâbi tutulmadan ABD'den ayrılanlar arasında, FBI tarafından "terörist bağlantısı" şüphesiyle izlenen iki Suudi Arabistan vatandaşı ve "terörle bağlantılı olabileceği" öngörülen örgütler listesinde yer alan "Dünya Müslüman Gençlik Birliği"nin lideri Abdulah Bin Ladin'le aynı evi paylaşan Ömer Avad Bin Ladin (Usame Bin Ladin'in yeğeni) de bulunuyordu.
"İstikbal" harekâtları
Ama denebilir ki, Cantor Fitzgerald ve NY&NJ Liman İdaresi'nin yöneticileri Beyaz Saray'da görev yapıyor olsalardı, herhalde onlar da Bush ekibinin yaptıklarını yaparlardı. Herhalde onlar da Suudi Arabistan Krallığı'na değil, Irak'a savaş açarlardı. Öte yandan, Beyaz Saray ile müttefiklerinin perspektifinden geçmişe doğru bakıldığında, herhalde ne on binlerce Iraklı'nın, ne de 1000'in üzerinde Amerikan askerinin "bir hiç uğruna öldüğü" söylenebilir. Onlar hiç kuşku yok, Irak halkının önüne yerleştirilen "istikballer"in gerçekçi olabilmesi için can vermişlerdir.
Irak'a koloni valisi olarak atanan Paul Bremer, Mayıs 2003'de söylediği sözleri, "Irak'ta dükkân açılmıştır" / " Iraq is open for business " sözlerini, işgal altına alınmış bir Suudi Arabistan'da söylemiş olsa, anlamlı olur muydu? Dükkânın zaten açık olduğu bir ülkede?
Bremer'in 2003 mayısındaki sözleri, 1999 başlarında ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya tarafından Belgrad hükümetinin önüne konan "Rambouillet barış anlaşması"nın ekinde yer alan maddeyi çağrıştırıyor: "Kosova ekonomisi, serbest piyasa ilkelerine uygun işleyecektir. İnsan, mal, hizmet ve sermayenin Kosova'dan dışarı ve Kosova'ya serbestçe girip çıkmasına hiçbir engel olamaz."
Bu maddeyi içeren bir "barış anlaşması", "etnik temizlik"te Sırp milliyetçilerinden hiç geri kalmayan. 2. Dünya Savaşı yıllarının faşist "Ustaşa" ruhunu dirilten Franjo Tujman liderliğindeki Hırvat milliyetçilerinin önüne neden konmamıştır? "Serbest piyasa"ya entegrasyonunda bir sorunla karşılaşılmayan, 1999 sonrasında hızla AB üyelik sürecine giren, "dükkânın zaten açık" olduğu Hırvatistan'ın önüne?
1999'daki NATO harekâtı ve Irak işgali arasındaki paralelliklere bakarak, bu tür askeri harekâtların "terörle savaş"la ya da "insan hakları ve demokrasinin tesisi" gibi "soylu" amaçlarla hiç ilişkili olmadığı, bu harekâtların halklara "istikballer"in sunulması ile bağlantılı olduğu sonucuna varılabilir.
Irak işgalinde Bremer'in ilk icraatlarından biri, içlerinde sadece askerler değil, doktorların, hemşirelerin ve öğretmenlerin de bulunduğu yüz binlerce kamu görevlisinin işlerine son vermek olmuştu. Haziran'da ise, ABD'den bir askeri uçakla döndüğü Irak'a ayak bastığında şu açıklama yı yapmıştı: "Verimsiz devlet işletmelerinin özel sektöre devredilmesi, Irak'ın iktisadi kalkınması açısından esastır."
Bremer, 37 No.'lu Talimatname'yle Irak'taki kurumlar vergisini yüzde 40'dan yüzde 15'e indirmiş, No. 39'la yabancı şirketlere Irak'taki varlıkların (doğal kaynaklar dışında) yüzde 100'üne sahip olma ve kârlarının yüzde 100'ünü ülke dışına transfer etme imkânı tanımış, No. 40'la yabancı bankalara da aynı imkânları tanımıştı. Saddam Hüseyin'in sendikaları ve toplu sözleşmeyi yasaklayan politikası ise hiç değiştirilmeden sürdürülmüştü.
24'lük Jay Hallen, Bağdat Borsası'nı kurmaya geliyor
Irak işgalinin meşrulaştırılmasında bugün "Irak halkının Saddam zorbalığından kurtarılması" teması öne çıkıyor. "Kitle imha silahları tehdidi" ve "El Kaide bağlantısı"nın elle tutulur bir tarafı olmadığını zaten ne zamandır bilen, ama Irak'taki ABD-İngiliz varlığına sempati ile bakılmasını isteyenler, "giderek azan İslamcı teröristler" ve "baş kesme"lerin oluşturduğu fonda bu temayı "asıl büyük gerekçe" olarak takdim edip duruyorlar.
