Orta Doğuda Jeopolitik Önemi Tanımlama Sorunu
Tarihçi Stefanos Yerasimos, Belgrad'dan başlayıp Sava nehri boyunca uzanan ve Dalmaçya kıyılarında Adriyatik'e kavuşan çizgi ile Anadolu'yu Suriye ve Mezopotamya'dan, Mezoptamya'yı da İran yaylasından ayıran ikinci bir çizginin arasında kalan coğrafya'yı Batı ile Doğu arasındaki "Geçiş Alanı" olarak tanımlıyor. Geçiş Alanı, Osmanlı topraklarının ana parçasını teşkil ediyordu; yine çağdaş Türkiye de Geçiş Alanı'nın ortasında yer almaktadır. Yerasimos, Geçiş Alanı ile, spekülatif bir coğrafi kurguyu değil, özellikle sınırları farklı dünyalar arasındaki şiddetli çatışmalara tanık olan gerçek öneme sahip "jeo-politik" bir alanı tarif etmektedir.
XIX. yüzyılın paylaşım amaçlı güç çatışmalarının asli ilgi konusu, Doğu Sorunu, yani Geçiş Alanı ile fazlasını (Orta Doğu vs.) teşkil eden Osmanlı toprakları üzerindeki çekişmelerin özünü simgeliyen "Doğu Sorunu" olmuştur. Avusturya-Sırbistan ihtilafı ile patlak veren I. Dünya Savaşı'nın öncelikli ilgi alanı Balkanlar olarak gözüküyorsa da kısa sürede yayılan savaşın temel nedenlerinden birisin de Doğu Sorun olduğu kısa sürede ortaya çıktı ve bu savaş Osmanlı'nın Orta Doğu'dan çıkartılarak İngiliz-Fransız manda egemenliğine girişiyle sonuçlandı. Sovyetler'in dağılması, önce Osmanlı, sonra İngiliz etkisini, ardından Üçüncü Dünyacı bağımsızlaşma hareketlerini gören Orta Doğu'da bu kez de ABD'ye, bölgeyi yeniden bir dış güce bağımlı hale getirme operasyonunu sonuca ulaştırma fırsatı sağladı. 1920lerin ikinci yarısında Suudi Arabistandaki petrol imtiyazları ile başlayan Körfeze sızma sürecinde 1948de İsrailin kurulması ve 1953de İranda Musaddıkın devrilmesi perçinleyici gelişmeler oldu. Fakat bu gelişmelere Arap Dünyası ve İrandaki iç tepkiler bundan sonraki 30 yıl boyunca Mısır, Suriye, Irak, Libya, Yemen, İran, Sudan gibi bölge aktörlerinde Batı karşıtı gelişmeleri beraberinde getirdi. Soğuk Savaş döneminde de bu cephe Sovyet koruması altında uluslararası ve bölgesel krizlerde direnme olanağı buldu, bununla birlikte ABD her zaman olası bir revenge fırsatı gözetmeye devam etti ve bu fırsat sosyalist blokun dağılma krize düştüğü 1990daki Kuveyt hadisesi ile doğdu.
Sovyetler'in dağılması, Çarlık sonrası dönemde sosyalizmin ideolojik ve politik denetiminde olan Avrasya topraklarının tüm zenginliğiyle birlikte başıboş kalmasına, ve Batı sermayesine açık hale gelmesine yol açtı. Bu haliyle, Osmanlı'dan sonra, SSCB'nin çözülüşüyle birlikte, Azerbaycan'dan Kırgızistan'a uzanan, Orta Asya'yı kapsayan, alanda ikinci bir Doğu Sorununun açığa çıktığı söylenebilir. Kuveyt ve 11 Eylül hadiselerini pragmatist biçimde kendi çıkarları için kullanan ABD Iraktaki rejimi yıkarak Orta Doğu'yu şekillendirme yolundaki yeni bir aşamaya geçme çabasındadır. Yalnız, bu adımın burada kalmayıp, İran, Azerbaycan hattında ilerlemesi ve süreç içerisinde Kırgızistan'a kadar uzanan ABD etkisindeki bir siyasi bölge ortaya çıkartılması yönünde süreceğine dair senaryolar yazılmaktadır Böylesi bir durumda Orta Doğu ile Orta Asya'yı ABDnin enerji bölgelerinde kuracağı mutlak bir denetim altından birleştirilmesi ana amacı sezilebilir. Bu noktada, Osmanlı topraklarının paylaşımı olan eski orijinal Doğu Sorunu ile Sovyet topraklarının paylaşımı olarak tanımlanabilecek yeni Doğu Sorunu'nun eklemlenmiş olduğundan bahsetmek mümkün hale gelecektir.
ABD başta olmak üzere bazı Batılı merkezlerde Irak ve Saddam Hüseyinle olan sorunun 1990 Ağustos'unda başlayıp 1991 Ocağında savaşa dönüşen Kuveyt Krizi ile başladığı öne sürülmektedir. Fakat o dönemde yapılan medyatik yalan bombalarının etkisiyle olayların çok daha gerilere uzanan boyutlarını ve gerçek niteliklerini anlayabilmek pek kolay olmamıştır. Özellikle 1993'den sonra Kuveyt krizine daha sakin kafayla bakan nesnel araştırmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da önceden karanlıkta kalan pek çok konu aydınlığa kavuşmakta, yorum dahi getirilemeyen pek çok gelişmeye tutarlı yorumlar nihayet yapılabilmektedir. İşte bu yazıda bu tip yorum ve birikimler aktarılmaya çalışılacaktır.
Irakın Kuveyt'e Girme Nedenleri
Irak'ın Kuveyt'i işgal ve ilhak etme sebepleri, farklı farklı beklentilerin birleşmesiyle doğmuş olabilir:
1. Irak'ın Kuveyt üzerinde öteden beri egemenlik iddiası vardı. Osmanlı ve Arap imparatorluğu dönemlerinde Kuveyt'in Basra vilayetine bağlı olması ve oradan idare olunması Irak tezini kuvvetlendirmektedir. Kuveyt'in ülkedeki geniş petrol rezervlerinden ötürü İngilizlerce uydurulmuş bir devlet olduğu kuşku götürmez. Mesela Ürdün de böyle bir İngiliz-versiyonu devlettir. Tüm bu verilerin ışığında yaşanan bazı olaylarda Irak yönetimlerinin Kuveyte ilişkin tavırlarının eskilere uzandığını göstermektedir. Mesela İngiltere 1960da Kuveyte bağımsızlık verdiğinde Irak buna itiraz etmiş ve 1961de işgal girişiminde bulunmuştur.
2. Irak'ın Kuveyt'e ihtiyacı da vardı. Bu ülkenin işgali, Irak'ın denize çıkış sorununu halletmesine büyük ölçüde vesile olabileceği gibi, Kuveyt'i kontrol edebilecek bir Irak'ın dünya petrol rezervini % 24'ünü eline geçireceği ortadadır. Irak'ın İran'la olan savaşı başlatma sebepleri arasında yine benzer olgularla karşılaşılmaktadır. İran'ın Khuzistan bölgesi Elam uygarlığının doğduğu yerdir. Bu bölgede, kesin olmamakla birlikte 3 milyon kadar Arap yaşadığı sanılmaktadır. Bu Arap nüfus Irak'ın pan-Arabist emellerinin hedefi olduğu gibi, Khuzistan'ın aynen Kuveyt'e benzer şekilde hem Irak'la bitişik hem de İran'ın ana petrol rezervlerinin bulunduğu bölge olması, ayrıca Şat-ül-Arap'ın İran tarafını oluşturması, Irak'ın denize çıkış sorunu ve petrol üzerinde hegemonya çabalarını tatmin edebilecek bir bölgeyi Saddam'a sunuyordu. 1979-80 döneminde İran'daki devrim ve iç kargaşa saldırı için uygun ortamı da oluşturduğundan, Saddam Hüseyin çok kısa süreceği beklentisiyle savaşı başlatabilmişti. Ama işler onun umduğu gibi gitmemiştir.
3. Irak, İran'la 8 yıl süren savaşta tüm Arap dünyası adına savaştığını iddia ediyordu. Her ne kadar Suriye, Libya ve Güney Yemen gibi Arap rejimleri İran yanlısı bir konumdaysalar da, Körfez'deki tutucu Arap monarşileri şah gibi müthiş bir despotun devrilmesinden hayli ürkmüş olacaklar ki, İran'la olan savaşında Irak'ı geniş ölçüde finanse ettiler. Savaş sona erdiğinde, savaş öncesinde hemen hiç dış borcu olmayan Irak'ın, savaş sonunda 70 milyar $ borcu vardı. Bu borcun 30 milyar $'ı, büyük kısmı Kuveyt olmak üzere söz konusu Arap Krallıklarından gelmişti. Bu Körfez emirlerinin ve krallarının paralarını geri istemeleri, onların güvenliği için de savaşıp, 500.000'in üzerinde evladını yitiren Saddam Hüseyin'i çok öfkelendirmişti.
