Bianet'te 27 temmuz 2003 günü yayımlanan "Uday, Kusay ve Irak'ın Dramı" başlıklı kısa makalem, öyle anlaşılıyor ki çeşitli kesimlerde bir tartışma yaratmış durumda. Tartışma, seviyeli yürütüldüğü ve bilgiye dayandırıldığı taktirde ilerletici bir insan eylemidir.
Ancak, tartışma ile "polemik" yapmayı birbirinden ayırmak gerekir. Genellikle yazılı tartışmalar için kullanılan "polemik" sözcüğü/kavramı, Yunanca "polemikos" kökünden gelir ve "savaş" anlamı da vardır. Sözlükler bu kavramın karşılığını "ateşli, sert ve saldırgan tartışma" olarak veriyor. Bu yanıyla polemik yapmak, aynı zamanda demagojiye başvurmayı, karşısındakinin görüşlerini çarpıtmayı ya da muhatabının savunmadığı ya da kast etmediği görüşleri ona mal etmeyi de kapsar. Çünkü, bir tür "düşmanlık" varsa, "propaganda"da var demektir. Dolayısıyla polemik, gerçeği arama niyeti olmayan geri bir tartışma yöntemidir.
İşte, Sayın Özcan Özen imzasıyla Bianet'te 2 Ağustos 2003 tarihinde yayımlanan yazı, bütün sığlığına karşın "polemik" yapmanın iyi tartışmanın ise kötü bir örneği olarak ele alınabilir. Özcan Özen bu yazısında, yukarıda sözünü ettiğim makalemi eleştiriyor. Bu öyle bir "eleştiri" ki, tamamı yaklaşık 4 bin vuruştan (harf/karakter) oluşan yazıma, tam 15 bin vuruşlu bir metinle yanıt veriyor. Özen, böyle uzun bir yanıt yazma becerisini; bana ait olmayan, kendisinin ortaya attığı ve fakat bana yüklediği kimi görüşleri yine kendisi eleştirerek gerçekleştiriyor. Sözcükleri eğip bükmekte, ele aldığı görüşleri çarpıtmakta ve kullanılan kavramlara farklı anlamlar yüklemekte bir sakınca görmüyor.
Şeref ve liberal bozulma
Örneğin, Özcan Özen benim adı geçen makalede ulusları "şerefli" ve "şerefsiz" olarak ikiye ayırdığımı, Irak'ta Saddam Hüseyin'in oğulları Uday ve Kusay'ın öldürülmesini kutladıkları için Araplara ve Kürtlere "şerefsiz" dediğimi ileri sürüyor. Yalan! Ucuz bir yola başvuran bu arkadaşımız, böylece Arapları ve Kürtleri peşin olarak arkasına aldığını düşünerek, bu güçle saldırıya geçiyor. Orada da kalmıyor, kendisi gibi düşünmeyenlerin neredeyse tamamını "Stalincilik" ile suçluyor.
Özen'in, eleştirmeye kalktığı yazıda neyin tartışıldığını bile anlamadığı görülüyor. Yüzeydekilere takılıyor, sözcüklerin etimolojisiyle oynayarak kendince sonuçlar çıkarıyor.
Oysa, "Uday, Kusay ve Irak'ın Dramı"başlıklı yazımda, daha derin bir olguyu, yeni bir orta çağa giren bu dünyada somut bir insanlık durumunu tartışmaya çalıştım. Bianet'te daha önce yayımlanan yazılarımda, emperyalizmin yeni aşaması diye tanımladığım ve "Neo-klasik sömürgecilik" dönemi diye kavramsallaştırdığım "küreselleşme" çağında; umutlarını yitiren insanın çözülüşüne işaret ettim. Özen'in yaklaşımının da somut şekilde gösterdiği gibi, liberalizmin ve yenilginin insanı nasıl bozduğunu ve zehirlediğini anlatmaya çalıştım. İnsanı emperyalizme "mahkum" eden çaresizliğe ve bu drama yol açan çağa "lanet" ettim.
