Çünkü hem Irak Kürtleri, savaş nedeni görülen federasyonlaşma konusunda mesafe aldılar hem de Kıbrıs için reddedilen Annan Planı temelinde müzakerenin başlaması kabul edilmek zorunda kalındı. Ancak her iki konuda da muktedirlerin direnişi sürecek görünüyor.
Oysa "millilik" kutsamasıyla yürütülegelen siyasetleri sorguladığımızda, ciddi tutarsızlık ve hukuk ihlalleriyle karşılaşıyoruz. Irak'ta, uluslararası kabul gören federatif bir çözüme savaş tehditleriyle karşı çıkılırken, Kıbrıs'ta tam tersine, federasyonu bile yetersiz bulup, Birleşmiş Milletler (BM) kararlarına rağmen konfederatif bir çözüm dayatılması bunun örneği.
Kıbrıs ile Kuzey Irak sorunlarına ilişkin çözüm ve sağduyuya direnildikçe, izlenen politikalar arasındaki tutarsızlık daha da sırıtmaya başladı. Muktedir siyasetin sözcüleri ise, söz konusu bu tutarsızlığa işaret edilmesini, "yanlış bir analoji" diye yadsımaya çalışıyorlar.
Oysa bu analoji, sergilenen tutarsızlığı göstermesi bir yana, bizi yöneten aklın ne denli habis bir hale geldiğini de gösteriyor. Üstelik habisleşen sadece Irak ve Kıbrıs'a ilişkin tutum değil, demokratikleşmemizi engelleyerek bize hükmeden geleneksel devlet aklının bizzat kendisi.
Anımsanacaktır, Aziz Nesin, Bulgaristan'daki Türklerin 1987'de isimlerinin değiştirilmesine karşı çıkarken, bu vesileyle bizi tutarlılığa davet edip, "Bulgaristan'da Türkler Türkiye'de Kürtler" diye milletin bağlanan basiretini açmaya çalışıyordu.
Ama ne yazık ki millet, teslim alındığı milliyetçi cinnet nedeniyle bu tutarlılık ve vicdanı gösteremeyecekti. Bunun faturasını ise, demokratikleşmenin gerçekleşememesi, uluslararası mahkumiyetler ve tabii ekonomik kriz ve adaletsizliğin derinleşmesiyle yine kendisi ödeyecekti.
Israr sorunları artırıyor
Esasen Kıbrıs ve Irak özgülünde sırıtan bu nalıncı keseri politikaların sonuç alması, onları başarıya ulaştırabilecek emperyal bir güce veya özel avantajlara sahip olmaya bağlı.
Oysa Türkiye, (benzeri siyaset izleyen) Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve İsrail'den ayrımla bu güç ve avantajlardan yoksun. Nitekim onlarda ısrar ettikçe iç ve dış sorunlarında da artış yaşanacaktı.
Türkiye'ye egemen akıl, yeni uluslararası konjonktürün Soğuk Savaş dönemi avantajlarını ortadan kaldırdığını bir türlü kabullenmiyordu. Sonuçta çözümsüzlükte direndikçe Kıbrıs'ta ödenen bedeller artıyor ve bütün tehditlerine karşın Irak'ta Kürtlerin meşru haklarının kurumlaşması engellenemiyordu.
İnadın bedeli
Oysa eskiden, Soğuk Savaş koşullarının sunduğu avantajla Kıbrıs'ı ilelebet elde tutma, yine bölge dengeleri nedeniyle Kürtlerin kendilerini ifade etme haklarını ezmek mümkündü.
Bugün bu her iki olanak da ortadan kalkmış bulunmakta. Soğuk Savaş bitti, dahası Kıbrıs AB üyesi oluyor; dolayısıyla Kıbrıs'taki dayatma, her geçen gün astarı yüzünden pahalı hale geliyordu.
Kuşkusuz bu nedenle kimse bize savaş ilan etmiyor, ama jeo-strateji kafasıyla sergilenen inadın bedeli, ekonomik ve siyasal olarak her gün ağırlaşan bir şekilde ödetiliyordu.
Üstelik bu direnişte Kurtuluş Savaşı'nda olduğu gibi meşru bir hakkın emperyalizme karşı savunulması da söz konusu değil; tam tersine BM kararlarıyla Kıbrıs'ta işgalci durumdayız ve karşımıza aldığımız emperyalist çıkarlar değil uluslararası hukuktu.
Farklılaşan öncelikler
Aynı durum Kürt sorunu için de geçerli. Kendi Kürtlerimizi asimile etmekte ısrar edip, bunun sonucu komşu Kürtün haklarını engellemek de geçmişe oranla olanaksızlaştı; çünkü hem böylesi büyük bir halkı, dünyanın yeni koşullarında haklarından yoksun bırakmak iyice zorlaştı hem de bölgenin yeniden yapılandırılan dengelerinde temel müttefik ABD'nin öncelikleri farklılaştı.