4. Saddam Hüseyin'in İran'la olan savaşının hukuki sebebi Şat-ül-Arap üzerindeki anlaşmazlıktı. Fakat gerçek sebepler arasında, İran'daki Şii karakterli devrimin, nüfusunun % 60'ını Şiilerin oluşturduğu, bu mezhep için çok kutsal merkezlerin (Kerbela, Necef gibi) bulunduğu Irak'ı da İran'ın istediği yönde sarsabileceği endişesi vardı. üstelik, Irak yönetiminin laik Arap milliyetçisi ve sosyalist bir yapıda olması, onu Hümeyni'nin tağuti yani baskıcı, İslam-dışı, gayri meşru diye adlandırdığı rejimler arasına sokuyor ve açıkça ilk hedef durumuna getiriyordu. İran'ın radyo ve televizyonunun çok kolay dinlenip izlenebildiği Irak'ta, güneydeki Şii çoğunluk propaganda etkilerine gayet açık durumdaydı ve Sünni ağırlıklı Bağdat merkezi yönetimi bu durumdan endişe duyuyordu. 1988'de savaş bittiği halde İran'ın propaganda savaşı bitmemişti. Bununla beraber laikliğin ve sosyalizmin 80'li yıllarda gözden düşmesi Irak rejiminin meşruiyet ve ideoloji sorunlarını da ortaya çıkarmıştı. Kitleleri özellikle 1980'li yıllarda saran ve yükseliş sebeplerine burada girilmeyecek olan İslamcı dalgalar, siyasal meşruiyet sorunu olan Irak yönetimi tarafından da niçin kullanılmasın dı?
5. Bir önceki maddede ileri sürülenlerle bağlantılı Şekilde İslamcı bir söylem Irak yönetimine ordusunu ve halkının büyuk bir kısmını bir arada tutabilme imkanı vermekle kalmayacak, ayrıca Irak'a öteden beri hevesli olduğu Arap-İslam dünyası, Bağlantısızlık hareketi ve üçüncü Dünya içinde radikal bir direniş merkezi olma hedefini gerçekleştirmede ciddi bir ideolojik temel oluşturabilecekti.
6. Saddam Hüseyin'in İran'la uzlaşmaksızın başka girişimlere yönelebilmesi kolay olmayacaktı. Irak ordusunun önemli bir kısmı, 1988'de savaşın son döneminde ele geçirilmiş 100 km kadar derinlikteki Güney İran topraklarında bulunuyordu. Bu işgal İran'ın barış konusundaki isteksizliğinin de bir sebebini oluşturuyordu. Saddam Hüseyin'in sırf barış sağlamak için bu bölgeyi karşılıksız olarak terk etmeyi halkına izahı hayli zor olacaktı. Ama Kuveyt işgalinden sonra İran'la uzlaşmak ve İran topraklarını terk etmek fikrini kabul ettirebilmek Irak halkına çok daha kolay olabilirdi ve makul karşılanırdı.
7. Bu yıllarda dağılan ve sınırlarını açan sosyalist blokta ve SSCB'de sayıları milyonlarla ifade edilen Yahudi nüfusu, İsrail'e yerleştirme gibisinden bir plan Siyonist rejimce uygulamaya konmuştu. Arap liderleri bu konuda bağırıp çağırmanın ötesinde fazla bir şey yapamıyorlardı. Birinin bir Şeyler yapıp bu Yahudi göçünü durdurması gerekiyordu. 2 Nisan 1990'da, yani Kuveyt'in işgalinden 4 ay önce Saddam Hüseyin, sosyalist ülkelerden Filistin'e Yahudi göçünün başlı başına bir savaş sebebi olabileceğini ve elindeki kimyasal silahlarla İsrail'in nüfusunun yarısını yok edebileceğini açıkladı. Ve o anda da Yahudi lobisinin etkin olduğu Amerikan medyasınca bir numaralı insanlık düşmanı (public enemy number one) ilan edildi.1 Kuveyt krizi başladıktan sonra Saddam Hüseyin'in İsrail'in Arap topraklarını, Suriye'nin Lübnan'ı, T.C.'nin Kıbrıs'ı yıllardır işgal etmekte olduklarını öne sürerek, bölgedeki tüm işgal sorunlarının birlikte ele alınmasını savunan bir barış planı ortaya atması, daha da çelişkili bir duruma sebep oldu.
Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışmasının, Saddam benzeri çılgın başka bazı Arap liderlerince de kullanılabilecek çok mühim bir koz durumuna geldiğini algılayan ABD ve Avrupalı karar vericiler, Kuveyt savaşının hemen akabinde Filistin Sorunu'nun da artık bir çözüme bağlanması hususunda hemfikirdiler. Yani Kuveyt hadisesi, ABD ve İsrail'in o ana dek sürekli karşı çıktıkları Orta Doğu Uluslararası Barış Konferansı 'nın 1991 içinde Madrit'te toplanabilmesini sağlayan temel etmen olmuştur. Bir başka deyişle Irak Kuveyt'e girmeseydi, ne Filistin sorunu böylesine ciddi biçimde gündeme gelebilir, ne de söz konusu barış konferans toplanabilirdi. Bunlara ek olarak Ocak-şubat 1991'deki sıcak savaş günlerinde İsrail'e düşen Irak füzeleri her an kimyasal başlık da taşıyor olabilirdi. Yüz binlerce Yahudiye dağıtılan gaz maskelerinin yol açtığı korkular, Filistin'e Doğu Avrupa ve Rusya'dan Yahudi akınını da durdurdu. Saddam Hüseyin de Filistinliler açısından somut sonuçlar getiren gelişmeleri başlatan bir unutulmaz lider olarak Filistin halkının gönlünde artık taht kurabilecekti. Ama zaten onun Kuveyt'e giriş kararını alırken hedeflediği Şeylerden birisi de bu idi. Saddam Hüseyin'in İsrail'e saldırısı durumunda İsrail'in vereceği bir karşılık, sonuçta Kuveyti unutturacak ve Saddam'a karşı olan Arap devletleri dahi gözlerini İsrail'e çevireceklerdi. Bu durum da Saddam açısından riske girmeye değer avantajlar sağlıyordu.
8. Saddam Hüseyin'in tüm dünyanın tepkisini göze alarak Kuveyt'i işgale ve ilhaka kolayca karar verebilmiş olmasında bazı askeri varsayımların da etkili oldukları düşünülebilir. ABD önderliğindeki müttefik kuvvetlerin Irak'a saldırabilecekleri cephe olmadığı varsayılıyordu. İran askeri bakımdan ABD aynı çizgide hareket edemezdi. Türkiye sınırı geniş boyutlu bir askeri harekata uygun değildi. Suriye, sınırlarını yabancı ordulara hiçbir zaman açamazdı. Ürdün zaten Irak'a dost bir rejimle idare olunuyordu. Geriye sadece Suudi Arabistan sınırı kalıyordu. Saddam Hüseyin, Suudi Arabistan'ın yüz binlerce cenabet Amerikan askerinin Irak'a saldırı amacıyla ülkesine yığılmasına izin vermeye cesaret edemeyeceğini düşünüyordu. Gerçekten de bu ABD askeri yığınağı Suudi Arabistan'ın Arap ve İslam dünyasındaki prestijini çok sarsacaktır. Saddam'ın varsayımı olası bir çatışmanın salt Kuveyt ile sınırlı olacağı üzerine kurulmuştu. Bu durum Kuveyt'in işgalinin göze alınmaya değer bir risk olarak düşünülmesine sebep olmuş gibi görünüyor. Bu hesaplar tutmadı. ABD amacı sade Kuveyt'i kurtarmak değil, Körfez petrolünün ve İsrail'in güvenliğini sağlayacak şekilde Irak savaş makinasını yok etmek, Irak ekonomisini çökertmek idi.
Soğuk Savaş sonrası ABD savaş stratejisinin de 1988'lerden beri bu yönde geliştiği gözlenmekteydi. Bu yeni savaş stratejisi bölgesel çatışmaların ön plana çıkacağı ve bölgesel hegemonya peşindeki orta büyüklükteki devletlerin saldırgan tavırlara gireceği varsayımına dayanıyordu. Bu orta büyüklükteki devletlere karşı da yeni türden, (ne SSCB'ye karşı olan nükleer silahların da gerekirse kullanılabileceği yüksek yoğunluklu çatışma (high intensity conflict) ne de gerilla hareketleri ve iç savaş durumlarında başvurulan düşük yoğunluklu çatışma (low intensity conflict) türünden olan) orta yoğunluklu çatışma (mid-intensity conflict) savaş doktrininin oluşturulmasını gündeme getirdi. İşte Kuveyt operasyonu bu yeni doktrinin ilk uygulaması da oldu, ABD bu yolla da Vietnam sendromunun da üstesinden nihayet gelmeyi başarabildi.
Savaşın Sonuçları
Kuveyt çatışması önceden de belirtildiği üzere, Filistin sorununun bir an önce çözülmesi gerektiğini göstermişti. O sebepledir ki 1991 Orta Doğu Uluslararası Barış Konferansı ve şimdi can çekişen 1993 Filistin-İsrail uzlaşmasının kökenlerini Kuveyt hadisesinde aramak gerekir. Kuveyt hadisesinde Arap devletleri birbirleriyle savaşmışlar, bunun sonucunda pan-Arabizm, Arap milliyetçiliği ve Arap birliği umut ve hayallerini elbirliği ile ortadan kaldırmışlardı. Kuveyt çatışmasında bir Bağlantısız ülke Batılı emperyalist güçlerce ezilirken, Hindistan, Mısır gibi önemli bazı Bağlantısız ülkeler ABD'ye üs kolaylıkları sağladılar. Bu ise Bağlantısızlık hareketinin de, tıpkı Araplık düşüncesi gibi fiilen iflas etmesine benzer şekilde bir krize düştüğünü gösteriyordu.
