Türkiye’de medya pek yer vermediği için çok fazla kişi bilmiyor. Hiner Saleem’in çektiği My Sweet Pepperland filmi Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde gösterildi. Filmin Türkiye’deki insanları ilgilendiren özelliklerinden biri Türkiyeli oyuncuların oynamasıydı.
O oyunculardan biri de Suat Usta’ydı.
İnsanın içinde yaşadığı coğrafyanın kaderine etki ettiğinin bilincinde, anadilinde sanat yapmaya tutkulu, sinemaya sevdalı bir oyuncu Usta.
Nasıl oldu da My Sweet Pepperland’da rol aldınız?
Yönetmen Hiner Saleem’in bir filmini izlemiştim. Mutlaka onunla çalışmak istiyordum. Çünkü anadilde sanat yapma arzusu içindeydim.
Mardin’de Hükümet Kadın filminde çalışırken Saleem’le çalışmış bir oyuncu, Nazmi Kırık telefonunu verdi. Selim de konuşma esnasında fotoğrafımı istedi. Benim adımın Arapçadaki anlamı şans. Hewler’e davet etti. Gittim, yeni filmini konuştuk.
Nasıl bir film, Saleem’in tarzına uygun mu?
2003’te Saddam devrinde bir polis bir hırsızın asılmasını görüyor. Hırsızlık için asılır mı, diyor ama “asacağız, hapishanemiz yok, böyle sistemimiz yok” diyorlar.
Basketbol potasına asıyorlar, altına da sandalye bulamadıkları için seçim sandığı koyuyorlar...
Polis sonra bir bölgeye tayin oluyor. Ben de o bölgedeki yardımcısını oynuyordum.
Böyle bir yönetmen; kara mizahı iyi kullanıyor. Filmde Amerikan botları giymiş, koca göbekli peşmergeler namaz kılıyordu...
Filmin Kürtçe olması, Hiner Saleem’le çalışmak önemliydi benim için. Doğru şeyin çıkacağına da inandım. Kürdistan’da çekiliyor, yönetmen Kürt, oyuncular, senaryo, hikaye Kürt... Bütün doğru şeyler bir araya geldiğinde yanlış bir şey çıkmaz.
Bahman Ghobadi filmleri böyledir. Ben hayranıyım onun.
Anadilde sanat
Türkiye’de Kürt hikayeleri çekiliyor ama Türkçe!
Dünyada en fazla Kürt’ün yaşadığı yer burası ama Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılmış bir tane Kürtçe filmimiz yok. Ben isterdim ki, bu Cannes’a giden film Türkiye Cumhuriyeti tarafından Kürtçe yapılsaydı.
O zaman sınırın geniş olurdu senin. O zaman gerek yoktu Esad’a sataşmana, birine saldırmana, “one minute” demene; o zaman sen sınırlarını genişletmiş olurdun sanatla.
Burada 15 milyon Kürt yaşıyor, bir tane Kürtçe film çekilmiyor. Öbür tarafta federal bir bölge, nüfusu üç milyonu geçmeyen Kürt var, orada bir film yapılıyor, Cannes’a gidiyor.
Bu film Türkiye Cumhuriyeti projesi olarak gitseydi ben daha da gururla oynardım bu filmde.
Bundan sonra film yaptınız mı?
Bu film döneminde yapımcı Mehmet Aktaş’la tanıştım. Sonra görüştük. Bir rol teklif etti. Mitos filmin çalışması. Adı, Bira werîya ser kevira. Taşa yazılmış anılar, diye çevirmek mümkün.
Yönetmen Şevket Emin Kurki, Dohok’ta çekti. Daha vizyona girmedi. Ben Kürt bir süper starı oynuyorum. Biraz Tatlıses, biraz Şiwan Perver, biraz Aziz Vecdi, biraz Mahsun karışımı...