Direnenler ve ABD bayrağı öpenler
Burada, Uday ve Kusay'ın savaşarak ölmeleri ya da Murat Belge'nin deyişiyle (Radikal 1.8.2003) bu "yargısız infazın" havaya ateş açılarak kutlanması, asıl anlatılmak istenenin -belki çarpıcı bir şekilde- ifade edilmesi için sadece bir dolayım sağlamaktadır, o kadar. Dolayısıyla "şeref" ya da "şerefsizlik" meselesi bir retorikten ibarettir ve başka bir anlamı yoktur.
Gelgelelim, Özcan Özen, benim Uday ve Kusay'ı "ABD kumandalı askeri darbeye direnerek ölen Şili'nin seçilmiş başkanı Allende ile eşitlemiş" olduğumu öne sürerek, buna izin verilemeyeceğini söylüyor. Bunu nereden çıkarıyor belli değil. Beni ve benim gibi düşünenleri herhalde kendisiyle karıştırarak, "emperyalizmin kahredici gücü karşısındaki çaresizlik" nedeniyle Saddam'ı desteklemekle suçluyor.
Arkadaşımızın görüşlerini teker teker ele alacağım. Ancak, burada öncelikle (aslında hiç gereği yokken) şunları belirtmek zorundayım; hiç kimse hiçbir ulusu topyekûn olarak "şerefli" ya da "şerefsiz" diye niteleyemez.Ne benim ne de bir başkasının böyle bir hakkı yoktur. Kaldı ki Ortadoğu'nun iki kadim halkı için böyle bir genelleme yapmak kimsenin haddi de değildir. Yazımda anlatılmak istenen şey, kurtuluş umudunun tükendiği bir dünyada çaresizliğin yol açtığı bir insanlık hali ve onun dramıdır. Efendisine aşık olmanın yarattığı ahlaki çöküş ve düşüştür.
Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, yazımda eleştirilen Kürtler ve Araplar, her iki halkın bütününü değil, sadece bir kısmını, emperyalizmle işbirliği yapan kesimlerini ve daha çok da onların liderlerini kapsamaktadır, fazlasını değil. Çünkü, Şiiler dahil Arapların önemli bir bölümünün işgale karşı olduğunu ve giderek şiddetlenen bir direniş geliştirdiklerini bilmek için günlük gazete okuru olmak bile gerekmiyor. Aynı şekilde, M. Barzani ve C. Talabani güçleri dışında, ABD ile işbirliğine karşı çıkan bir Kürt muhalefetinin ve damarının olduğu da sır değildir.
Özen anlamıyor olabilir ama, burada soru şudur: Direnenler ile Amerikan bayrağını öpenler arasında hiç mi fark yoktur?
Amerikancı bir siyaset izleyen, geçmişte defalarca Ankara hükümetiyle anlaşarak PKK'ye saldıran Barzani ve Talabani ile toplumsal ve ulusal kurtuluş mücadelesi verenler aynı kategoride değerlendirilebilir mi? Ya da Türkiye'de Tahir Adıyaman gibi korucu reisleri ve sayısız faili meçhul cinayette rol alan itirafçılar ile özgürlük mücadelesi veren Kürtlerin aynı "şerefi" paylaştıkları söylenebilir mi?
Söylenen bundan ibarettir.
Kim suçlu?
Kaldı ki, yazımda sözünü ettiğimiz bu "bir kısım" Kürt ve Arabı içinde bulundukları koşullardan soyutlayarak, sadece teoriden hareketle "fütursuz" bir şekilde suçluyor da değilim. Böyle bir şey yapmaya ne kişisel tarihim ve sahip olduğum değerler ne de felsefi, entelektüel ve politik konunum izin vermez. Arşive girilip yazıya tekrar bakıldığında görülecektir ki, ortada gerçek anlamda bir suçlama da yok. Uzun yıllar aşağılık bir rejim altında ezilen, katliamlara uğrayan insanların, sözü edilen/eleştirilen davranışlarının altında bir dizi tarihsel, toplumsal, siyasal ve sosyo-psikolojik etken bulunduğu belirtilmektedir. Bütün bunları anlayabiliyoruz. Fakat kabul etmemiz ve onaylamamız gerekiyor mu?