SSCB, bu kriz anında henüz dağılmamış olmasına rağmen, ABD ve öteki Batılı güçlerce askeri açıdan kaale bile alınmamış, Gorbaçov'un sunduğu barış önerisine Başkan Baba Bush gülüp geçmiştir. Bu sonuç SSCB'nin Gorbaçov döneminde ne kadar itibarsız bir konuma sürüklendiğinin de bir göstergesidir. Ama bundan zararlı çıkan sadece SSCB olmamış, sosyalizm idealinin artık dünya gündeminden düştüğü tescil olunmuştur. Sosyalizm ve SSCB olguları en çok da Üçüncü Dünya ülkeleri arasında bir ideal olma özelliğini tarihsel anlamda yitirmiştir.
Kuveyt harbinin esas çarpıcı sonucu, yukarda anlatılan ve birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen sonuçların bileşiminde aranmalıdır. Araplığın, Bağlantısızlığın anlamsızlaşmasına, sosyalizmin gündemden düşmesine koşut olarak Arap dünyasını İslamcı dalgalar sarsmaya başlamıştır. İslamcılığın prim yapmasının sebebi, ortalıkta prim yapacak başkaca bir şey kalmadığından ötürüdür. İslam, alternatifim! diyen başka bir şey kalmadığı için Yeni Dünya Düzeni'ne alternatif olarak sunulmak istendi. Saddam Hüseyin İslamı kullanarak iktidarını meşrulaştırmıştı.
Bu noktada Türkiye'deki İslami referansları merkez alan Refah Partisi'nin yükselişine ilişkin bazı medyatik açıklamalarda düşülen yanılgıların da üzerinde durmak gerekiyor. Bu partinin yükselişini salt imam-Hatip okulları, tarikat sermayesi, Suudi para desteği, Almanya bağlantıları ve varoş edebiyatı ile açıklamak yetersizdir. Irak'a yapılan saldırı ve başta müteveffa Özal olmak üzere T.C. yöneticilerinin Amerikancı politikaları sonunda karşılaşılan fiyaskolar, BM Güvenlik Konseyi'nde yaşanan net çifte standart politikaları ve Yeni Dünya Düzeninin Türkiye ve pek çok İslam ülkesi açısından, batı ile mevcut bağımlılık ilişkilerinden ötürü, sürekli aleyhte sonuçlara yol açması gibi sebeplerin de Refah Partisine yönelen insanları bileyici ve kemikleştirici etkileri kesin olmuştur. Bu Yeni Dünya Düzeni de böyle sürdükçe, RP Ekim 1991-Aralık 1995 arası dönemde her mahalli ve genel seçimde kendi en yüksek oy rekorunu kırarak tırmanmıştır.
Saddam Hüseyinin 1991-2003 Arası Devrilmemesinin Nedenleri
Dünya politikasında önceki dönemlerde de diktatörlüklerin içerde sıkıştıkları vakit, dışarıda maceralar aramalarına rastlanmıyor değildi. Mesela Yunan cunta rejiminin 1974 Temmuz'undaki Kıbrıs macerası, aslında içerde yükselen uğultuları ve halkın dikkatini başka yöne sevk etmek için girişilmiş bir manevraydı. Arjantin'de 1976'da iktidara gelen askeri yönetim, 1982'de iyice bunaldığı için Maldivas (Falkland) Adaları'nı işgal etmiş ve iktidarın devamını bir çeşit kumarla eş anlamlı olan bu maceranın sonucuna bağlamıştır. Anılan bu her iki macera da girişimcileri açısından başarısızlıkla sonuçlanmış ve rejimleri çökmüştür. Bu noktada sorulması gereken soru şudur: Irak'taki despotik totaliter yönetim de, İran'la olan ve kendi başlattığı savaşın yıpratıcı etkileri altında bunalırken giriştiği Kuveyt macerası büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmış olduğu halde, üstelik savaşın hemen akabinde ülkede çıkan geniş çaplı ayaklanmalar ve iç savaş ortamına rağmen niçin çökmemiştir?
Bunun sebebi Saddam Hüseyin'in kendisini, onuruna çok düşkün Müslüman halk nazarında savaşın tek kazanımı olarak sunabilmekteki maharetidir. Bu durum sade Irak halkıyla sınırlı olmayıp, hemen tüm Arap halklarının bilincinde de önemli bir simge olmuştur.Arap devletlerinin yöneticileri kendi açılarından haklı nedenlerle Saddamdan hoşlanmıyor olabilirler. Buna karşın onların yönettikleri halklar bu şekilde düşünmemektedir. Tüm bu etmenlerin sonucunda yabancılara karşı ağır yenilgi alan Irak, yabancılara hoş görünmek için, yabancılar istiyor diye rejimini ve liderini değiştirmemiştir. Irak halkına göre mücadele devam etmektedir. Müslümanların görevi bu mücadeleyi, sonuçları ne denli ağır olursa olsun sürdürmek ve sabretmektir. Böylesi bir keskin irade, önceki iki dış macera örneğinde verilen ülke halklarında yoktu. Ama Irak halkı, tarihten gelen birikimi ile baskılar ve sıkıntılar altında yaşamaya zaten alışmış durumdaydı.
İsrail'in zedelediği, Arap-İslam onuru ve İngilizlerin başa geçirdiği kukla krallar Temmuz 1958 Devrimi'ne vesile olmuşlardı ve devrim (Arapça Et-Tavra) halihazırda düşmanlarla mücadelesini sürdürmekteydi. O devrimi yapan halkın geri dönerek ABD-İngiltere yörüngesine yeniden oturması mümkün değildir. Aynı şekilde de İran'da şahlığın geri gelebilmesi olası değildir. İran ya da Irak gibi Şark toplumlarında kitlesel direnç, bizzat bu batı-tipi hayat tarzına ve söz konusu tipte bir burjuvalaşmaya yönelmiştir. Bu direncin oluşumunda da İslamın belirleyici etkisi yadsınamaz. Irak halkı açısından Kuveyt operasyonu, Batıya karşı verilen çok yönlü mücadelenin sadece askeri bir safhasını, onun da sadece bir dönemini oluşturmaktaydı.
ABD Amaçları ve Beklentileri: ABD Politikalarında Kuveyt Krizinden 11 Eylül 2001e Irak
Le Monde Diplomatique yazarı Ignacio Ramonet, yaklaşan Irak Savaşı'nın ABD açısından ana motiflerini üç başlığa ayırıyor: İlki, 11 Eylül'en sonra bir saplantı haline gelmiş olan "haydut devletler" ve "uluslararası terörizm" ile hesaplaşma, ikinci petrol, üçüncüsü ise, ABD hegemonyasını kalıcı kılma gayretidir. Farklı bir tasnif belki şöyle yapılabilir:
ABD'de, ABD hegemonyasını kalıcı kılma hedefini, küreselleşme üzerinden ağırlıkla iktisadi araçlarla sağlamaya çalışan Clinton kliğinden, geleneksel milliyetçi, tek yanlı/kutuplu dünya dengesini öncelikle ve hatta başlı başına askeri araçlarla sağlamaya topyekun angaje olmuş Bush kliğine geçiş. Bush hükümetinin, oluşturan kişilerin kimliği, geçmişi ve felsefesi göz önünde tutulduğunda adeta bir "savaş kabinesi" görüntüsü vermesi, geçmiş ABD kabinelerinin genelde savaş kabinesi karakteri taşıdığı değerlendirmesine denk düşmekte.
Petrol ve ABD hegemonyasını kalıcı kılma gayreti gerçek motiflerdir. Savaşın salt petrole bağlanması, ilk anda indirgemeci bir yaklaşım gibi görülebilir ki, bir yönüyle öyledir. Fakat, bugünkü ABD hükümetinin uluslararası politikasının eksenini teşkil eden 1992 tarihli Pentagon raporunun ABD hegemonyasını sürdürmek açısından, a) ileri kapitalist ülkelerin güçlenmesini engelleme, b) yeni bir uluslararası gücün ortaya çıkmasını sağlayabilecek olan rezervlerin bulunduğu bölgeleri kontrol etme hedefini öne çıkardığı anımsanmalı. (Sözü edilen Pentagon raporu, 2002 yılında yayınlanan, "önleyici savaş" nosyonunu öne koyan 20 Eylül raporunun çekirdeğini teşkil etmekte.)