Dolayısıyla Kürtlere ilişkin geleneksel devlet politikası Türkiye'nin krizini derinleştiriyor. Burada Kürtlerin "ikinci İsrail" olduğu gerekçesiyle politikayı meşrulaştırmak da olanaksız; çünkü hem İsrail muktedirlerin temel müttefiki hem de "ikinci İsrail", NATO üyesi olduğundan beri Türkiye'nin bizzat kendisi olduğundan, olası bir Kürdistan ancak üçüncüsü olabilir.
Yurtsever ve sol aklın 12 Eylül'de ezilmesiyle bütünüyle milliyetçi ve sağ aklın hakimiyetine giren Türkiye, 90'dan itibaren içine girdiği "bölge devleti" (alt-emperyalist) olma hayalinin handikabını yaşıyor.
Bu akıl kaybıyla Türkiye, Soğuk Savaş sonrasının kendine sağladığı avantajları abartıp, elinden aldığı olanakları göremiyor. Oysa Sovyetlerin dağılması sadece yeni boşluk alanları değil, aynı zamanda yeni bir uluslararası atmosfer oluşturdu.
Yeni dönemi bu bütünlüğüyle değerlendiremeyip yayılmacı zihniyete teslim olan Türkiye, hem jeo-strateji üzerinden eski avantajların sürebileceği hem de yeni avantajlar elde edebileceği hayaliyle davrandı.
Teslim alan zihniyet
Yaşanan pratiğin de gösterdiği gibi bu yönelim, izlediği yoğun silahlanma ve askercil politikalarla ekonomik kriz üretip demokrasiyi olanaksızlaştırdı. Salt Kıbrıs ve Kürt siyasetinin, uluslararası ilişkilerimize olumsuz katkısı bir yana, ekonomimize mevcut GSMH (Gayri safi milli hasıla)kadar bir kayıp verdirdiği söylenebilir.
Ancak, geliştirilecek mazeretlerin hiçbir kıymeti bulunmamakta. Bu durumda egemen aklın, sorun nedenlerini hep dışarıda arayıp kendini aklamak hastalığından kurtulması ve bizzat kendisinin sorun olduğunu kabullenmesi gerek.
Çünkü onun milli hezeyanlarla esir aldığı şey, bizzat ülkenin kendisi ve geleceği olmakta. Son yirmi yıl özgülünde salt Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti karşısındaki ciddi gerileyişimiz bile, nasıl bir yönetim zihniyetiyle teslim alındığımızı göstermeye yeter.
Gelinen noktada gerçekleri çarpıtıp efsaneler üreterek görüntüyü kurtarma olanağımızı yitirmiş durumdayız. Bilinmeli ki 1974 öncesi Kıbrıs'ta yaşananlar, önce Rauf Denktaş'ın da parçası olduğu İngiliz sömürge rejiminin, sonra da Yunan Cuntasının manipülasyonları sonucuydu.
Rumların Türkleri öldürmesi değil...
Ve eğer doğru bir gözlem yapılırsa, her iki durumda da öldürülen muhalif Rumların sayısının öldürülen Türklerden kat be kat fazla olduğu görülür. Yani söz konusu olan Rumların Türkleri öldürmesi değil, muadilleri bizde de olan faşist Rumların kendi yurtseverleri başta olmak üzere Türkleri de öldürmesiydi.
Dolayısıyla Rum karşıtlığı üzerinden bir Kıbrıs politikası ile bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da varılabilecek bir yer yok.
Üstelik Enosis'e yöneltilecek eleştirinin değeri de, bizim Kıbrıs'ın bağımsızlığına duyacağımız saygı ile orantılı; ki Türk devlet tezinin Kıbrıs'ın kuzeyine el koymak şeklinde taksim olduğu biliniyor.
Devlet aklı ve vicdan
Kürtlere gelince, dört yandan asimilasyon, sürgün ve katliamlarla ortadan kaldırılmaya çalışılmış bir ulus söz konusu. Yüz binlercesiyle katledildiği gerçeği bizzat BM raporlarında yer alıyor.
Dolayısıyla asgari bir vicdan bile, elde ettikleri kazanıma saygılı olmak ve otonomi haklarını 1975'de kanla tasfiye eden Baas zihniyetini yinelememek için yeter; ama devlet aklı söz konusu olunca vicdanlara yer kalmıyor ne yazık ki.
Dahası var; Kıbrıs Türkleri ancak 1974 Müdahalesi sonrasında suni olarak ulus düzlemine yükseltilmişken, Kürtler, daha biz Orta Asya'da at koştururken bu toprakların kadim halklarından biriydi.
Dolayısıyla çarpıtılmış kıyaslama ve inkarcı mazeretler üretmeyi bırakıp, bu ulusa artık demokrasinin standartlarıyla yaklaşma ahlakını edinmek gerek.
Sonuç olarak; yayılmacılığı meşrulaştırmaya çalışan nalıncı keseri argümanlarla günümüz dünyasında sorunlarımıza kalıcı çözüm üretilemeyeceği gibi, bölgemizin barış koşullarında bize sunduğu kalkınma olanaklarından yararlanmamızın da mümkün olmadığını artık görmek durumundayız.(EA/NM)