Saddam, oğulları ve eski Irak rejimi hakkındaki görüşlerim son derece nettir. Yazımdaki ilgili bölümü aşağıya alıyorum:
"Ülkelerini büyük bir dehşet hapishanesine çeviren diktatörlerin -ki Uday ve Kusay da bu diktatörlüğün birer parçasıydı- haksız, hukuksuz, adil olmayan emperyalist bir saldırıya ve işgale karşı bile direnme güçlerinin olmadığı dramatik şekilde ortaya çıktı. Savaşın kaybedileceği anlaşılınca, sadece halkı tarafından değil, kendisine "ölümüne bağlı" olduğunu ilan eden komutanları tarafından da Saddam Hüseyin kolaylıkla terk edildi. İbret verici bir tarih dersi. (...)
"Um Kasr direnişi, ne kadar güçten düşürülürse düşürülsün, bir halkın dünyanın en büyük ordularına karşı bile hukukunu savunabileceğini ortaya koyarken, Bağdat'ın düşüşü ise, ne kadar haklı bir zeminde olursa olsun bir zalimin, kendisinden daha zalim olanlara karşı, ordusuyla birlikte bile savaşamayacağını gösterdi. O nedenle, bugün devam eden direniş önemli de olsa, şu bilinmelidir ki; Irak'ta işgalcilere karışı esaslı, yaygın ve kitlesel bir mücadelenin gelişmesi, ancak Saddam'a rağmen yürütülmesi halinde mümkün olacaktır." (Bianet, 27.7.2003)
Sanırım yeterince açık.
Hem ABD'ye hem Saddam'a karşı olunamaz mı?
Şimdi gelelim Özcan Özen'in diğer görüşlerine: Özen, ABD ile asıl işbirliği yapanların ve ülkesini satanların Saddam ve yakın çevresi olduğunu ileri sürüyor. Geçmişine bakıldığında, Saddam ve yönetiminin böyle bir "satışı" gerçekleştirmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ama durum biraz daha farklı ve öyle anlaşılıyor ki, arkadaşımız batılı istihbarat servislerinin sızdırdığı ve kimsenin itibar etmediği "haberlere" fazlasıyla inanıyor. Ancak, Bağdat'ı savunan Cumhuriyet Muhafızları komutanlarından hiçbirinin esir alınmadığı, direnen bir komutanın ise birliğiyle birlikte imha edildiği hatırlanırsa, gerçek durumu anlamak için çok zeki olmak gerekmediği görülür. Ünlü arananlar listesi, "satanlar" ile "satışa gelenlerin" kimler olduğunu ortaya koyuyor. Aslında, Saddam'ın ne kadar "alçak bir diktatör" olduğunu kanıtlamak için böyle zorlamalara hiç gerek yok.
Önemli olan şudur; Özcan Özen öyle bir tablo çiziyor ve mantık yürütüyor ki, bizim savaşa ve işgale karşı çıkmamız mümkün olmadığı gibi, neredeyse "Saddamcılık" ile aynı anlama geliyor. Hem savaşa ve ABD'ye hem de Saddam Hüseyin ve rejimine karşı olmak neden mümkün olmasın? Hayat hep böyle ikili bölünmeler üzerinden mi ilerliyor? Tersinden aynı şeyi P. Wolfowitz gibi aşırı sağcı ABD yöneticileri söylemiyor mu? Bizi bir seçim yapmaya zorlamıyor mu? Bakın Özen ne diyor:
"Irak'a verilecek bir destek, bu ülkede herhangi bir başka önderliğin yokluğunda Saddam Hüseyin iktidarına verilecek destek anlamına gelirdi ve nitekim öyle olmuştur." (Bianet, 2.8.2003)
Nereden biliyorsun? Şifre mi çözüyorsun? Sen hayata "ak-kara" ikilemi üzerinden ve "dümdüz" bakıyorsan, böyle yapmayanların kabahati nedir?
