yol aldılar ölüme doğru
İrlanda’nın muradı yücelsin,
yüreği doruklara ulaşsın diye,
ve kim bilebilir yarının ne getireceğini."
William Butler Yeats
Bir filmden nasıl bahsedilir bilmiyorum. Neresinden başlasam, nasıl anlatsam hiç emin değilim. Ne zaman etkilendiğim bir filmi yazmak istesem yersiz bir tedirginliğe düşüveririm. Bu yüzden de pek yeltenmem... Zira kendimi tutamayıp "Katil Uşak!" diye bağırasım gelir hep.
Ancak günlerdir büyük bir tutkuyla, geçtiğimiz Pazartesi akşamı (23 Mart) izlediğim "Hunger"ı (Açlık) yazmak istiyorum. O kadar çok kişiye, o kadar çok kere anlattım ki, yazmasam olmayacak, çenem durmayacak diye düşünüyorum.
Steve McQueen'in "ilk filmi" Açlık'ın sarstığı aklımı, ruhumu, kalbimi, insanlığımı, vicdanımı nasıl "makul" bir yazıya dönüştürebilirim ondan da hiç emin değilim. Çünkü günlerdir karnıma yediğim acı bir darbenin bulandırdığı zihnimle cebelleşiyorum. Ama işte yazmasam da gitmeyecek bu huzursuzluk, onu da biliyorum.
Dayak, Zulüm, İşkence
Açlık, 1981 yılının İngiltere'sindeki bir cezaevinde yaşananların hikayesi.
Silahlı mücadele yürüten İrlanda Kurtuluş Ordusu (IRA) militanları tutuklu. İngiltere'ye karşı savaş halinde olan bir yapının üyesi oldukları için adi suçlu yerine siyasi tutuklu statüsü isteyince karanlık günler de geliyor.
İlk direnişlerini mahkum üniformalarını giymeyi reddederek başlatan, ardından çıplak bırakılan militanlara yönelik işkenceler de bu "talebin" ardından başlıyor.
Hücrelerindeki battaniyelerle "örtünen" militanlar bu kez de yıkanmama eylemiyle protestolarını sürdürürken İşkenceler de çoğalıyor.
Her gün kaba dayak, psikolojik şiddet, hakaret, cop, bok yedirme, makata cop sokma ve aklımızın alamayacağı sayısız kabul edilemez muamele...
Direniş yapılan zorla müdahalenin ardından bastırılıyor ve işkenceler de şiddetini arttırıyor.
İki eylemden de istedikleri sonucu alamayan Bobby Sands ve yoldaşları en sonunda dönüşümlü açlık grevine başlıyorlar.
"Gözü dönmüş eylemcinin" "sağ duyuyla" sohbeti
Film bu ana kadar yüksek sesli ve sarsıcı bir tempoyla ilerlerken, aynı hapishanede tutuklu bulunan Rahip Nolan'la görüşmek istiyor ve bu görüşme yapılıyor.
Açlık grevine başlayacaklarını rahibe anlatan Sands –hepimizin tanıdık olduğu "hayata dair" cümleleri duyar. Filmin yoğun diyaloglu bu 22 dakikalık bölümü o ana kadar endişeyle ekrana bakan, koltuğuna mıhlanmış bizleri de içine katarak sürüyor.
Konuşma boyunca "sağ duyunun sesi" olmaya çalışan rahip başlıyor sorgulamaya. Hukuk diyor, demokrasi diyor, din diyor, vicdan diyor... diyor da diyor.
Elinde sigarası, Rahibi dinleyen Sands yer yer sesini yükselterek eylemlerinin haklılığını ve gerekçelerini açıklıyor.
O noktada bir eylemin nasıl iki farklı şekilde algılandığını, bu topraklardaki tartışmaları da hatırlayarak çok net bir şekilde görüyoruz.
Rahip Nolan eylemi rahip intihar girişimi olarak nitelerken şu cümleleri kuruyor:
"Bir asker gibisin, özgürlük diyorsun ama hayatının kıymetini bilmiyorsun. Normali bilmiyorsun. Cumhuriyeti bilmiyorsun. Sevmekten. konuşmaktan korkuyorsun."
Bu cümleler Sands'in çocuğunun üzerinden yaratmaya çalıştığı duygu sömürüsüyle sürüyor.
Sands ise girişecekleri eylemin nedenini anlatırken "ruhun içine girmekten, herkesin suçunu üstlenmesinden" bahsediyor: "Mücadele başladı, durduramazsınız".
Ve bir çocukluk hikayesini paylaşıyor Rahiple.
Bu iki kişilik sohbet izleyenlerle sürüyor. Sorular soruları cevaplar cevapları kovalarken Sands aslında asıl durulması gereken noktanın altını çiziyor: Bizim eylemimizi değil, bizi bu eyleme yeltendiren şeyi tartışmalıyız. Rahip tabii ki yapmıyor. Tıpkı bizim de zamanın da yapmadığımız gibi.
Kendini feda, akılsızlık, kahraman olma arzusu...
Film sürerken yakın tarihimizin karanlık zamanlarını, olaylarını –az biraz da demokratsanız ve duyarlılık sahibiyseniz- hatırlamadan edemiyorsunuz.
Korkunç hikayeleriyle Diyarbakır cezaevi, çok sayıda kişinin hayatına mal olan "Hayata Dönüş Operasyonu" düşüyor aklımıza, vicdanımıza...
Özellikle F Tipi cezaevlerini protesto etmek için ölüm orucuna başlayanların da, onların yanında yer alanların da sinir bozucu bir yoğunlukta duydukları şeyleri Rahip de o masanın üzerinde Sands'e söylüyor.
