Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu'ndan Öğr. Gör. İpek Seyalıoğlu'nun, Barış İçin Akademisyenler'in "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 36. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
2004 yılında Türkiye’ye sevgilisiyle tatile gelmiş, Irak’ta görevli, savaşçılık mesleği yapan Avrupalı bir genç ile tanışmıştım. Kendisine nasıl savaşabildiğini, bunu nasıl yaptığını, yani nasıl insan öldürdüğünü sorduğumda bana “bilgisayarda oyun oynamak gibi, hiçbir farkı yok” demişti.
Bu cevap, savaş karşıtı biri olarak o gün kanımı dondurmuştu. (Fakat böylelikle müthiş bir bilgi de öğrenmiştim. Birileri savaşçılık mesleğinden para kazanıyor ve bunun için herhangi bir ideal bile gözetmesine gerek kalmıyordu). Yıllar sonra eski Yugoslavya’da keskin nişancılarla birlikte insan avına çıkan zengin insanların varlığını da öğrenecektim. Sadece bu iki örnek bile savaşın en büyük insanlık suçu olduğunun açık kanıtıdır.
Susan Sontag’ın Başkalarının acılarına bakmak adlı kitabında ifade ettiği gibi “savaş yırtar, savaş parçalar, savaş iç deşer, savaş bağırsakları söküp boşaltır. Savaş teni yakıp kavurur. Savaş organları bedenden koparır. Savaş yıkıp yok eder.”
2015 yılının sonlarında başlayan ve kimilerince savaş, kimilerince iç savaş, kimilerince düşük yoğunluklu savaş, kimilerince güvenlik operasyonu, çatışma diye adlandırılan sürece dönecek olursak şunu söyleyebilirim. Yıllar içerisinde insan denen varlığın nelere kadir olduğunu çok iyi idrak etmiş olmama rağmen, daha önce bu kadar içimin acıdığını ve bu kadar çaresiz kaldığımı hissetmemiştim.
Ocak 2016’da Barış Bildiri’sini internette okuduğumda artık dayanılmaz bir hal almış böylesi şiddet dolu bir atmosferde şiddete karşı olduğumu ifade etmek için, bu şiddetin sadece ruhen değil dalga dalga fiziksel olarak da yayılabileceğinden duyduğum endişe yüzünden imzaladım.
Sontag’ın dediği gibi “Savaş bir seyir malzemesi değildir” ve “yayımlanan fotoğraflara bakanlar ayrıcalıklı kesimdir ve ayrıcalıklı kesim bu fotoğraflarda yer almaz”. Ama ben bir dikizci değilim. Neredeyse her gün medyada dolaşıma sokulan fotoğrafları gördüğümde kendimi daha da çaresiz hissediyordum. Her gün en basit tabirle ailesinden birilerini kaybeden insanları düşündükçe barışın önündeki engelleri kaldırmak ve bu korkunç çaresizlikten kurtulmak için attım imzamı. Savaşın bir erk gösterisi olduğu için ucuz bir erkek icadı olduğunu unutmam mümkün değil.
İki insan birbirlerinin rızasını almışsa arzularını en uç şekilde yaşayabilir fakat çocuklar ölüyorsa orada insanlıktan söz etmek mümkün olamaz. Bunu da önleyecek, engelleyecek birileri muhakkak olmalı. Ölü insanlarla konuşma şansınız yoktur, onlara arzularını, korkularını, isteklerini soramaz, hiçbir konuda düşüncelerini öğrenemezsiniz; insanlar ölmeden önce adaletsizlik önlenmeli ve ölüm değil yaşamın kutsandığı bir barış ortamı sağlanmalıdır.
Tıpkı eski Yugoslavya’da olduğu gibi savaş patlak verdikten sonra kimin kimi öldürdüğü bir süre sonra bulanıklaşır, sadece bu yüzden bile savaş önü alınmazsa milyonlarca insanı etkileyen bir deliliktir. İşte bunları da düşünüyordum.
2016 yılında imzamı attıktan sonra nisan ayında babamı kaybettim. Babam 1945 doğumlu olduğu için, ikinci ismi ikinci dünya savaşının bitişini yani barışı kutlayan bir isim olan Sulhi idi.
Bir isim kendinden önce gelen koskoca bir dünya yıkımını örtemez ama bize eğer duymak istersek dünyanın her an tekrar yıkılmaması için hafızamızı diri tutmamız gerektiğini söyler. Nitekim babam bu imzayı attığımda beni yürekten desteklemişti. Daha sonrasında ise bu imzayı attığım için ‘imzanı çekmelisin’ diyenler oldu. Benden uzaklaşanlar, bir vatan hainiymişim gibi bakanlar, “çocuğum olmasa ben de atardım” deyip bana karşı ayrımcılık yapanlarla karşılaştım.