Oysa, sosyalistlerin tarihi buna benzer konularda zengin örneklerle doludur. Rusya'da Şubat Devrimi'nden sonra kurulan geçici hükümete karşı General Kornilov yönetimindeki gerici ayaklanma patladığında Bolşevikler'in aldığı tutum bu örneklerden biridir. Çar yanlısı Kornilov güçlerine karşı savaşan Bolşevikler, bu eylemleriyle hiç de burjuva liberal hükümeti desteklememişlerdi. Tersine Lenin, Kornilov'a karşı savaşmanın aynı zamanda burjuva hükümete karşı da savaşmak olduğunu söylemişti.
ABD'nin "haklı" savaş mı yürütüyor?
Özen'in mantığını ilerlettiğimizde, Irak'a yönelik saldırı ve işgali bir"haklı savaş", ABD ve İngiltere'yi de birer "kurtarıcı" olarak kabul etmemiz gerekiyor. Nitekim, iç tutarlılık bakımından Özen'den daha bütünlüklü görüşlere sahip olan bazıları, açıkça yazma cesareti gösteremeseler bile, ABD'nin Irak'ta "haklı" bir savaş yürüttüğünü söylüyorlar. Eğer Özen ve onun gibi düşünenleri dinleyecek olursak, bizim Amerikan Senatosu ya da İngiliz Avam Kamarası'ndaki kimi politikacılar kadar bile bu savaşa karşı çıkmamız mümkün değil.
Çünkü; Özen'e göre madem ki Irak'ta "başka bir önderlik yok" o halde ABD saldırısına karşı çıkmak, dünyadaki milyonlarca "romantik" barış yanlısını bir kenara bırakırsak, "üçüncü dünya solculuğu" oluyor. Nitekim arkadaşımız, Türkiye'de bu bağlamda "en dürüst siyaseti yapanın" Saddam Hüseyin'i açıkça destekleyen Türk Solu dergisi olduğunu kaydediyor ve ekliyor; "Türk Solu dergisi, Türkiye Solu'nun gerçek yüzüdür".
Özen kendi komplekslerini bütün sola mal ediyor olabilir mi bilmiyorum ama, onu bu cesareti nedeniyle kutlamak gerekiyor. Çünkü, sola ve savaş karşıtlarına karşı böyle bir haksızlığı ancak Ertuğrul Özkök yapabilmişti. Özkök'le Özen aynı şeyi söylüyorlar.
Sola haksızlık ve eleştiride esnaf tavrı!
Kendinden menkûl bir tarih yorumuna sahip olduğu anlaşılan Özen, emperyalizmin yeni dönemini yorumlamakta ise güçlük çekiyor. Sosyalist sistemin çözülmesinin hangi tarihsel, ideolojik, siyasal ve toplumsal sonuçlar doğurduğunu göremiyor. Durum böyle "masum" bir yerde kalsa yine iyi... Ama kalmıyor. Arkadaşımız yine solu suçluyor:
"Bugün Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme mücadelesinde güçleri yetmediğinden dolayı daha büyük bir efendiden medet ummalarının -ki sadece Irak Kürdistanı'nda yaşayan Kürtlere özgü bir tercih değildir- sorumluluğu onlara değil, Merdan Yanardağ ve tüm komünistlere aittir. Onlara yardım elini uzatmayı, mücadelelerini desteklemeyi beceremediğimiz, uluslararası bir önderlik yaratamadığımız için, dünyanın bütün komünistleri olarak bizler, ezen ulusun komünistleri olarak biz sorumluyuz." (Özcan Özen, agy.)