Sonuç itibariyle, Irak Savaşı, elde ettiği eşsiz üstünlüğü koruma gayesi taşıyan ABD'de, hegemonik gücü kalıcı kılmanın asli yönteminin askeri yol olduğuna inanan (askeri-sınai kompleksle ve petrol üreticileriyle ilişkili olan) yeni, milliyetçi bir kliğin, söz konusu kalıcılığı garanti altına almak açısından önemli kaynakların bulunduğu bölgeleri kontrol etme ve bu arada, potansiyel rakipleri olan diğer ileri kapitalist ülkeleri dıştalamaya çalışmasıyla açıklanmalıdır. Bu genel nitelikli tespitlerin ışığında ABDnin Irak saldırısının artında yatan nedenleri daha basitleştirilmiş maddeler halinde sunmak gerekirse aşağıdaki gibi bir sıralama ortaya çıkacaktır:
1. Avrasyadaki yeni oluşumlara gözdağı vermek
2. İranı ve Suriyeyi baskı altına almak
3. Petrol üzerinde mutlak denetim kurmak
4. Filistin sorununda Araplara seçenek bırakmamak
5. İslamcılara gözdağı vermek
6. Avrupayı hizaya getirmek
7. ABD kamuoyunu 11 Eylül sendromundan çıkarıp tatmin etmek
8. İmparatorlukların güç gösterisi yapma geleneği
9. Hıristiyan ve Yahudi fanatizminden kaynaklanan sorunlar
10. Kürt konusuna hal çaresi bulunması
11. Radikal Arap rejimlerinin hadım edilmesi
12. Savunma harcamaları ve stokların eritilmesi
13. Görünür neden: kitle imha silahları
Bu geniş ölçekli ve çok-amaçlı harekatın pek çok avantaj ve dezavantajları da göz önüne alarak ABD karar vericileri tarafından tahlil edildiği kesindir. Bu karar vericiler ABDnin stratejik zorluklarının her zaman farkındadırlar ve hesaplarını daima bu riskleri bir değişken olarak kullanarak yaparlar. Bu çerçevede sıralanabilecek risk faktörleri şunlardır:
1. Uzun süreli yıpratıcı savaş çekinceleri: Vietnam, Somali, Lübnan deneyimleri
2. İnsan kayıpları, özellikle ABD, İngiliz askerlerinin öldürülmesi
3. Arap tepkisi + İslamcı tepki
4. Bölge devletlerinin tehdit algılamaları
5. Bölge dışı aktörlerin tehdit algılaması
6. Bölge rejimlerine iç tepkiler
7. ABD ekonomisindeki kronik sorunlar
8. Afganistandaki iş birliğinin sona ermesi
9. Mesafe uzaklığının savaş maliyetlerini arttırması
10. İngilterenin sınırlı operasyon ısrarı
11. Öteki bölge devletlerine saldırıda meşruiyet sorunu
12. Kitle imha silahlarının ortaya çıkarılması gereği
13. Çifte standartlar sonucu ABDnin ciddiyetini yitirmesi, ABD medyasının çöküşü
14. Operasyonun Arapları birleştirmesi
15. Operasyonun İslamcıları birleştirmesi
16. Yeni hızlı savaş stratejisine yönelik uyarıcı tepkiler
17. Herkesin zayıf gördüğüne saldırma alışkanlığının başlaması ve BMdeki uyumun bozulması
18.AB ve NATOdaki çatlak
Iraka bu ikinci Amerikan askeri operasyonunun 1990-91de yaşanan birincisi ile kıyaslanması da geleceğe yönelik olarak yapılacak öngörü ve analizler için aydınlatıcı olabilir. Bu çerçevede ilk anda göze çarpan bazı farklılıkların aşağıdaki biçimde sıralanması mümkündür:
1. Kuveyt olayı Arapları bölmüştü, bu işgal ise Arapları birleştirdi
2. Kuveyt olayında Irak yalnızdı, şimdi ise ABD ve İngiltere yalnızlar
3. Özalın olumsuz ve onursuz katkısı bu sefer olmadı
4. Üçüncü Dünya Kuveyt olayında ABD ve BM tarafındaydı
5. Kuveyt müdahalesi BM kararları ile meşrulaştı
6. Şiiler o zaman Saddama karşı ayaklanmıştı, şimdi ise ABDnin karşısına geçtiler
7. O dönemde ABD terörün ağır sillesini yememişti, 11 Eylülden sonra paranoyak oldular
8. Sosyalist blokta çözülmenin olduğu bir dönemde Kuveyt olayında Irak yalnız kaldı, Avrasyada yeni bir stratejik yakınlaşmanın olduğu günümüzde Irak işgaline bazı büyük devletler cephe aldılar
9. Avrupada böylesi derin çatlak yoktu, günümüzde Euronun birleştiriciliğine rağmen politik çatlak derinleşmektedir
10. Günümüzde harekatın gayri meşruluğu dünya kamuoyunca çok büyük oranda destek bulmuştur, oysa Kuveyt krizinde savaş karşıtları bile Irakı savunamıyordu.
11. 1990da Irak Kuveyti işgal etmişti, 2003de ise ABD işgal etti ve kimin kurtaracağı belli değil
12. Soğuk Savaş döneminde İsraile dolaylı destek sağlayan ABD, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk kapsamlı müdahalesini Afganistan ve Iraka yönelik olarak yaptı.
13. Ortadoğuda Filistin sorununun İslamcı terörün ana besi kaynağı olduğunu gören ABD bu bataklığı kurutmak için bölgeye bir Pax-Americana dayatmaya karar verdi. Yani 1990da statükocu olan ABD revizyonist olan Irak iken 2003de roller değişti.
Savaş sonunda neler olabileceğine dair, uluslararası ilişkiler disiplininin ana özeliklerinden biri olan kehanet anlamında pek çok beklenti veya temenni oluşmuştur. Bunlardan bazıları hemen herkes tarafından sezilebilecek denli açık olduğu gibi, bazıları da yakın tarihin derinliklerinde gizli nedenlerden hareket ederek günümüzü ve geleceği açıklama çabasındadırlar. Bunları dar ya da geniş içerikli maddeler halinde sunmak gerekirse, bu çalışmaya da her biri sonuç bölümünün parçası olacak biçimde aşağıdaki gibi bir sıralama verilebilir:
1. ABD radikal dincilerle mücadele adına laik bir rejimi yıktı, oysa köktenciler tek başlarına bunu asla yapamazlardı; ABD sanki onlar adına bu işi yapmış oldu. İsrailin 1982-85 Güney Lübnan işgali ile olan benzerlikler Irak işgalinde de kendisini göstermektedir. Arap ve İslam Dünyası açısından bunun doğuracağı sonuçlar da ortadadır: İdeolojik, siyasal, kültürel yönlerden bunalım ve duraklamaya girmiş olan İslamcı hareketlerin bu işgal sonunda yeni bir dinamizm kazanacaklarını şimdiden söylemek mümkündür. Oysa ABD hesapta bu hareketlerin sonunu getirmek amacıyla Afganistan ve Irak girişimlerini başlatmıştı. Fakat tıpkı Kuveyt operasyonunun Bin Ladini doğurması gibi, bu son operasyonun da binlerce Ladin doğuracağı beklenebilir.
2. ABD ve İngilterenin aklından geçen model Almanya ve Japonyaya uyguladıkları sistem kurma modelidir. Fakat bu noktada kendi benmerkezciliklerine yakalanıyorlar. Bir kere Almanya ve Japonyaya karşı sadece ABD ve İngiltere değil bütün dünya savaşıyordu. Özellikle Almanyanın yenilmesinde en büyük pay sahibi olan güç SSCB idi. Dört yıl boyunca onunla Avrupada tek başına savaştı. Bir diğer nokta Saddam Hüseyin İranla savaşırken batılılarca desteklendi. Bu durumda onlar Hitlerin mi yanında yer alıyorlardı. Halepçeye zehirli gaz bombaları atıldığında da Saddamın yakalanıp yargılanması gündeme gelmemişti. Bu ancak iki yıl sonra o Kuveyte girdiği zaman söz konusu oldu. Saddama karşı dünyada, Hitlere olanın benzeri bir kenetlenmeden de bahsetmek mümkün değildir. Salt ulusçu ve İsrail karşıtı olması Saddam Hüseyini Hitler statüsüne oturtmak için yeterli değildir. Ama olaylara basit yaklaşmayı seven ve dünyanın en kolay aldatılan kamuoyu olma özelliğindeki ABD halkı için bu kadarcık yüzeysel bir benzetme bile yeterlidir. Tüm bunların sonucunda Almanya ve Japonya benzeri bir sistem kurulacağı beklentisi ABD-İngiltere yöneticilerinin ve kamuoyunun umududur.
Oysa daha şimdiden Iraktaki işgalci güçlere karşı ülke içinde ve dışında sert tepkiler oluşmaktadır. Almanya ve Japonyanın işgalinde böyle olmamış ve kitlesel direnişle karşılaşılmamıştı. Iraktaki bu direnişin nedenleri çoktur. Bir kere İngiliz sömürgeciliğinin yeniden ülkeye yerleşmesi tepki almaktadır. Sonra ülkenin petrolünün yağmalanacağı konusunda halkta hiçbir tereddüt yoktur ve bu Amerikan karşıtlığını getirmektedir. Buna ek olarak İslamdan kaynaklanan nedenler vardır ve insanlar bu mücadelenin Tanrı ile ABD arasında olduğunu ve elbette ki sonunda Tanrının kazanacağını düşünmektedirler. ABD ve İngilterenin şu ana kadarki sicilleri göz önüne alındığında bunların ahlaki olarak hiçbir kurallarının olmadığı da ortadadır. Tüm bunların yanı sıra İsrail faktörü etkisini arttırarak hissettirmektedir ve ABDnin bu savaşı İsrail adına yaptığını da bilmeyen yoktur. İşte tüm bunlar somut ve kaçınılmaz olduğu kadar ABD ve İngilterenin görmek de istemediği gerçeklerdir. Üzerlerini medya kanalıyla örtseniz bile gerçekler ortadan kalkmaz ve her fırsatta varlıklarını belli ederler, hayal kırıklıkları da böyle oluşur.
