Ankara katliamının ardından hem saldırının faili, hem de Suruç ve Diyarbakır saldırıları kapsamında intihar bombacıları medyada çokça paylaşıldı.
13 Ekim’de intihar bombacısı olduğu iddia edilen 21 kişinin fotoğrafı, 23 Ekim’de ise dört kişinin fotoğrafı medyaya servis edildi.
Bu fotoğraflar çoğunlukla sansürlenmeden Milliyet, Evrensel, Ulusal Kanal, Bugün, Vatan, Diken gibi çeşitli haber sitelerinde ve gazetelerde yer buldu. Hatta bu fotoğraflar haber mecralarının da dışını çıkıp Onedio gibi kullanıcı içeriklerinin paylaşıldığı sosyal medyada platformlarında yer aldı.
Çoğu haberde, 23 Ekim’de servis edilen fotoğraflarla birlikte Türkiye Cumhuriyeti kimlik numaraları da açık bir şekilde yayınlandı. Haberlerde fotoğrafları Emniyet'in servis ettiği ve bu kişiler hakkında "aranıyor" ifadesi yer aldı.
Haberin ve fotoğrafların açıkça çok sayıda haberde yer almasını hak haberciliği, medya etiği ve kamu yararı açısından nasıl değerlendirilmesi gerektiğini gazeteci Tuğrul Eryılmaz ile Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Sevda Alankuş’a sorduk.
Eryılmaz konunun “bıçak sırtı” bir mesele olduğunu vurgularken Alankuş ise “masumiyet karinesini hatırlattı.
Eryılmaz: Ancak ağır bir çaresizlik durumu varsa…
Reyhanlı’dan başlayıp Ankara garına gelinceye kadar orta yerde pek çok isim dolaştı, olaylar anlatıldı, ‘takip ediyoruz’ açıklamaları yapıldı. Ama bu saldırılar yine de engellenemedi. Bu nedenle, bizim bu gibi durumlarda daha dikkatli söz söylememiz gerekiyor.
Ancak ağır bir çaresizlik durumu varsa, bütün istihbarat örgütleri, polis görevini yapmış ve çok yakın bir tehlike söz konusuysa bu şekilde bir yardım istenebilir. Ancak resmi makamlar çok dikkatli olmalı. Bundan bağımsız olarak gazeteci her zaman dikkatli olmak duurmundadır; birey önemlidir ve kimsenin hayatını bu kadar altüst etme hakkımız yok. Bu bıçak sırtında olan, çok önemli bir ikilem.
Alankuş: İhtimal üzerine haber yapılamaz
“ ’İhtimal’ üzerine haber yapılmasını doğru bulmamamız gerekir. Masumiyet karinesi diye bir şey var; ‘aksi ispat edilinceye kadar herkes masumdur’. Oysa medyamızın ‘zanlı’ yerine ‘katiller" yakalandı demesine alıştırıldık. Şimdi de gazetecinin, birilerinin ‘canlı bomba’ olma ihtimali üzerinden haber yapıyor olması, gazetecinin istihbaratçı gibi davranması esasen ‘suçu işlemeleri muhtemel’ isimleri peşinen suçlu ilan etmesi anlamına gelir. Gazetecilerin işi şüphe ile hareket edip, kendilerine servis edileni basmaktan ibaret olamaz.
"Buradaki temel sorun, öncelikle, gazetecilerin güvenlik makamları kendilerine ne servis ediyorlarsa ‘güvenilir’ olduğu gerekçesi ile doğru bilip onu yayınlıyor olmaları.
“Ya kimlikler sahteyse, ve TCKN’ler başkasına aitse…”
“İkincisi bu haberin birilerine zararı olabilir. Bilindikleri sahte kimliğin de haberde deşifre edildiğini görüyoruz. Bu sahte kimliğin gerçek ve durumla hiç ilgisi olmayan birisine ait olma ihtimali çok yüksek, bu habercinin yaptığı haber sonunda, eğer böyle bir kişi varsa onun hakkını ihlal ediyor olması demek.
“Bu ‘gerçek kişi’nin ‘canlı bomba’ şüphesi ile ihbar edilebilmesi, yakalanabilmesi, neticede hayatının tamir edilemeyecek zararlar alması ile neticelenebilir. Bu arada elbette ilgili zanlıların kaçma ihtimallerine karşı başlangıçta yayın yasağı uygulanırken, birdenbire bu isimlerin ve fotoğraflarının suçları önceden biçilerek servis edilmesi de ayrı bir tartışma konusu, ancak bu tutarsızlık konumuz değil.
“Devlet kendi yapması gerekeni okuyucunun üzerine atıyor”
“Haber bu şekilde servis edilerek şekilde kamuoyu bilgilendirilemez. Öncelikle, üçüncü kişilerin, hatta ismi geçen zanlıların yanlış istihbarat olabileceği ihtimaliyle, hak ihlaline uğrayabilecekleri hesaba katılarak yeniden kurularak yapılanması gerekirdi.
“Çünkü böyle bir durumda izleyici, okuyucu bir de güvenlik gücü yerine konulup, harekete geçmesini sağlayacak bir zemin de oluşturulmuş oluyor. Devlet, bir bakıma, kendi yapması gerekeni medya ve okuyucunun üzerine atıyor.” (EA)