Biraz insaf!! Özcan Özen, öncelikle bu konuda bütün sosyalistler adına konuşmayı bir kenara bırakmalıdır. Bu sahte ve sahte olduğu kadar da ucuz bir "özeleştiri" yolu ve "esnaf" tavrıdır. Olsa olsa en fazla kendisi için bir anlam taşıyabilir. Çünkü sol, hem dünyada hem de Türkiye'de yaşadığı ağır yenilginin yarattığı bütün olumsuzluklara, gücünü yitirmesine ve örgütsel dağınıklığına karşın, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaya sonuna kadar devam etmiş, üstelik bunu olanakları ölçüsünde eylemli şekilde de ortaya koymuştur.
Özen o dönemde bir yerlerde "Enternasyonal" söylüyor olabilir ama, belli aşamalarında, zor bir dönemde ve farklı alanlarında bu "eylemli desteği" somut olarak gördüğüm ve yaşadığım için biliyorum; Türkiye bu bakımdan bütün zaaflarına karşın iyi bir örnektir. Bu desteğin yeterli olup olmadığı başka şeydir, solun Kürtlere yardım elini uzatmadığını iddia etmek başka şey.
Liberal tezleri sol gerekçelerle savunmak!
Özcan Özen, bir yandan palavra üzerine kurduğu tezlerle ve sosyalizmin bir önceki dönemine ait iç düşmanlık kanallarını kullanarak sola saldırırken, diğer taraftan yeni liberalizmin bütün politikalarını çok "sol" gerekçelerle savunuyor. Öyle ki, solu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tutarlı bir şekilde savunmamakla suçlarken, emperyalizmin kimi ezilen ulusları özgürleştirebileceğini -ihtimal düzeyinde de olsa- kabul ediyor. Beklemeyi ve görmeyi öneriyor. Özen şunları yazıyor:
"Doğrudan emperyalistler tarafından işgal altında olmayan ulusların anti-emperyalist olmalarını beklemek lüks değil midir? Ezilen uluslar ancak onların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunuyorsak güvenebilirler ve her zaman pratikte bunu kanıtlamamızı beklerler. Kürtler de ABD'den bunu beklemektedirler ve aksine dair bir sonuçla karşılaşıncaya kadar da Saddam Hüseyin'e karşı ABD'yi destekleyeceklerdir." (agy.)
Eğer bir "cahil cesareti" ile karşı karşıya değilsek, liberalizmle baştan çıkmış bir solcu ile yüz yüzeyiz demektir. Örneğin, her ne demekse, "Doğrudan emperyalist işgal altında olmayan ulusların anti-emperyalist olmalarını beklemek lüks" ise yeni sömürgeciliğe karşı son elli yıldır yürütülen mücadelenin saçma ve boşuna birer çaba olduğunu söylememiz gerekmiyor mu?
Sosyalistlerden kendilerini kanıtlamalarını bekleyen bir kısım Kürtler, nasıl oluyorsa benzer gerekçelerle ABD'den de aynı şeyi bekliyorlar. Ve yine Özen'e göre bu Kürtler, ABD'nin kendilerini özgürleştirmediğini görene kadar onu desteklemeye devam edecekler. Arkadaşımız da, böyle bir "özgürleştirme" olasılığını kabul ediyor olacak ki, "özgürlük ve demokrasi getirme" iddiasının büyük bir emperyalist yalan olduğunu söyleyerek hem Kürtleri hem de Arapları uyaran sosyalistleri hakarete varan bir üslupla suçluyor. İyi mi?
