bianet'in 19 Kasım'da başlayan "Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık" dizisi 8 Aralık'ta sona erdi. Diyarbakır Baro Başkanı avukat Tahir Elçi'ye bu konuda neler yapılabileceğini, somut hangi adımlar atılması gerektiğini sorduk.
1990'larda bölgede kaotik ortam ve ağır insan hakları ihlalleri vardı. Bu ortamda bölgede yaşananları kamuoyuna duyurmak için basının rolü çok önemliydi. O yüzden bu ihlalleri gerçekleştirenler gazetecileri hedef aldılar ve gazeteci cinayetleriyle bölgenin kapalı kalması istendi.
2005'te yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) hükümlerine göre, insan öldürme vakalarında 20 yıldır soruşturma yürütülmemiş, sanıklar bulunup dava açılmamış ise yani zamanaşımını kesen bir işlem yapılmamışsa dosyalar zamanaşımına uğruyor. Böyle bir yasal handikap var.
Ancak bize göre 1990'larda yaşananlar TCK'nın sıradan insan öldürme suçu kapsamında düşünülecek bir mesele değil. Çünkü 1990'lardaki gibi sistemli faili meçhuller, gözaltında kayıplar, devlet görevlilerince işlenen sistemli insan hakları ihlalleri, insanlığa karşı suç oluşturur.
Uluslararası sözleşmelere göre de insanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı işlememelidir. Bu hukuksal görüş 12 Eylül soruşturmasını yürüten Ankara Cumhuriyet Savcılığı'nın cezaevlerindeki işkence şikayetlerine ilişkin düzenlediği fezlekede ortaya kondu. Devler görevlilerince işlenen gözaltında işkenceyle öldürme, kayıp, faili meçhul gibi ağır insan hakları ihlalleri insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirildi.
Bu, henüz yaygın bir yargısal karara dönüşmedi. Fakat biz bu görüşü paylaşıyoruz. Gazeteci cinayetlerinin de zamanaşımına uğratılmadan, insanlığa karşı suç kabul edilerek değerlendirilmesi lazım. Çünkü bu cinayetlerin zamanaşımına uğratılması yanlış. Zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) de bu yönde kararları var.
Bu cinayetlerin çoğu 1990'ların ilk yarısında işlendi. Dolayısıyla önümüzdeki yıllar kritik. Var olan uluslararası kararları yasal norma bağlamak ve yasa değişikliği yapmak da mümkün. Bu alanda TBMM'nin sorumlulukları var. Örgütler de bu noktada harekete geçmeli.
Şimdi bu tür eylemlere kurban gitmiş kişilerin aileleri ve olayın tanıkları ilgili savcılıklara başvurmalı ve bildiklerini soruşturma makamlarıyla paylaşmalı. Bu noktada hukuki yardıma, yol göstericiye ihtiyaçları olursa bölge baroları yardım etmeli. Biz Diyarbakır Barosu olarak yardıma hazırız.
Türkiye'de medya, hukuk, insan hakları örgütleri, barolar, üniversiteler hatta kimi enstitüler gazeteci cinayetleri konusunda ses çıkarmalı ve mağdurlarla dayanışma içinde olmalı. Çünkü bu tür kampanyalar soruşturma makamlarını harekete geçirebilir.
Henüz bu cinayetlerin canlı tanıkları varken, hafızalar tamamen kaybolmadan bu tanıklıkları kayıtlara geçirmek gerekir.
Mevcut soruşturmalarda, mesela Diyarbakır'daki JİTEM dosyasında Nusaybin ve Özgür Ülke gazetelerinin bombalanması iddianamede geçiyor. Ama gazeteci ölümleri yer almıyor.
Açılmış davalarda gazetecilerle ilgili, bir durum olmadığı için hukuki bir şeyler yapmak zor. O nedenle yeni davalar açılmalı. Bu savcıların sorumluluğu aslında. Öldürülen gazetecilerin dosyalarının yeniden soruşturulması için iktidar, İçişleri ve Adalet Bakanlığı irade göstermeli.
Dosyası zamanaşımına uğrayan durumlarda aileler bireysel olarak devletin yeterli soruşturma yürütmediği ve failleri bulmadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurmalı. Sonuç alamazlarsa da AİHM'e şikayet etmeliler. (EG)