3. İktisat ile Siyaset teorisinin kesiştiği bir noktada yükselen hegemonya tartışmalarının öne çıkarmış olduğu bir nokta, hegemonik ilişkilerde, tek yanlı üstünlüğe dayalı dengenin kalıcı olmadığı, hatta hegemonik gücün el değiştirebildiğidir. Dolayısıyla, Söz konusu teorinin kurucuları, iktisat cephesinden Nikolai Kondratief, siyaset teorisi yönünden ise Quincy Wright'tır. Fazlasıyla ihmal edilmiş olan bu araştırma geleneğinin ana parçasını, hegemonik ilişkilerdeki gerilimleri savaşlar ile ilişkilendiren Savaş-Hegemonya okulu teşkil etmekte. Söz konusu teori temelinde, acaba, bugünkü dünya konjonktürü nasıl değerlendirilmeli? Teorinin önceki bulgularına ve bugünkü konjonktüre ilişkin gözlemler ışığında, Batı dünyasında 1945'te ilan edilen ABD hegemonyasının, balayını geride bıraktığı, hegemonik gücüne farklı güçlerin meydan okuduğu/okuyacağı yeni bir aşamaya geçildiği öngörülebilir.Yani, gelinen noktada, Batı dünyası aşısından geçerli olan II. Dünya Savaşı ertesi düzenin, artık geçersizleşmeye başladığı söylenebilir. Bu söylenen, bugünden yarına, her şey hızla farklılaşacağı anlamına gelmiyor; sürecin "unfold" etmesi, içerdiği gizil eğilimlerin açığa çıkması, olgunlaşması, ana güçler arasındaki cepheden çatışmalara dönüşmesi yıllar alacaktır. Söylenebilecek olan, savaş-ertesi düzenin sona erdiği, yani "ABD"nin Baba Bush'un ağzından ilan ettiği Yeni Dünya Düzeni'ni kuramamış olduğudur. Yukarıda değinilen kronik belirsizliğe, bir ölçüde rastlantısal bir belirsizliği eklemekte fayda var: Acaba, iki yılı kalmış olan George W. Bush, gelecek seçimi kazanabilecek, ABD'nin şu anki dış politikasını belirleyen ana saik olan hegemonyayı askeri yöntemle kalıcılaştırma gayesi, yakın gelecekte de geçerli olacak mı? Geleceğin hegemonik çatışması dünya politik sistemi açısından başlamış olmakla birlikte yakın vadede nasıl gelişeceği ABD'de askeri yöntemi mi, yoksa iktisadi emperyalizmi mi öne çıkartan bir yönetimin olacağıyla ilgilidir. Uzun vadede ise, "barış"ın şansının az tansiyonun yükselmesi kaçınılmaz olduğu söylenebilir
4. Saddamın devrilmesi oyunun sonu değil başlangıcıdır. Oysa ABD tam tersini düşünmektedir. Irakta işgal süresi içinde ya da işgalden sonra iç savaş olasılıkları üzerine neler söylenebilir? Bir kere henüz aşiret yapısı temelinde şekillenen bir ülke nüfusuna demokrasi sunmak bir komedi haline gelir. Sonra etnik ve dinsel bakımdan ayrılmış bir halk söz konusudur. Burada sınırlı bir federalizm ile yerel sorunlar aşılmaya kalkılırsa bu ülkenin en büyük grubu olan Arapların ve onlar içindeki en kalabalık grup olan Şii toplumunun lehine işleyecek bir federalizm ve demokrasi anlamına gelir. Bunu en iyi ülkeyi yıllarca yönetmiş İngilizler bilir.
Kısaca Irakta demokrasi de federalizm de Şii radikal grupların işine yarayacaktır. ABDnin kısa dönem söylemi ne olursa olsun uzun dönemde ya İran ve Şiilerle anlaşmak durumunda kalacağı ya da onlarla çatışmayı seçeceği düşünülebilir. İsrail yüzünden ABDnin İranla anlaşması şimdilik olanaksızdır. Bu koşullarda da Irak işgalinin Güney Lübnana benzeyebileceğini söyleyebiliriz. Orada da İsrail laik FKÖyü, ABDnin Irak Baasını yok ettiği gibi süpürmüştü. Ama bir yıl içinde bu kez çok daha amansız radikal İslamcı Şii Emel, İslami Cihad ya da Hizbullah gibi güçlerle çatışmaya düşmüştü. Aynı senaryo ile karşılaşmamak için ABDnin bir B Planı var mıdır?
Saddam Hüseyin ve arkadaşları, Filistin sorununda Arafatın aldığı ehven-i şer rolüne talip olabilirler ve bu yüzden ordularını sivilleştirip yer altına inmiş olabilirler. Onlar ABDnin Şii İslamcılarla çatışmasını bekliyorlar. Yıllarca terörist olarak mücadele ettikleri Arafatı daha sonra sahiplenen ABD ve İsrail, bunun aynısını Irak laik Baasçıları için yapabilir mi? Almanyada işgalden sonra NAZİ mekanizmalarının kadrolarını hem ABD hem de SSCB kullanmıştı ve sembolik olarak birkaç tanınmış NAZİ idama mahkum edilmişlerdi. Oysa Nazizm bütün Alman toplumunu sarmış bir düşünceydi. Iraktaki Baas Arap ulusçuluğu gibi. Tüm bu nedenlerle ABDnin demokrasi kurmak yerine otoriter laik bir rejim kurmaya çalışacağı, bu kukla yönetimi korumak için işgali sürdüreceği ve kendisini bir iç savaşın ortasında ve onun tarafı olarak bulacağını söylemek mümkündür. İngiltere bu tip yıpratıcı maceraları uzun süre devam ettirme lüksüne sahip değildir.
5. Avrasya açısından sonuçlara bakıldığında, bu bölgede yeni bir blok oluşturma çabasındaki güçler, yani Rusya, Çin, Hindistan gibi merkezlerin 11 Eylül sonrasında ABD ile uzlaşmaya vardıkları anti-terör işbirliği sona erebilir. Bunun en somut sonucu da Afganistanda kurulmaya çalışılan ABD destekli rejime yönelik saldırıların artması olabilir. Tabii ki bu durum da en çok orada 20.000 kadar asker bulunduran ABDyi etkileyecektir. Amerikalılarla savaşmaya istekli milyonlarca İslamcının olduğu bir dünyada, bunlara destek veren güçler de olacaktır.
6. Avrupa açısından soruna bakıldığında ABD ile bazı faklılaşmaların olduğu hemen göze çarpmaktadır. Birinci olarak Avrupa sistematik bir terörün hedefi durumunda değildir. Buna ek olarak İslam Dünyasında sistematik bir Avrupa düşmanlığı yoktur. Avrupalıların İsrail ile olan ilişkileri ABD gibi değildir. Avrupalılar sömürgeci emperyalist geçmişlerinin Üçüncü Dünyadaki etkilerini silme gayreti içindedirler. İkinci bir etmen 1990 sonrasında yaşanan Kuveyt ve Balkan krizleri Avrupalıları müşterek bir savunma ve dış politika oluşturmaya yöneltmiştir ve bu konuda NATO ile sorunlar oluşmaktadır. Ayrıca üçüncü bir yenilik olarak Avrupanın Akdeniz ve Doğuya doğru tarihinin en büyük genişleme sürecine girmiş olması da sayılabilir.
Bu sürecin sonunda dünyanın en büyük sermaye, üretim ve tüketim merkezi olma iddiası Avrupada oluşacaktır. Özellikle Euronun son bir yıllık dönemdeki performansı, Amerikan dolarına rakip yeni bir global ödeme aracının ortaya çıktığını gösteriyor. 50 yıldan bu yana dünya piyasalarında referans döviz birimi Amerikan dolarıdır. Yıllar boyunca Fransa, Almanya veya herhangi bir ülke 50 milyon $lık bir şey satın almak istediğinde bu parayı elde etmek için bir bedel vermek zorundaydı. Öte yandan Amerika aynı şeyi satın almak istediğinde, sadece matbaayı çalıştırıp o parayı hazırlayabiliyordu. Amerika son 50 yılda her ihtiyacı olduğu zaman bunu yaptı, hazinesinde altın karşılığı olmadan sık sık matbaayı çalıştırıp dünyayı Amerikan para birimiyle "boğdu". Bunun sonucunda, Amerikan ekonomisi su anda 2500 milyar dolar civarında bütçe açığıyla karşı karşıya kaldı ve bu açık gittikçe ve hızla büyümektedir. Bushun ekonomistlerinin yaptığı hesapla gelecek 3 yılda bu açık 3500 milyar dolara yaklaşacak. Bu ise Amerikan Gayri Safi Milli Hasılasının %50si olacak. Amerikan para birimi dünyanın dövizi kaldığı sürece bu bir sorun olmaz. Onlar istedikleri zaman para basıp borçlarını kapatabilirler. Zira dünyanın diğer ülkelerine göre Amerika veresiye yasıyor.