Irak'ta Amerikancı Yugoslavya'da Natocu
Tarihlerinin en büyük ve yıkıcı krizini aşmaya çalışan sosyalistler ile bugün dünyanın en güçlü emperyalist devleti olan ve gezegenin geleceğini tehdit eden ABD'yi aynı düzlemde değerlendirmenin yöntemsel yanlışlığı bir yana, Irak işgalinin amerikancılığa kadar varan bu pek "sol" gerekçelerle savunulması karşısında neredeyse "pes" demekten başka çare kalmıyor.
Özen söz konusu yazısında, Yugoslavya'nın parçalanmasını da sadece, evet sadece Sırp zulmüne bağlıyor. Ve yine, "Nato'ya hayır" ve "Savaşa hayır" diyen solun bu sloganların arkasına gizlenerek Sırp yönetimini desteklediğini iddia ediyor. Tıpkı, ABD ve Alman hükümetleri ya da E. Özkök familyası gibi. Özen'in yöntemini kullanırsak, bizim de ona Irak'ta Amerikancı, Yugoslavya'da da Natocu mu dememiz gerekiyor?
Batı'nın, Alman ve Amerikan emperyalizminin, sistem dışında kalmakta direnen bu ülkeyi parçalamak için önce ekonomik olarak ablukaya aldığını, sonra IMF tuzağına düşürdüğünü ve ardından da etnik ve dini farklılıkları kışkırtarak parçaladığını, dolayısıyla asıl sorumlunun Batı ve emperyalizm olduğunu anlamak istemiyor. Daha 15 yıl önce, Avrupa'nın en güzel, çevrenin en iyi korunduğu, (kapitalist iktisadın kavramlarıyla söylersek) belli bir refah ve kalkınma seviyesini tutturan ve daha da önemlisi barış içinde yaşayan Yugoslavya'nın, nasıl olup da 10-12 yıl içinde 6 parçaya ayrıldığını göremiyor. Böyle bir saldırının mikro milliyetçiliği nasıl kışkırtabileceğini ve vahşi bir etnik boğazlaşmaya yol açabileceğini kavramıyor.
Üstelik, pek "inkılap dersi" almadığı anlaşılan arkadaşımız, masum ve durumuna bakıldığında "haklı" olduğu açık zavallı bir Arnavut köylüsünün pabucunu siper ederek bir de "efelik" taslıyor.
Sonuç olarak, Özen'e göre Balkanlarda da suçlu olan ne NATO ne de emperyalizmdir. Suçlu yine sol ve reel sosyalizm. İş artık öyle bir raddeye varıyor ki, bir kısım solcunun neredeyse acı çekmekten mistik bir tat almaya başladığını düşüneceğim.
Sosyalizmin bir önceki döneminde takılmak
Yukarıda da belirttiğim gibi Özen, sosyalizmin bir önceki dönemine ait bölünmeler, düşmanlıklar, kin ve kavramlar üzerinden hareket ediyor. Bu nedenle, yazımda Sovyetler Birliği hakkında yaptığım ironiyi bile kavrayamıyor. Çünkü Özen, Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin yıkılmasının iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Tarihten, doğruluğu tartışmalı bir dizi örnek sıralayarak bu ülkelerdeki sosyalizmlerin ne kadar kötü olduğunu, daha doğrusu bu ülkelerin zaten sosyalist olmadıklarını kanıtlamaya çalışıyor. Benim bir dönem, Sovyetler Birliği yönetimini "revizyonist" olarak nitelediğim için hayıflanmamdaki espriyi anlamıyor. Anlamadığı gibi SSCB'yi "revizyonist" olarak nitelemenin yetmediğini belirterek, beni daha ağır eleştiri için teşvik ediyor ve böylece tarihsel bir "günahtan" kurtarmaya çalışıyor. Komik bir durum.