Oysa çimentodan çamaşır makinesine, sabundan kâğıda, halkın tüm temel ihtiyaçlarını üreten 200 devlet işletmesinin özel sektöre devri operasyonundan önce, 10 yıllık ambargo, Saddam zorbalığı ve son olarak büyük bombardımanın altında haşat olmuş bir halka, ilk yardım eli nasıl uzatılır? Mevcut işletmelerin faaliyetlerine -hiç değilse o halk yaralarını sarana kadar- devam etmesi sağlanarak ve insanlar işlerinde tutularak mı? Yoksa bu işletmeler çalışmaz hale getirilerek, daha ilk günden Iraklı girişimcilere kapalı özelleştirme operasyonları başlatılarak ve yüz binlerce insan işten atılarak mı?
Ama işte, Batı Balkanlar'da 1999'da olduğu gibi Irak'taki "kurtarma" operasyonunda da halkın yaralarının sarılması için bir çırpınma falan görülmemiş, bunun yerine çok kısa bir süre içinde ve sistematik bir biçimde halkın iki alternatif "istikbal" ile yüz yüze kalması sağlanmıştır: Ya harekâtçıların bütün "doğrular"ı, üstelik "gönüllü" olarak kabul edilecek ve vaad edilen yolda yürünecektir ya da yok olma seçilecektir.
Vaat edilen yolda neler vardır neler: Saddam gibi zorbaların olmadığı. verimsiz devlet işletmelerinin özel sektöre devredilmesiyle hızla kalkınmaya başlamış. New York'la eşzamanlı olarak vizyona giren filmlerin patlamış mısır eşliğinde özgürce seyredildiği. insanların devlete yakınlıkları değil yetenekleri oranında terfi ettiği. erkeklerle kadınların hiç tadamadıkları zevkleri tattığı. insan hakları örgütlerinin cirit attığı ve insanların haklarının üzerine titrediği. alışveriş merkezleri, kafeleri, fast food'cularıyla pırıl pırıl, modern bir ülke.
Ya da tüm karanlık ve geri kafalı barbarların er geç varacağı nokta: Kahredici bir biçimde hor görülme, dünyadan dışlanma, hapsedilme, bir operasyonda yaralanma ve belki ölüm.
Ama başka bir coğrafyada, benzer durumda bırakılan insanlar tarafından hızla yapılan bir seçimin Irak'ta tekrarlanması sağlanamamıştır. Batı Balkanlar'da başarılı olan "travmayla tedavi" yönetiminin Irak'ta geri teptiği ne zamandır açıkça görülüyor. Belki hayal güçlerine ve hırslarına yenik düşen Beyaz Saray şahinleri travmayı abarttıkları için sonuç böyle olmuştur. Belki iki istikbalden biri (ölüm) fazla önde, diğeri (mutluluk, bolluk, özgürlük) fazla geride kalmıştır.
Sonuçta Irak'ta işin uzaması, gözlemlemeye ve düşünmeye biraz vakit bulmayı ve "değişen dünya"ya özgü bir "harekât modeli"ni tüm çıplaklığıyla görebilmeyi sağlıyor. Ve Irak'taki "istikbal" harekâtında hâlâ üstünde hiç durulmayan öyle "ayrıntılar" var ki . Mesela, "Irak halkına acil yardım" kapsamında, 24 yaşındaki Jay Hallen'ın Bağdat Menkul Kıymetler Borsası'nı kurma göreviyle Bağdat'a getirilmiş olması. Bir de "Irak polisine maliye yönetimi ve bütçeleme" danışmanlığı yapmak üzere gelen 21 yaşındaki Scott Erwin var. Bu genç yeni görevine, tamam devlette yakını olduğu için de (ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin ofisindeki stajyerlerden), ama kuşkusuz yeteneğiyle, "dondurma kamyonu sürücülüğü"nden terfi etmiş.
On binlerini bombalara veren Irak halkının "hayati öncelikleri"nden biri olarak Bağdat Borsa'sının ayağa kaldırılması için 24'lük acar çocuklar didinirken, Suudi Arabistan'da ne tür şeyler yaşanıyor? Davalık olmanın dışında? Son gelen haberlerden biri, Suudi hükümetinin Şubat 2005'de görkemli bir "kontr-terör konferansı" düzenlemek üzere hazırlıklara başladığı. Artan petrol fiyatlarıyla servetleri daha hızlı büyüyen Suudi soyluları, konferans için Beyaz Saray'a da bir davetiye göndermişler. Onlar da dünya insanlarına, tabii özellikle de "müttefikleri"ne, teröristlere karşı kapı gibi Suudi desteği ve dayanışmasının olduğu bir istikbal sunuyorlar.