Oysa bir çocuk doğurmadığım halde ölen çocukları, annelerini, kardeşlerini, babalarını, yaşadıkları acıyı ta iliklerimde hissediyordum. İnsan sadece kendi çocuğunun mutluluğundan sorumlu değildir. Çatışmalarda sakat kalan, sürgün edilen çocuklardan da sorumludur.
Bahman Ghobadi’nin Kaplumbağalar da Uçar filminde Irak savaşında Amerikan askerlerinin tecavüz ettiği Agrin adlı kız çocuğu tecavüzcüsünden bir çocuk doğurmuştur ve sakat kardeşine şöyle der: “Bu çocuk benim çocuğum mu şimdi?” Bu film en başta sözünü ettiğim Irak savaşında bir bilgisayar oyunu oynar gibi savaşan o gençle yaşıttır. Ve savaşı çocukların gözünden anlatır.
Savaş yüzünden Suriye’den göçüp Türkiye’ye sığınan çocukların fotoğraflarına bakarsanız sakat kalmış, başını akşamları korkudan yastığa koyamayan çocuklarla karşılaşırsınız. Onlar kelimenin tam anlamıyla “beceriksiz politikaların sonucunda savaş mağduru çocuklardır”.
Ama bugün savaş mağduru olan çocuklar sadece onlar değil. 2016 yılında barışa çağrı yapan bildiri yayımlandıktan sonra toplumun farklı kesimlerinden gelen imza desteği de barış arzusunu açıkça göstermişti çünkü barışa çağrı yapan bir bildiri doğası gereği şiddet ile yan yana duramaz, dolayısıyla bir şiddet türü olan terörü kesinlikle övüp yüceltemez.
Barış istemek, şiddetin her türlüsüne karşı çıkmaktır. Barış Bildirisi illa bir propaganda olarak ele alınmak isteniyorsa ancak barış propagandası olarak ele alınabilir.
Düşünce duygulardan bağımsız değil elbette. İfade özgürlüğü aynı zamanda bir duyguyu ifade etme özgürlüğü. Bu Suça Ortak Olmayacağız başlıklı bildiri, adından da açıkça anlaşıldığı gibi barış ortamının sağlanılamamasından, toplumun zarara uğramasına yol açan politikalardan duyulan bir rahatsızlık duygusuna ve endişeye işaret etmekteydi.
Bugün “Kan varsa, iş yapar düşüncesi haber programlarının düsturudur”. “Kanlarında yıkanacağız” ise bir nefret söylemi, itibarsızlaştırma, hedef gösterme olmasının yanı sıra bunu söyleyen şahsın bastırdığı birtakım dürtülerin şiddetini açığa çıkaran bir cümle.
“Kan varsa, iş yapar” seyircilerde şehvet uyandırabilir, bununla eğlenebilirler, oysa burada biz televizyonu açmış bir maç seyrediyor değiliz; birisi, birileri sizin kanınızda yıkanmak istiyorsa kim olursa olsun bunun adı tehdit. Ve şayet ben bütün bunlar olurken duyduğum rahatsızlığı, hissettiğim çaresizliği ifade edemiyorsam, bu ülkenin bir vatandaşı olarak devlete barış çağrısı yapma hakkına sahip değilsem, barış olmayan ortam bana yaşamı zul ediyorsa, kendimi sürekli bir tehdit altında hissediyorsam yaşamaya nasıl devam edebilirim?
Nasıl hiçbir şey olmuyormuş gibi başımı öte yana çevirip gündelik hayatımı sürdürürüm? Bu çağrı açıkça elinden bir şey gelebilecek, siyaset yapmaya soyunan insanlara yapılan bir çağrıydı. İnsan hayatı güzelleştirmeyi de seçebilir, başkasına hayatı zul etmeyi de.
Bu iddianamenin hazırlanmasını iyi niyetli bir devlet memurunun vatanı koruma saikleriyle hazırladığını düşünmek isteyebiliriz ama yalnızca kendisi mi bu topluma karşı sorumlu? Ya biz barış isteyenler bu topluma karşı sorumlu değil miyiz? Savcının bu bildiriden sonra imzacıları birer düşmanmış gibi gördüğünü düşünmek de mümkün çünkü bizlerden “sözde akademisyen” diye bahsediyor, açıkça hakaret ediyor.
Terör propagandası yapıldığını düşünüyor olması, adını bile iddianameyi okurken kâğıt üstünde ilk kez duyduğum biri ile ilişkilendirilmem ve iddianamenin bu şekilde hazırlanmış olması bir özne olarak görülmediğimi, bana şiddete kulluk etmesi beklenen bir nesne olarak yaklaşıldığını göstermekte.