Ama öte yanda büyük sorun burada başlıyor: Irak OPEC üyesi olup kendi petrollerini Euro referans alınarak satmayı kararlaştıran İLK ÜLKE. Bu cesur bir karardı, o dönemde Euro/Dolar paritesi 0,8 idi ki o zamanlar Irak çok zarar etti. Ama şimdi büyük karlar elde ediyor, zira dolar Euronun gerisine düştü. ABD açısından bu Saddamın en büyük hatasıydı. OPECe üye Iran da Euroya geçmek hazırlığında ve bunu diğer bazı üyeler de takip etmek niyetinde. Venezüella dahi (dünya petrol rezervlerinin %7sini barındırıyor) para rezervlerini Euro-Dolar karışımı seklinde değiştirdi. Rusların Merkez bankası da rezervlerinin yarısını değiştirdi, Çin de aynı şeyi yaptı. Bunun sonucunda dünya piyasalarında anormal bir dolar fazlalığı ve Euro talebi oluştu. Bunları, herkesin bildiği Doların Euro karşısında değer kaybetmesinin başlıca nedenleri olarak sayabiliriz. Bu ise Amerikan ekonomisi için resmen bir çöküş demek. Euro dünyanın dövizi olacaksa Dolar müthiş bir değer kaybına uğrayacak, Amerika keyfince dolar basamayacak, bütün dünya ülkeleri dolarlardan kurtulmaya bakacak, yerine Euroyu koyabilmek üzere, OPECten petrol satın alabilmek için, tüm büyük yatırımcılar Amerikan pazarından çekilip Avrupa pazarına yönelecekler. Aslında Amerikanın Asya ülkeleriyle yaptığı politik anlaşmalarla Dolar suni şekilde değerini korumaya çalışıyor. Şöyle ki Amerikan pazarının hemen hemen tüm ihtiyaçları bu ülkeler tarafından karşılanıyor. Amerika bu ülkelere üretmeleri için borç veriyor. Onlar ürünlerini Amerika'ya satıp borçlarını ödüyor. Bu şekilde bir kısır döngü oluşup para gidip geliyor. Asya dolardan vazgeçip Euroya geçerse Amerikan ekonomisi çöker. Zira onların da petrole ihtiyaçları var. OPECten petrol alabilmek için onlar da Euroya geçme niyetindeler.
Sonuçta Bush bir "kara liste" hazırlayıp, buna Euro ile petrol satmak isteyen ve rezervlerini Euroya çeviren tüm ülkeleri dahil etti. Amerika zamanla bu ülkelerde (Irak, Iran, Suriye, Venezuella, etc.) huzursuzluk yaratıp, oradaki yönetimi kendi çıkarları doğrultusunda değiştirene kadar mücadele edecek. Aslında savaşın nedeni de budur. Ortada çok büyük bir "pasta" var: Dünya ekonomisi. Petrol konusunda sağlanabilecek bir fiyat denetimi doları kurtarmak için elzemdir ve Irak işgali ile böyle bir hedef de güdülüyor. Ayrıca çatışmanın maliyetinin de yeni kurulacak Irak rejimine ödettirileceği hesaplanıyor ve sonuçta bu girişim her bakımdan karlı bir yatırım olarak görülebiliyor.
7. Soruna bir de Uluslararası Sistem Konfigürasyonu olarak yaklaşan Ignacio Ramonet, Irak meselesinde, görünen ardında, arka planda daha köklü süreçlerin işlediği, uluslararası ilişkilerin mimarisinin çatladığı görüşündedir. BM, AB ve NATO çatlamış durumdadır. ABD, öteki rakip güçlerin veto avantajına sahip olduğu BM Güvenlik Konseyini, daha önce Yugoslavya'da olduğu üzere, NATO vasıtasıyla ve bir iki sadık ortağıyla birlikte yalnız başına by-pass etmiştir. ABD'nin Irak operasyonu, Anglo-Saxon olmayan büyük devletlerin yanısıra Hindistan, Güney Afrika, Zimbabwe, Malezya gibi Üçüncü Dünya ülkelerinin şiddetli tepkisiyle karşılaştı. Kuala Lumpur'daki XIII. Bağlantısızlık Hareketi Konferansı, bu hareketin dönem başkanı olan Malezya Başbakanı Mahatir bin Muhammed'in sert ABD eleştirisine tanık oldu. Fidel Castro, Bağlantısızlık Hareketi'nin yeniden canlandırılması ihtiyacından söz etti. Öte yandan, Arap Birliği toplantısı da, Birleşik Arap Emirlikleri ile Libya arasındaki söz dalaşına tanık olundu.
Çatlağın global düzeyde derinleştiğini gösteren en ilginç işaretler, Batı'nın, Huntington tarzı Batı-Doğu temelli bir uygarlık çatışması olasılığı tartışması sürerken, bir anda, Fransa-Almanya versus ABD eksenli, yeni bir Eski Kıta-Yeni Kıta tartışmasının içerisine düşüldüğünü gösterdi. Amerikan ve Fransız medyası, diplomatların da karıştığı bu tartışma ile dolup taşmaktadır. İkinci Dünya Savaşı ertesinde kurulan yeni uluslararası iktisadi düzen, 1930'ların ticari çatışmalarından alınan dersler üzerinde kurulmuştu. Bugün ise, ABD ile, Fransa ve Almanya arasında, yeni ticari savaşların ön işaretleri beliriyor. (Tüketici ambargoları vs.) Dolayısıyla, olası Irak Savaşı'nın en önemli sonuçlarından biri, uluslararası konfigürasyondaki çarpıcı çatlaklardır. ABD ile Fransa, Almanya, Rusya, Çin gibi öteki büyük güçler arasındaki gerilimlere Bağlantısızlık Hareketi ile G-77'nin olası dirilişi üzerinden veya farklı şekillerde Üçüncü Dünyanın da katılması geleceğin yeni dünya sistemini şekillendirecektir. Fakat burada altının çizilmesi gereken nokta tüm bu güçler ABDnin karşısında yer alırken, ona karşı zayıf ya da şiddetli tek direnişin İslami kökenli olduğu gerçeğidir. Yani Soğuk Savaş boyunca SSCBye karşı başta ABD olmak üzere dünyadaki öteki bütün aktörler tarafından bir koç başı gibi kullanılan İslamcı reaksiyon bu defa ABDye dönebilir ve onun karşısındaki herkes tarafından desteklenebilir.
8. ABD ekonomisi bugün askerileşmiş bir ekonomidir. Bu kavramın Nazi Almanyası, 1945 öncesinin Militarist Japonyası ya da Sovyet tek parti rejimi gibi totaliter yapılarda olduğu ve liberal-demokrat özgürlükçü devletlerde, yani Batı dünyasında olamayacağı varsayılıyordu. Oysa II. Dünya Savaşı ile militarize olan Amerikan ekonomisinin bu durumu Soğuk Savaş ile kemikleşti ve o askeri-siyasi rekabet döneminde fazla tartışılmadı. Günümüzde ise bu ekonomik yapının mimarı olan ve Başkan Eisenhowerın deyimiyle askeri-endüstriyel kompleks her on yılda bir savaş gereksinimi duyuyor. Başka türlü yoğun ölçekte silah tüketimi olmuyor. Ayrıca liberal rekabet ortamının orduları, kendilerini göstermek, yükselmek, tarihe geçmek, kariyer yapmak için savaşa ihtiyaç duyarlar. Bu gerçek daha 1800lerin başında Alexis De Tocqueville tarafından tespit edilmiştir. ABD ordusu bu saptamanın en tipik örneğidir.
9. Sovyetler'in dağılmasıyla birlikte, ABD II. Dünya Savaşı sonrasında Japonya'ya karşı kullandığı nükleer silahla ilan ettiği hegemonyasını, bu defa Irak'a karşı kullandığı akıllı silahlar kuşağıyla Yeni Dünya Düzeni adı altında sürdüreceğini açıkça ilan etmektedir. Atom bombasının o dönemde kullanılmasının farklı nedenleri üzerinde fazla durulmamıştı. Bu silahın gücü başka yollardan da gösterilebilir ya da Çinde ve Korede üslenecek Amerikan uçaklarıyla Japon anakarasının bombalanması sonucu koşulsuz teslim yine gerçekleştirilebilirdi. Bu korkunç silahın Japonyanın tesliminden çok, savaş sonrası dönemdeki olası uyumsuz aktörlere karşı bir gövde gösterisi olarak kullanıldığını düşünmemek için bir neden yoktur.
Fakat 1949da SSCBnin atom tekelini kırmasının Batıda yol açtığı tehdit algılamasının tozu dumanı altında bu kötü niyetin perdelendiğine ve Türkiyedeki ABD_NATO tornasından çıkmış sözde uzmanlarca Batılı tezlerin hemen sahiplenildiğine tanık olundu. Yaklaşık elli yıllık bir challenge dönemini lekeleyen gelişmeler de yaşandı. Mesela Vietnam da ABDnin ilk kez askeri olarak başarısız olması ya da 1970lerde Bretton-Woods Para Sisteminin çöküşü gibi. Daha sonraki dönemde ise Üçüncü Dünyada ABD karşıtı yönelimlerin tırmandığına tanık olundu. AB, Japonya ve Çinin yeni ekonomik aktörler olarak yükselmesi ise Amerikan ekonomisindeki iç ve dış borç şişkinliğini tırmandırdı. 1990'lı yıllar boyunca 1994-95 Meksika, 1997 Asya, 1998 Rusya, 2000-2001 Türkiye, 2001-2002 Arjantin örnekleriyle süregiden küresel iktisadi krizin gölgesi üzerine, Irak Savaşı ile birlikte ikinci bir gölge, bu defa siyasi bir gölge daha düşünce, şimdi karanlık iyice artmış, belirsizlik güçlenmiştir. Dünya ve tabii ki Türkiye, önümüzdeki yıllarda sadece siyasi değil, uluslararası ekonominin daraldığı koşullarda, iktisadi krizle de boğuşacaktır. Bu bağlamda, neo-liberal ekonomi politikalarının sürebilirliği veya sürdürülebilirliği ne kadardır? 1930'lar tarzı eni bir devletçi dönem başlayabilir mi? Yaklaşan küresel iktisadi ve siyasi kriz düşünüldüğünde, Türkiye'de devletin özelleştirme vs. süreçler ile doğrudan iktisadi kontrolü elinden çıkarmayı sürdürmesi nasıl görülmeli?