İçerde "darbe"yle
İstikbal meselesini belki bir de "istikbalin muhatapları" açısından düşünebiliriz:
Dünyanın herhangi bir yerinde, "mevcut durumun sürdürülmesi" ile "değişim" isteklerinin karşı karşıya geldiği bir münazara yapılsa, değişimciler herhalde ağır basacaktır. Yani daha iyinin mümkün olmadığı, olabilecek en iyinin yaşandığı bir durum yoktur ki. İnsanlar sabah kalktıklarında gözlerini ovuştururken bu münazarayı hatırlasalar, işe giderken otobüste bu münazara üzerine düşüncelere dalsalar, işte çalışırken ve akşam eve dönerken, sonra yemek yerken ve uyumaya hazırlanırken ya da sevişirken veya çay demlerken bu münazaraya bir şeyler ekleseler. er geç "mevcut"u değiştirmek üzere bir şeyler yapmaya, onu en azından bir ucundan tutup çekiştirmeye başlarlardı.
Ama bu zor bir yaşam olurdu. Sabah mahmurluğunda, otobüste, işte ve diğer yerlerde, bir "istikbal"i hayal etmek ise hiç zor değil, üstelik çok eğlencelidir. Alabildiğine bolluğun olduğu, alma gücünün neredeyse sınırsız olduğu, sevgi ve şefkatin insanı sarıp sarmaladığı, cinsel tatminin sınır boylarında özgürce dolaştığı, hatta belki "ölümsüzlük iksiri"nin aspirin gibi eczanelerde satıldığı bir istikbal!
İşte, çeşitli çatışmalar ve çözümsüzlükler nedeniyle mevcudu dilediği gibi sürdürmede zorlanan bir sınıf insanın, Yugoslavya ve Irak örneklerinde olduğu gibi şunu yapması da bu yüzden sadece mümkün değil, aynı zamanda gayet akılcı oluyor: "Mevcuttan rahatsız "otobüs yolcuları"nın önüne "istikballer" koymak: Biri, o hayal etmesi bile eğlenceli olan. Diğeri, hor görülme, dışlanma, kanun dışına düşme ve belki yok olma istikbali.
"İstikbal harekâtları"nın sadece yabancı bir ülkenin halkını hızla sisteme entegre etmek için değil. ülke içinde kan kaybedip güçten düşmüş "istikbal"i canlandırmak için de yapıldığını. "istikbal"i yeniden "münazara"nın ya da "süreç"in önüne koymak için de yapıldığını ise, askeri darbeler gösteriyor. 1973'de Şili'de ya da 1980'de Türkiye'de olduğu gibi. Bu tür iç ve dış harekâtların sloganıysa hep aynı: "Ya istikbal ya ölüm!"
* Zaman zaman hayat "istikbal yaratıcılar"a eşek şakaları yapıyor. 11 Eylül saldırılarından kısa bir süre önce, 2001'in nisan ayında, ABD'de bir grup asker ve sivil tarafından hazırlanan "Asya Enerji Pazarı" raporu son haline getirilmişti. Rapor için yürütülen hummalı çalışmalara katılanlar arasında, National Intelligence Council, National Security Council ve ABD Enerji Bakanlığı uzmanlarının yanı sıra, Cantor Fitzgerald'dan da bir grup vardı. Raporda yapılan analizlerin sonunda Çin'e "kötü adam" payesi uygun bulunuyor, devlet dışı örgütler (NGO) "potansiyel başbelası" ilan ediliyor ve belki asıl önemlisi, ABD'nin 21. yüzyılda "Leviathan" rolünü üstlenerek dünyanın direksiyonuna geçmeye mecbur olduğu vurgulanıyordu. Bu tezlere önemli katkıda bulunan Cantor Fitzgerald yöneticisi Doug Gardner, raporun yayınlanmasından sadece beş ay kadar sonra İkiz Kuleler'de hayatını kaybetti. Gardner'ın milyonlarca insan için tasarlanmasına katıldığı "istikbal denklemleri" ise 11 Eylül akşamı uygulanmaya başlanıyordu. (ŞA/EK)
_________________________________________________
Sıradaki öykü: "Meşru" bir istikbal olarak "teröristin yakınlarının da infaz edilmesi"