Konusu şöyle: Film çekerken maddi olarak zorda kalan bir yapımcı bir süper star oynatmaya karar veriyor, daha izlensin diye. Bu şarkıcıyı çağırıyorlar oynasın diye. Film bugünde, filmin içindeki film geçmişte geçiyor. Bu süper star da filmde bir peşmerge liderini oynuyor.
Kara mizah var, kendilerini eleştiren bir yanı var. Zaten senaryo iki tane ödül almıştı.
Dohok Uluslararası Film Festivali’nde gösterilecek.
Siz Muşlu’sunuz. Nasıl geldiniz İstanbul’a?
Malazgirt’ten 1991’de gelmek zorunda kaldım İstanbul’a.
Devlet Kürt sorununu kendince çözmeye çalışırken bütün köylerde koruculuk dayatmasında bulundu. Bir de şirin görünsün diye önüne “gönüllü” eklediler, gönüllü köy korucusu!
Gönül bunun neresinde? Biz de gönüllü olarak geldik.
Gelişimin bir nedeni daha vardı aslında. Zaten yapmayı düşündüğüm bir filmin de konusu bu.
Mahsuru yoksa anlatır mısınız?
Babam İstanbul’da yedi ay çalıştıktan sonra bütün parasını biriktirmiş, bir televizyon alıp köye gelmişti.
Getirdiler, yüksekçe bir yere koydular televizyonu. Biz de ibadet eder gibi, el dizde, saatlerce karşısında durup izliyorduk.
Orada bir adam çıkıyordu. Yuvarlak bir şey açıyor, içine bir şeyler koyup sararak yiyordu. Acayip ilgimi çekiyordu bu benim. 10 yaşlarındayım.
Ondan sonra her şey bana yuvarlak görünmeye başladı. Ne kadar yuvarlak şey görsem aklıma geliyor. Okulda küre, dışarıda güneş, o hep aklımda.
Amcam geldi bir gün. Televizyonda o yuvarlak; amcam dedi, adama bak ne güzel yiyor lahmacunu. Ben yedim bunu İstanbul’da.
Şimdi anlıyorum, öyle deyince kafama yerleştirmişim, İstanbul’a gidilecek, lahmacun yenilecek. Ama o yaşta nasıl gideceğim? Zaten ortam da gergin. Ama o sıralarda bizim okul yakıldı.
Bir Van kedimiz vardı, Muhlis. Amcamın da gözleri renkli olduğu için kediye onun ismini vermiştik. Lahmacunu anlatan da Muhlis Amca’ydı.
Muhlis dolanırken ben bir tekme attım, o da duvara sıçradı, o arada benim de suratımı çizdi. Havyana kızmadım tabii, ben tekme atmıştım. Ama ağlarken görünce annem, seni İstanbul’a göndereceğim dedi. Zaten okul yakılmış, koruculuk dayatması da var.
Ve gönderdiler sizi, öyle mi?
Muhlis Amca’yla bindik minibüse. Bizimkiler ağlıyor ben gülüyorum; lahmacuna gidiyorum ya!
Yolda yemek de yemiyorum, lahmacun yiyeceğim diye. Arabaların yuvarlak tekerleklerini gördükçe yetişemiyorum, bir lahmacun daha kaçtı diyorum.
O zaman otogar Topkapı’daydı. Yürüyerek Beyazıt meydanına geldik. Beyazıt’ta dayım işportacılık yapıyordu, onun yanına geldik. Aç mısın dedi, para verdi, hayatımda elime geçen ilk para herhalde, git dedi, şurada börekçiler, ciğerciler var, kendine al.
Ben o curcunanın içine girdim, tam o anda bir ses duydum: Üç lahmacun, bir ayran şu kadar para.
Bütün sesler sustu sanki, sadece lahmacuncuyu duyuyorum. Onun olduğu yere doğru yürüyorum, seslerin ve renklerin iç içe geçtiği bir ortamda, huşu içinde lahmacuncuya doğru yürüyorum.