Ama ben şiddete kulluk eden bir nesne değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşı olarak yaşamımı, yaşama isteğimi tehdit eden her tür şiddete karşı bir özneyim. Vicdanımın sesini dinleyerek özgür irademle bildiriyi imzaladım.
Dediğim gibi kimilerince terörle mücadele, kimilerince güvenlik operasyonu, kimilerince savaş, ismi ne olursa olsun dünyada ve bu topraklarda ölen tüm çocuklar için imzaladım.
Bunun için de kimseden izin alacak değilim. İnsan olmanın gerekliliğidir bu. İddianameyi hazırlarken savcının kendisi ya o günlerde medyada dolaşıma sokulan fotoğrafları hiç görmedi ya da o fotoğraflara bakarken “keşke bunlar olmasa” diye düşünmedi, barışın önemini ve değerini teslim etmedi.
Tekrar belirtmekte fayda görüyorum, barışı sağlamak emek isteyen yapıcı bir eylem, savaş ise bir erk gösterisi olduğu için yıkıcı bir eylemdir. “İnsanın kendi eliyle kurduğu her şeyi ve hakkı olmayarak doğayı mahvetmeye yönelik bir deliliktir”.
Sonuç olarak barışta ölüm değil, yaşamdır kutsanan. Doğa, doğmak fiilinden gelir; insanlar ne kadar aksi yönde çabalarsa çabalasın, doğa doğurmaya devam edeceği için ve kim olursa olsun hiçbir insan doğaya karşı gelemeyeceği için insan kendi ölümünü yenemeyecek. Savaş, doğanın karşısında çaresiz kalan insanın uydurduğu yıkım dolu bir delilik olmaktan öteye gidemez.
En başta verdiğim örneğe dönecek olursak doğaya bu kadar yabancılaşmış bir insandan savaş karşıtı bir tutum sergilemesi elbet beklenemez.
Bugün antidepresan kullanan insanların sayısının arttığı, şiddetin ve intiharın yayıldığı, neşenin azaldığı, savaşın en hafif ifadeyle dijital bir çağda bir bilgisayar oyununa indirgendiği bir dünyada barışa çağrı yapan bir bildiriye imza atmak, barış adına ufak da olsa değerli bir çabadır. Ve bu çabanın yabana atılmaması gerekirdi. Cezalandırılması değil, kulak verilmesi gerekirdi.
Barış isteyenlerin birer hayalci olmadığını, barışın tesis edilebileceğini daha önce gördük, yaşadık. Sırf bu yüzden bile barışın geleceğine yürekten inanıyorum. İnsan eline silah aldığında nasıl aklını devreden çıkarıyorsa, barışı hayal ederek yaratıcılığını ortaya koyma şansını tekrar yakalayabilir.
Angelopoulos’un Ağlayan Çayır adlı filminde bir annenin birbirine düşman olmuş iki oğlunun ölümünden sonra ağlarken söylediği söz unutulmazdır: “Artık kimsem yok… ne düşünebileceğim, ne geceleri bekleyebileceğim… ne de sevebileceğim.” Kocası Amerika’ya gitmiş, ailesini yanına getirme hayalleri kurar.
Oysa bir süre sonra Pasifik’te bilmediği bir adada Amerikan üssünde karısına yazdığı mektupta kendi deyişiyle “cehenneme gönderilmek için altmış bin komando yani altmış bin erkek burada bu yabancı adalarda sarı kirli nehir sularının içinde silahlarımız ellerimizde çürüyoruz” der.
Ben bir gelenekten geliyorum. Yaşar Kemal’in İnce Memed’inden, Nazım Hikmet’in şiirlerinden, Aşık Mahzuni’nin türkülerinden, tek tek saymamın mümkün olmadığı inanılmaz güzellikteki insanlık hikayelerinden geliyorum. Binlerce savaşın bile yok edemediği ve hâlâ ihtiyacımız olan, insanlığın o en eski şiirlerine, oyunlarına ve şarkılarına veriyorum sırtımı.
Ursula K. Leguin’in Omelas’ı terk edenler öyküsünde olduğu gibi bir şehirde yaşayan insanların mutlu olması için tek bir çocuğun bile kapalı bir odada acı çekmesini akıl almaz buluyorum. Ve yaşamımı bu ahlaki değerler çerçevesinde yaşamaya devam ediyorum, buna özen gösteriyorum.
Hukuki savunmamı sayın avukatıma bırakıyorum. Fakat okuma yazmam var. Okurken beni son derece rencide eden bu iddianame, karşısında durduğum suçları şahsıma isnat etmektedir. Yazdıklarımla bu suçlamalara bir cevap vermeye çalıştım. Bana isnat edilen hiçbir suçu kabul etmiyorum ve beraatimi talep ediyorum. (İS / HA)