10. ABDnin soğuk savaş sonrası dönemde korumak istediği hegemonyası için en önemli kozu askeri gücüdür. Bu gücü siyasal ve ekonomik güçsüzlüğünü gidermek ve perdelemek için sürekli kullanması, sergilemesi gerekiyor. Ayrıca ABD modern devrin global imparatorluğudur ve tıpkı Roma ya da Osmanlı sistemleri gibi zaman zaman dış odaklara karşı güç gösterisi yapması gereklidir. Osmanlının iki kez denediği Viyana kuşatmasının bundan başka bir anlamı olamaz.
11. 11 Eylül 2001in şoku sonunda Amerikan kamuoyunun ancak olabildiğince çok müslüman kanı dökülerek yatıştırılabileceğini düşünen çevreler, özelikle siyonist gruplar arasında olabilir. Bir Afganistan bombardımanının 10.000in üstünde sivilin ölümünü sağladığı düşünülürse temelde yatan güdülerden birisi de bu olabilir.
12. Türkiye açısından sonuçlar: Türkiyedeki İslamcılar yol ayrımındadır. Yıllardır İslamcıların çok büyük bir kesiminin Amerikancı sağ ile sıkı ittifak içinde oldukları ortadadır. Bununla birlikte İslamcıların yeni bir atılım yapabilmeleri da ancak bu tutucu çevrelerle köprülerin atılması sonucunda gerçekleşebilir ve onurlu bir karşı koyuş için bunu yapmaktan başka şansları yoktur. Tek işleri Atatürk ve askeri eleştirmek olan İslamcıların işi zor. Türkiyenin kayıplarının gerçek sorumlularının tespiti gerekir. Türkiye'nin jeo-politik önemi, geçmişte, iki kutuplu dünya bağlamında, ABD-SSCB ekseninde tanımlanırdı. Oysa, Türkiye, paylaşım çatışmalarının geleneksel iki alanı olan Balkanlar ile Orta Doğu'yu içeren Osmanlı'nın mirasçısı. Dolayısıyla, XIX. yüzyılda tanımlanmış olan eski Doğu Sorunu'nun uzantısı olan her türlü gelişme ile tarihi bir ilişki içerisinde. Öte yandan, yeni Doğu Sorunu olan eski SSCB topraklarının paylaşımı ile de, daha farklı bir ilişki içerisinde. (Bu ilişki farklı zamanlarda, örneğin Süleyman Demirel tarafından gerçekçi olmayan bir şekilde Adriyatik'ten Çin Seddi'ne sloganıyla ortaya konmuş olsa da gerçekliği var.) Türkiye şu anda, eski Doğu Sorunu'nun odaklandığı Balkanlar, Orta Doğu ile, yeni Doğu Sorunu'nun odaklandığı Kafkasya/Orta Asya üçgenin ortasında, yani, bugün artık, büyük güçler arasındaki çatışma ve paylaşımın üç ana alanın ortasında yer almakta. Dolayısıyla, Türkiye'nin jeo-politik önemi, bu defa iki yanlı değil, (baş aktörleri, senaryo kesinleşmemiş olmakla birlikte, muhtemelen, Fransa, Almanya, ABD, Rusya, Çin olan) çok yanlı/kutuplu bir dünyanın sorunlu bölgesinin ortasında yer almakta olmasıdır.
Osmanlı, Doğu Sorunu'nun yegane konusu idi ve çözülüş yılları, dış ilişkilerde, İngiltere, Fransa, Almanya gibi güçlerin Osmanlı toprakları üzerindeki hegemonik çatışmaları içerisinde boğuşmayla geçti. Bugün ise, bu defa Türkiye, hegemonik çatışmanın üç ana bölgesini teşkil eden Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya/Orta Asya üçgeninin ortasında kalmıştır. Osmanlı'nın, hegemonya çatışmasının tarafı olan ülkelerden birine tutunma, aşırı anaje olma yoluyla özüm araması sürekli kayıpla sonuçlandı. Farklı bir kararsızlık hali, II. Dünya Savaşı esnasındaki Alman angajmanından, Savaş ertesindeki Amerikan angajmanına geçişte de yaşandı. Öte yandan 1950'li yıllarda ise, Türkiye, Bağlantısızlık Hareketi'ne "sömürgeciliğe karşı çıkmayın" öğüdü vermeye kalkıştı ve prestij yitirdi. AKP'nin aşırı angajmanının ciddiye alınması gereken bir maliyeti, öncelikle ABD ve ayrıca dünya basınında, çeştli ırkçı majlarla süslü (kaytan bıyıklı bezirgan arap kılığı, dansöz kılığı, Türkiye bir benzin istasyonu vs.) aşağılamalar oldu. Öyle ki bu maliyetin hesaplanması hiç de kolay değildir. Bu noktada Türk dış politikasına yönelik geniş çaplı bir eleştiri ve revizyonun da gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Yıllardır "aktif" dış politika olarak bilinen teslimiyetçi ve güdümlü yaklaşımlar da göstermiştir ki böylesi bir dış politika, ABD dış politikası çerçevesine mahkum olarak uygulandığında sonuçta Türkiyeye dünya ölçeğinde itibar kaybettiren ve aslında gayet de "pasif" olan bir politika olmaktadır. Soğuk çıkar hesapları temelinde yapılan bir dış politika, ilk anda rasyonel görünebilir. Fakat, geleceğin dış politikası, sadece soğuk gerçekler, çıkarlar üzerinden değil, insani değerler, ideolojiler, siyasetler temelinde gerçekleşecektir. O nedenle, "rasyonel" hesaplara, insani süreçler, atılan adımların toplum açısından insani/ahlaki planda nasıl algılandığı vs. de katılmalıdır. AKP yöneticileri herhalde TBMMndeki tezkere oylamasında bunu hesaba katmadığı için yanılmışlardır. Ayrıca bu gelişmelerin AKP'nin balayını da kısa kestiği ve tabanında bu Amerikancı yönelimlerin ciddi hayalkırıklıklarına yol açtığı söylenebilir. Türk seçmeninin tepkisini siyasetçiler ve partiler için her fırsatta esirgemeden ortaya koyduğu ANAP, DYP, SHP, CHP, RP, MHP, DSP gibi partilerin yaşadıkları örneklerle ispatlı olduğundan önümüzdeki dönemde AKPyi de zor günlerin beklediği düşünülebilir.
13. Kürt sorununun bölgeselleşmesi 1980lerde İran-Irak çatışması ve PKKnin başlattığı ayrılıkçı savaş ile olmuşsa, bu sorunun uluslararasılaşması da 1990larda Irak rejimine karşı harekete geçen ABDnin inisiyatifiyle olmuştur. Fakat normal şartlarda bu uluslararasılaşmanın Mart 1988 Halepçe katliamı ile olması gerekirdi. Niçin o zaman değil de iki yıl sonra Irak-Kuveyt krizinin başlamasıyla sorun gündeme geldi? Önemsiz bir ayrıntıymış gibi görünen bu sorunun cevabında, aslında Kürt toplumunun yıllardır yaşadığı ve halen de yaşamakta olduğu trajedilerin nedenleri de gizlidir. Gerçekten de Halepçe felaketi yaşandığı günlerde dünyanın ilgisini fazla çekmedi. Hatta konu İran-Irak savaşı içinde değerlendirildi, sivil kayıp kapsamında düşünüldü. Sonuçta da yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği bir savaşta Halepçede ölen 5000 kişinin fazla bir yeri olamazdı. Fakat 1991 Nisan ayında Kuveyt çatışmasının Bağdat rejiminin yenilgisiyle bitmesinden sonra, Şiilerle birlikte Barzani-Talabani ikilisinin ortak girişimiyle başlayan ayaklanmaya Bağdatın tepkisi sonucunda büyük bir trajedi yaşandı ve 1,5 milyon Kürt mülteci İran ve Türkiye sınırına yığıldı. Ancak o zaman Irak Kürtleri dünya gündemine alındı. 1988den beri çok şey değişmiş ve o dönemde İranla savaştığı için ABDnin dolaylı desteğini alan Bağdat hükümeti artık düşman listesine girmişti. Kürt liderleri bu gelişmelere, sanki başta batılıların iki yüzlülüğü nedeniyle uğradıkları felaketler hiç yaşanmamış gibi tepki verdiler ve ABD ile İngiltereyi en büyük dost ve ümit kaynakları olarak görmeye devam ettiler. Bölge Kürtlerinin yıllardır aradıkları büyük güç himayesine nihayet kavuştukları görüşü ağırlık kazandı. Son Irak harekatında ABD ordusu ile yanyana kendi devletlerine ve ülke halklarına karşı savaşan bu iki lider, bunun Arap bilincinde kısa sürede unutulacağı varsayımından hareket ederek politikalarını oluşturdular. Fakat unuttukları noktalar çoktur: Mesela ABD Arap dünyasını modern ve demokratik bir görünüme kavuşturmak isterken, planladığı bu yeni yapıda despotik aşiret yapıları ne ölçüde yer bulabilir? Onbinlerce Arap ABD ile olan mücadelede ölmüşken, onunla işbirliği yapan Kürtlere nasıl saygı duyup, dostça davranabilecektir? En önemlisi de Irakta ikna etmesi gereken milyonlarca Şii ve Sünni Arap dururken ABD politikaları nasıl iki aşiret reisine endekslenebilir? Ayrıca da bu işgal en fazla ne kadar ve neler pahasına sürdürülebilir? İşgal güçlerinin çekilmesinden sonra yaşanabilecek bir iç savaş ortamında Kürtlerin şansı, İsrailin Lübnanla olan sınırından tek taraflı olarak oluşturduğu tampon bölgedeki Güney Lübnan Ordusundan daha fazla olabilir mi? Üstelik de Kürt bölgelerinin kuşatılmışlığı ortamında. Bu çerçevede Kürtlerin izlemesi uygun olabilecek en tutarlı ve güvenli yol vilayet özerklikleri çerçevesinde Lübnandaki gibi çok-dinli, çok-mezhepli, çok-uluslu bir doğal demokrasiyi Irak için de kurmaya çalışmak olabilir.