Özen'e göre, ABD bugün dünyanın mazlum halklarını yerel diktatörlerinden kurtarıyor. Buna karşılık, Hitler faşizmini yenen ve Berlin'e kadar giden Sovyet Orduları, kurtarıcı değil tersine en az savaştıkları düşman kadar kötü olan bir işgalci. Dolayısıyla Nazizme karşı mücadelede verdikleri 22 milyon kurbana karşın hiçbir "şeref" ve "şânı" hak etmiyorlar. Sovyetler o kadar kötü ki, Amerika'nın bütün tarihindeki zulüm, saldırganlık ve vahşet henüz onun düzeyini yakalamış bile değil. Bu marazi durum ve ilkel "aydın" intikamcılığı karşısında söylenecek pek fazla bir şey yok.
Benim ve başkalarının -şiddet derecesi ne olursa olsun- bütün eleştirilerine, farklılıklarına ve karşı konumlarına rağmen, kabul etmek gerekiyor ki, Sovyetler Birliği, dünyada eşitlikçi bir düzen kurmaya en çok yaklaşmış bir tarihsel deneyi ifade ediyor. Ve kuşku yok ki, bütün kusurlarına ve günahlarına karşın, dürüst şekilde sosyalist sistemin var olduğu dünyayı bugün ile karşılaştırdığımızda daha adil olduğu kabul edilecektir. Bu durumu tespit etmekte, liberal kirlenmeye uğramamış ve tarih öncesi kinlerinden kurtulmuş hiçbir solcu zorlanmayacaktır. Tarih üzerinden bir tür spekülasyon yaparken benim anlatmak istediğim bundan ibarettir. Ve eğer bir eleştiri varsa, o da esas olarak kendi kişisel tarihime yöneliktir.
Tarihe karşı adil olamaz mıyız?
Arkadaşımız aynı tuhaf tutumu ve üslubu, Stalinizm suçlamasını yaparken tekrarlıyor. Bu konuda benim yazdıklarımla değil, yine kendisinin ortaya attığı bir takım görüşlerle tartışıyor. Öyle anlaşılıyor ki, bütün bir sosyalizmin tarihine, sahip olduğu eski ve küçük pozisyon dünyasından bakıyor. Oysa bugün, sol içi ayrımlarda belki de her şeyden daha çok Stalinizm-Troçkizm saflaşması anlamını yitiriyor.
Bugün, kimseye haksızlık etmeden ve herkesin tarihsel, hukuksal, ahlaki ve siyasal hakkını teslim ederek hem Stalin'i hem de Troçki'yi (ve diğerlerini) hatalarıyla sevaplarıyla ortak tarihimizin birer parçası saymazsak sosyalizmin "tarih öncesini" aşmamız mümkün olmayacaktır. Bir dönemin Stalinci resmi tarihi karşısında, paralel bir başka resmi tarih inşa ederek -ki Özen ve onun gibi düşünenler bunu yapıyor- devrimci bir yenilenmeyi (eğer böyle bir derdiniz varsa) gerçekleştirmek hayaldir.
Örneğin Özen, 2. dünya Savaşı sırasında sadece Stalin tarafından cezalandırılan ulusları görüyor. Nazi orduları tarafından esir alınan ya da karşı safa geçen Müslüman (Türk, Özbek, Kafkas kökenli) askerlerden Turan Tümenleri'nin kurulduğunu ve savaşa sokulduğu, cephe gerisinde ise büyük bir kışkırtma faaliyetinin yürütüldüğünü unutuyor. Kurulan bu tümenleri, Ankara'dan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın gönderdiği turancı çizgideki Nuri Paşa, General Hüsnü Erkilet ve Mürsel Bakır'ın Hitler'le görüştükten sonra cephede Nazi generalleriyle birlikte teftiş ettiğini ise, anlaşılan bilmiyor.
Tarih, ne Stalin'in yazdırdığı gibidir ne de Özcan Özen gibilerinin çarpıttığı gibi. Dürüst bir sosyalizm tarihi ancak bu iki hastalıklı tutum aşılarak yazılabilecektir. İnsandaki bozulmaya, liberal zehirlenmeye ve akıl tutulmasına karşı mücadele etmekle bu işe başlanabilir. (MY)