Bir baktım, aynı televizyondaki gibi. İşaret etim, bana da dedim. Tam aldım, biri bileğimden tuttu. Baktım, dayım; ne yapıyorsun dedi.
“Lahmacun alıyorum.”
Yeme, dedi. “Kedi kıymasıyla yapıyorlar onu.”
Bayılmışım.
Üç gün sonra da dayım beni bir lahmacuncunun yanında işe verdi. Yıllarca lahmacun yiyemedim.
Sanırım, bu filmin galasında lahmacun dağıtacağım.
Haklısınız, senaryo hazırmış...
Evet, şimdi bir yapımcısı bekliyor.
“Kosegeli”
İstanbul serüvenini anladım, ya oyunculuk?
1999’da kardeşim vefat etti. Bir ameliyata girdi, kurtulamadı. Sonra ağır bir süreç başladı benim için. Bir süre sonra insanlar kendi hayatına bak, demeye başladılar.
Baktım, herkes bir şey istiyor: patron çok çalışmanı, annen eve erken gelmeni istiyor, sevgilin ona vakit ayırmanı... Minibüse biniyorsun, ekmek alıyorsun, para istiyorlar...
Sonunda herkesin isteklerini yerine getirmek için yaşadığımı fark ettim, ama kendim için istediğim hiçbir şey yok.
Çare tiyatroda mıymış?
Sonunda bir kültür merkezinde bağlama kursuna gitmeye başladım. Birkaç ay sonra hocam bana tiyatroya geçmemi önerdi.
Benim mizaha ilgim de var. Sanırım, onun da etkisi vardı. Bizim coğrafyanın mizahı durum komedisi ve sözlü anlatmak üzerine, karşısında Türk mizahı yazılı olarak, kara mizah yazanları da okuyorum o dönem.Bunları harmanlayınca hocanın yöneltmesine de neden oldu herhalde.
İlk basamak böyleydi. Sonra bu işin eğitimini almak gereğini fark ettim. Başka merkezlerde devam ettim. Fark ettim ki ben bu işin yabancısı değilim.
Nasıl?
Mesela, ses çalışmasına aldılar bizi. Çeşitli sesler çıkarıyorsun. Ben çok başarılıyım.
Eğitim aldın mı, dediler. Yok, dedim, ben köyde çobandım, hayvanların toplamak için ben o sesleri çıkarıyordum, meğer sesini kullanabilmekmiş bu.
Bir de Türklerin nasıl ortaoyunu varsa, Kürt kültüründe de bir gelenek var: kosegeli.
Kadınların oynaması dini nedenlerle uygun olmadığı için yılbaşlarında iki erkekten biri kadın kılığına girer. Makyaj için başımıza un serpip saçımızı beyazlatır ev ev dolaşıp oyun oynanız. Her ev de tahıl filan verir. Onları toplar, akşam yemek yapılır, bütün köyle paylaşılır.
Yeni yılı hep beraber kutlamak adına böyle bir gelenek... Biz oynardık hep.
Bir de dizi oyunculuğunuz var...
Ben bir film görüşmesine gitmiştim. Hiçbir şey yapmamışım o zamana kadar. Görüşmeyi yapan kadınla yeni gelin-damat gibi oturuyoruz.
E, dedi, anlat.
Başladım: Ben Suat Usta, Muş, Malazgirtli. Tiyatroyu çok seviyorum.
“Bu kadar mı?” Bu kadar.
“Başka bir şey söylemeyecek misin?” Dedim, bir türkü söyleyeyim.
O türküyü söylemem bana yol açtı. O dönem Sağır Oda diye bir dizi vardı. Yapımcısı bunu izlerken hoşuna gitmiş, orada Kel Hamza adlı türkücünün onu taklit eden yeğenini oynadım.