Gencecik insanlar insanlık dışı diyerek tarif ettikleri F Tiplerini protesto ederken, çoğumuzun Rahip Nolan'lık yaptığını hatırladıkça nefesim kesiliyor.
Diyarbakır cezaevinde yaşananları dinlerken bile tansiyonumuz düşerken, sorumluların hâlâ cezalandırılmamış olmaları, oradaki karanlığın hâlâ aydınlatılamamış olması, bu insanlığımızdan utandıran olayların yeteri kadar sorgulanmaması ister istemez utanmamıza neden oluyor.
Bugünden bakınca siz de kendinize soruyor musunuz, biz sekiz yıl önce neden yoldaşlarımız, arkadaşlarımız, kardeşlerimiz, ablalarımız, abilerimiz "açken", tok karnına konuştuk. Neden sadece konuştuk? Neden seyirci kaldık ve umarsızlıkla izledik. Neden sadece bir avuç insanın sesiyle yetindik de yeteri kadar haykırmadık? Neden son çare olarak bedenlerini çalığa yatıranları eleştirmek, "politik olarak" yermek yerine, onları buna mecbur edenlerin karşılarına geçip hesap sormadık? Cevabı olan var mı? muhakkak vardır, olacaktır da... Zira her zaman "mantıklı" yanıtlar var hayatta da...
66 gün
Sands'in açlık grevi 5 Mayıs 1981'de, 66. günün sonunda ölümle sonuçlandı. 27 yaşındaki Sands'in ölümü İngiliz hükümetine geri adım attırmadı. Tıpkı Türkiye hükümetinin de ölüm oruçlarında insanlar birer birer, onar onar ölürkenki gibi. Ancak...
Yürütülen açlık grevi dışarıda büyük yankı buldu ve eylemler başladı. Öyle ki, bölgedeki bağımsız milletvekili ölünce onun yerine hapiste açlık grevini sürdüren Sands mileltvekili seçildi.
Yoldaşları ısrarla açlık grevini sürdürüp, ölenlerin sayısı da 10'u bulunca da İngiliz hükümeti hem içerdeki hem de dışarıdaki baskılara dayanamayıp IRA'lıların hapishane koşullarının düzeltilmesini politik haklarını vermeyerek de olsa kabul etti.
Yaşamak direnmekti, evet. Ancak Sands hepimizin büyük bir kibirle yaklaştığı bir yöntemle "uyuyanları" derin uykularından uyandırdı. Taleplerine karşı üç maymunu oynayanlara geri adım attırmayı başardı.
"Diyarbakır'dan geçmişlerle" gala
Film bitti, yazılar geçti... Koltukta bir süre daha kaldık. İlk yarıda salonu terk edenlerin ardından kalanların çoğu "sıkıldığını" ve "acıktığını" beyan ederek çıktı salondan. Sözümüz bitti. Beyoğlu pasajından çıkıp nefes aldık. Filmi izlediğim iki arkadaşımla bir süre hiç konuşmadık. Konuşamadık... Sonra kırık dökük birkaç cümleyle vedalaştık.
Açlık'ın galası 19 Mart'ta Diyarbakır'da yapıldı. Galada Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde yatmış kişiler de vardı: Haluk Yıldızhan, İrfan Babaoğlu, Salih Sezgin.Ve oğlu Cemal Arat'ı 5 no'lu açlık grevinde kaybeden Sakine Arat. Bizim bu denli sarsıldığımız bu filmi onlar nasıl izlediler tahmin etmek zor değil.
Filmi izleyenlerle yağtımız sohbetlerde herkes ağız birliği etmişçesine "Neden bizde de böyle filmler çekilmiyor, neden kimse Ulucanlar'ı, Diyarbakır cezaevinde yaşananları analtımıyor" diye yakınıyordu. Sevindirici haber Çayan Demirel'den geldi. Çayan'ın Yıldızhan, Babaoğlu, Sezgin ve Arat'ın tanıklıklarıyla hazırladığı "5 No'lu Cezaevi" isimli belgeseli İstanbul Film Festivali'nde, 17 Nisan Cuma saat 19.00'da dünya prömiyerini yapacak.
Bu filmin içimize düşürdüğü ateşe biraz su serpecek, ve Özcan Alper'in "Sonbahar"ıyla açtığı yoldan başka isimlerin de gideceğini gösteren bir umut oldu bile. Devamı da gelsin diyorum/z.
Karanlığa bir kibrit
Açlık'ı izlediniz mi? İzleyin. Zira soruları var filmin. Hepimizin yanıtlaması gereken soruları var. Hepimizin kendimize defalarca sorması gereken sorular. Cevaplamadığımız taktirde hiç de gönül rahatlığıyla kendimize barış ve özgürlük dolu bir hayat kuramayacağımız karanlık bir tarih var.
Ergenekon soruşturmasıyla başlayan bu "umutlu" yolculuğun muhakkak ki erişmesi gereken sayısız faili meçhul, katliam, ölüm, kayıp var. Söndürülen bir o kadar hayat...
Yoldaşımız açken bizim iç ferahlığıyla karnımızı doyurmamamızı söyleyen bir hakikat var.(BÇ)
* Filmin başrol oyuncusu Michael Fassbender'in Bobby Sands'i bir militanla Hz. İsa arasında gidip gelen hayatını şahane bir şekilde canlandırdığını ve alkışı hak ettiğini belirtmeyi boynumun borcu olarak görüyorum.