14. Irak ve Afganistanda kriz tırmanabilir mi? ABDnin tek başına Afganistanda Ürdün benzeri batı yanlısı bir rejimi oturtması çok zordur. Hatta kendisini, tıpkı Rusların başına geldiği gibi, bir iç savaşın tarafı olarak bulması daha kuvvetli bir olasılıktır. Amerikan askerlerinin çekilmesini müteakip Karzai rejiminin de devrileceği muhakkaktır. ABDnin 2001 Afgan müdahalesinin ilkesel yönü bu ülkeyi İslamcı terörün yeşerdiği gerici ortamdan kurtarmaktı. Keza SSCBnin 1979 müdahalesi de aynı amaçla yapılmış ve oradaki ilerici Afganistan Demokratik Halk Partisi rejimi korunmak istenmişti. Ama o dönemde ABD o rejim karşıtı gerici güçlere destek vererek Rusları zor durumda bırakmıştı. Ne tesadüftür ki günümüzde ABD. Sovyetlerin o zamanki ilerici misyonunu üstlenmiş gözüküyor. Sonuç olarak Afganistanda Amerikalıların, Ruslarla aynı başarısız akıbeti paylaşmalarından korkmaları icap eder. Afganistandaki krizin daha yaygın bir versiyonu Irak için de söz konusu olabilir. Irak sorunu Afganistandan çok daha fazla Arap ve İslam dünyasını, hatta Batı dünyasını ve Üçüncü Dünyayı ilgilendiren bir konudur. Bundan ötürü Afganistandan çok daha geniş boyutlu krizlere yol açması beklenebilir. Irak topraklarının Afganistandan farklı olarak gerilla savaşına uygun olmayan, dağlık arazilerin çok az olduğu bir yer olması, bu müdahalenin stratejik sonuçlarını değiştirmez. Sonuçta ABD ve İngiltere orada uzun süre kalamayacaklardır. Petrol konusunda sağlamayı umdukları ipotek mekanizması da ancak kukla bir hükümetle yönetilebilir. Oysa Iraka getireceklerini vaat ettikleri gerçek demokrasi koşularında Irakta böyle bir idarenin iktidar şansı olmayacaktır.
15. İsraile Irak krizinin etkileri neler olabilir? İsrailin güvenliği her zaman ABDnin Ortadoğu politikasında belirleyicidir ve bu çerçevede İran, Irak ve Libya gibi rejimler barışı engelleyen güçler olarak algılanmaktadır. 11 Eylül saldırısı İsrailin ABDdeki propaganda olanaklarını çok arttırmıştır. Şöyle ki İsrail Araplara ilişkin temel savları ABD kamuoyu nezdinde de doğrulanmış gibi olmuştur. İsrailin yıllardır karşı karşıya olduğu terör eylemleriyle bu kez Amerikan toplumu, hem de kendi ülkesinde karşılaşmıştır. İsrailin temel savı özelde Arap Dünyasının, genelde de İslam Dünyasının sürekli terör ve terörist üretme potansiyeli taşıdığı ve bu yapıya dışardan müdahale edilmezse değişen hiçbir şey olmayacağı, üstelik İsraile ek olarak artık başta ABD olmak üzere Batılıların da bu işten zarar görmeye başlayacakları yönündedir. Bu görüşte kuşkusuz gerçek payları vardır, ama nedenlere değil sonuçlara bakılarak hüküm verilmektedir. Bir kere İsrailin karşılaştığı terör bizzat kendi eliyle yaptıkları işlerin sonucudur. FKÖnün ortaya çıkışı, Filistin sorununun başlamasından çok daha sonraları 1960ların ortalarında olmuştur. Keza FKÖ ile mücadele kapsamında girişilen 1982-85 Güney Lübnan harekatı, FKÖden çok daha radikal örgütlerin doğumuyla neticelenmiştir. 1987 Aralık ayında başlayan İntifada ve ona koşut olarak yükselen HAMAS örgütü de, aynen Lübnan operasyonunda olduğu gibi, yine İsrailin işgaline karşı verilen mücadele ile meşruiyet kazanmakta ve dış destek almaktadır. Soruna Arap Dünyası açısından bakıldığında, Arap ülkelerindeki despotik idarelerin bu ülkelerde terörist örgütlerin yeşermesine imkan verdiği görüşü doğrudur. Ayrıca mesela Suriye ve Libya yıllarca terörü bir dış politika aracı olarak desteklemişlerdir. Bununla birlikte sorunun altında yatan temel gerçek hem İsraillilerce hem de Amerikalılarca göz ardı edilmektedir. Bu despotik Arap rejimlerinin biricik meşruiyet kaynağı İsrail saldırganlığının bizzat kendisidir. Arap Dünyasındaki yegane demokratik hareketler olan Lübnan ve Filistin ise bizzat İsrail tarafından hırpalanmakta ve yok edilmek istenmektedir. İsrailden görece uzak bulunan Yemen, Fas gibi bazı Arap rejimlerinde son dönemlerde demokrasi alanında başarılı ilerlemeler yaşanmaktadır. Demek ki bazı Arap rejimlerini despotizme mahkum eden temel neden bu ülkelerin İsrailden duydukları güvenlik kaygılarıdır. Böyle bir kaygıyı çok daha az düzeyde hisseden Arap rejimlerinde demokratik başarı olanakları çok daha fazladır.
16. Tüm bunlara ek olarak İslam Dünyasında demokrasinin başarı şansının nasıl arttırılabileceği hususunda Batılılar yeterli bilgi sahibi değillerdir. Bir kere onların kamuoyu İslamın doğası hakkında yüzeysel ve basmakalıp bilgilerle donatılmıştır. Mesela ABDde Hıristiyanlığın Amerikan misyonuna uyarlanmış bazı yeni mezhepleri mutlak bir gerçeğe ancak kendi idealleriyle ulaşma amacı içerisinde dünyanın öteki din ve kültürlerini hiçe sayarak tam bir benmerkezci yaklaşım göstermektedirler. Oysa ilahi gerçek sadece ve sadece tektir ve o hiçbir zaman ırkçılığı, emperyalizmi ve ahlaksızlığı meşrulaştırmak için kullanılamaz. Batılıların ve onların ağabeyi ABDnin iç ve dış ilişkiler tarihi ise bu günahlarla doludur. Hıristiyanlığın bu yeni versiyonları Amerikanın aptallaştırılmış kamuoyunu kolayca aldatabilecekleri gibi, Tanrıyı da propaganda mekanizmaları ile ikna edebileceklerine inanacak denli küstahlaşmışlardır. Dünyayı asırlardır pek çok felakete iten bu Anglo-Saxon hovardalığına herkesin seyirci kalmasından cesaretlenip Tanrının da en azından nötr kalacağını ummaktadırlar. İslamın dünyaya bakış açısı böyle değildir. Irkçılık, emperyalizm, başka toplumların yok edilmesi, kendini beğenmişlik ve buna benzer hastalıkları üretmeye elverişli olmayan, ahlaksızlığa prim vermeyen, yanlış ile doğruyu bir tutmayan felsefi ve inanç yapısı vardır. Bütün iyiliklerin kaynağının Tanrı olduğu ve ona ulaşmanın yolunun da her zaman iyiye yönelmekten geçtiği biçiminde temel bir dogma hemen her Müslümanın inandığı bir gerçek haline dönüşmüştür. Bu yüzden bir Müslümanın bu ülküden uzaklaşması, dinden ve dolayısıyla Tanrıdan da uzaklaşma anlamı taşır ve bundan ötürü de sıradan milyonlarca Müslüman bildiği geleneksel gerçek dışındaki her düşünceyi, Tanrı-karşıtı olarak kolaylıkla algılar. Geçmişte bu konuda bilgisiz olan Sovyet yöneticileri, bunun acı sonuçlarıyla karşılaştılar. Aynı bilgisizliğin günümüzde Anglo-Saxon dünyasını sardığı görülüyor ve salt bu yüzden kurdukları tüm planların işlememesi riski çok büyüktür.
_______________________
1 Time, 7 Nisan 1990