Biz orada iki kişi halkı canlandırıyorduk. Dizinin danışmanı Soner Yalçın’la konuşurken “siz halksınız” demişti. “Halk sonuna kadar varolacak.”
Yedinci bölümde halka ne oldu bilmiyorum. Halkın esamesi okunmadı.
Sonra Kavak Yelleri dizisine başladım. Orada manav rolü verdiler. Bence Türkiye’de Kürtleri en doğru yansıtan karakterdi. Bu da yapımcının ahlakıyla alakalı. Çok doğru bir karakter çıktı ortaya. Üç bölüm diye başladık, kırktan fazla bölüm oldu.
Ardından başka diziler geldi.
“Menderes rolü verdiniz de oynamadım mı?”
Tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğu arasında ne gibi farklar var?
Dizide bir hafta oynadığın karakteri farklı oynayabiliyorsun reyting kaygısıyla. Tiyatro ya da sinemada karakteri seçtikten sonra biliyorsun... Hani Anadolu’da derler ya; gelin de biraz damadın gönlüne göre olmalı, diye. Tabii biz damadın da gelinin gönlüne göre olması gerektiğini ekleyelim. İşte rol de biraz gönlüne göre olmalı. Dizi de rolü seçen sen olamıyorsun.
En son bir dizi görüşmesinde bana bir şoför rolü verdiler. Yönetmen bu rolü oynamak istiyor musun, dedi. Evet, dedim. O zaman bu şoförü neden oynamak istiyorsun, diye sordu. Siz verdiniz, dedim ben de; Adnan Menderes rolünü verdiniz de oynamadım mı?
Benim gibi insanların cebi gönlü kadar zengin olmadığı için bazen kabul etmek zorunda kalıyorsun. Ama ahlakına dikkat etmen lazım. Ahmed Arif’in dediği gibi, dostluk da düşmanlık da dürüstçe olmalı.
Oyunculuk da şans da gerekiyor mu?
Dedim ya, ismimi anlamı Arapçada şans. Kavak Yelleri’nde çalışırken iki yönetmenim vardı. Çok güzel insanlar. Çok da titiz.
Altan Gördüm’le bir sahnemiz vardı. Kayınbabamı oynuyor. Çeşme başında bekliyorum onu. Bana sana git demedim mi diyor, tokat atıyor.
Senaryo gereği belli aralıklarla üç tane tokat var. Ben dedim ki, tokadı almayayım, ne olacak üç tane, sen gerçekten vur.
Ama her çekimde bir sorun çıkıyor, dışarıdan ses giriyor, birinde araba geçiyor vs... Sen misin tokadı almayan, kaç kere çektik kimbilir! Al sana şans!
Lahmacunla simgelediğiniz filmden başka projeniz var mı?
Önce bir kısa film çekmek istiyorum. Eşcinsellikle ilgili bir film, bir köyde geçen... Eşcinsel bir çocuğun hikayesi.
Beden olarak kendini ait hissettiği bedende ve kendini ait hissettiği coğrafyada yaşamak istiyor.
İnsanın coğrafyası aynı zamanda onun kaderidir. Filmde de coğrafyası onun kaderini belirliyor. Filmin adı da aidiyet olacak zaten.
Muş’ta çekeceğiz ama ele aldığımız başka ülkelerde de yaşanan bir sorun.
Hiç onur yürüyüşünde bulundunuz mu?
Evet. Eşcinsellerin onur yürüyüşü olduğunda Almanya’dan gelen bir milletvekili arkadaşımla katıldık biz de.
Sosyal medyada kimi olumlu kimi olumsuz yazılar yazıldı. Kimi destek verdi kimi eşcinsel olduğumu söyledi. Halbuki bir sıkıntıyı paylaşmak için tek koşul bu değil. Kendi ailelerimizde kayıp olsun olmasın, Cumartesi Anneleri’ne destek vermek için Galatasaray’a gitmiyor muyuz? (YY)