Kendi şarkılarını YouTube üzerinden yayınlamaya başlayarak profesyonel kariyerine adım atan Buğra Pakbeşe’nin, son şarkısı “Evim Değil” BBI Music etiketiyle tüm dijital platformlarda dinleyiciyle buluştu. Modern dünyanın, ayak uydurması zor değişimi karşısında afallamaktan başka bir şey yapamayan “modern insan”ın hâlini ve bu duruma yabancılaşmasını anlatan şarkı agresif sound’u ve onunla kafa kafaya giden vokalleriyle dinleyicideki isyan duygusunu körüklüyor. Müzik hayatını ve şarkının hikâyesini Buğra Pakbeşe ile konuştuk.
"Oyuncaklarımdan biri babamın gitarıydı"
2017 yılında kendi şarkılarını YouTube üzerinden yayınlamaya başlamışsın ancak müzikle olan ilişkin çocukluk dönemine kadar gidiyormuş. Nasıl başladı her şey ve sonrasında nasıl gelişti?
Doğduğumda oyuncaklarımdan biri babamın akustik gitarıydı. Tabii, o zaman gitarın gövdesi benden büyüktü. Hâlâ da o gitarı kayıtlarda kullanıyorum. O yüzden sanırım gitarı bir oyun olarak gördüm, evde ne yaparsam yapayım gitarım hep elimdedir -televizyon açıkken, otururken, kahve içerken, bazen temizlik yaparken bile- bir şeyler çalarım. Bu da muhtemelen müzikle ilişkimi rahatlama ve yeni dünyalar kurma olarak algılamamı sağlıyor.
On yaşından itibaren de bir süre gitar dersi aldım. Sonrasında müziğin içine biraz daha girmek için piyano ve şan dersi de aldım. Bunun müziğe daha bütüncül bakmamı sağladığını düşünüyorum. Çünkü bir şarkı yaparken hangi enstrümanın ne çalacağını hayal ederek ilerliyorum. Bu sonraki düzenleme aşamasında işime çok yarıyor. Şarkılarda geçen tüm enstrümanların partisyonlarını ben yazdığım ve çaldığım için düzenleme kısmını hızlı bir şekilde hallediyorum.
Klasik rock külliyatı
Kimleri dinliyordun, çalıyordun? Sahne aldığın gruplar kurup dağıttın mı?
Ben daha çok klasik rock külliyatından ilerledim. Led Zeppelin, The Doors, The Beatles, Scorpions, Queen, The Foreigners, The Smiths diskografisini ezbere bildiğim gruplardandır. Ortaokul zamanları biraz müzikle ilgilenen herkes gibi grup kurup stüdyolarda prova yapıyorduk. Iron Maiden, Metallica, Duman, Mor ve Ötesi gibi grupların şarkılarını çalıyorduk.
Sonrasında lisede, okulun konserlerine çıkıyorduk, liseler arası müzik yarışmalarına katılıyorduk. Bu esnada ben yavaş yavaş ‘singer-songwriter’lığın büyüsüne kapılmaya başladım. Bülent Ortaçgil’in sözleri ve müziğinden çok etkilendim. Bob Dylan, Leonard Cohen ve Johnny Cash’in karanlığı da hoşuma gidiyordu. Evde kendi başımayken onların şarkılarını öğrenip çalmaya çalışıyordum.
Üniversitede Ankara’da Tunalı tarafında bir barda blues çaldığımız bir grubum vardı. Repertuarımızın Stevie Ray Vaughan, ZZ Top, Cream gibi sanatçılarla ve gruplarla tanıştığı bir dönemdi. O grupla yine Ankara’da farklı barlarda sahne alıyorduk. Daha sonra o gruptakilerle Filo ismiyle birkaç şarkı yayınladık. Sonrası çoğu grupla benzer bir hikâye. İlgi alanları değişiyor, okudukları meslekleri yapmaya başlıyor insanlar. Bizde de böyle oldu. Ben o zamanlar kendi evimin bir odasını stüdyoya çevirip kendi şarkılarımı kaydetmeye başlamıştım. Daha sonra bireysel olarak kendi adımla şarkı çıkarmaya devam ettim.
"Belli bir türe bağlı değilim"
2019 yılında yayınladığın ilk şarkın (en azından Spotify’da ilk şarkı olarak o gözüküyor) “Yolculuk”tan beri “anlatıcı” olarak daha çok ön planda olduğunu düşündüm şarkılarını dinledikten sonra. Sound’la ve janrla oynamayı seviyorsun anladığım kadarıyla ancak bir şeyler anlatmanın derdinde gibisin daha çok. Sound’u sözlere uydurmuşsun kısaca. Yanlış mı anlamışım?
Evet, tam olarak öyle. Müzik benim için kendini ifade etme biçimi. Derdimi en iyi hangi akışla ifade edebileceksem onu seçiyorum. Belli bir türe katı bağlılık gibi bir düşüncem yok. Yolumu şarkının sözleri, şarkının verdiği his belirliyor çoğunlukla.
Bazen fiyakalı bir gecenin olaylarını anlatmam gerekiyor. Buna çok sesli, hafif müzikal bir şey yakışır diyorum. Bazen yalnızlığı ve içteki boşluğu anlatan bir şarkı yazıyorum. Reverb olmayan çıplak bir vokale karşı yoğun ambiyans sesleri ve büyük synth’ler kullanıyorum. Yalnızlığın en yoğun halinin kendindeki cılızlık ve dışarının yoğun kalabalığı olduğunu düşündüğüm için.
Yani, temelde bir duyguyu nasıl görüyorsam o şekilde aktarmaya çalışıyorum. Bu tarz denemeler hikâye anlatıcılığı için de hem zorluk hem iyi bir fırsat gibi geliyor. Kendim için de bir ‘challenge.’
Yeni şarkın “Evim Değil”in bir hikâyesi var mı?
Şarkıyı tek bir spesifik olay üzerine yazmadım aslında. Genel olarak modern dünyanın hızı, karmaşası, yüzeyselliği; bütün bunlara yetişememe hissiyatı ve bu süreçte insan ilişkilerinde gözlemlediğim yapaylık gibi birçok hususun birikmesinden doğan bir iç dökmeydi. Bu hislerin bir izdüşümü gibi oldu bu şarkı.
Bireysel iç dökme
Kişisel olanın toplumsal olması sende ayrı bir motivasyon yaratıyor mu? “Evim Değil” seni, beni, bizi anlatıyor zira.
Kesinlikle yaratıyor. Sadece müzik değil, bir bütün olarak sanat, kişisel deneyimlerimizi ve duygularımızı daha geniş bir bağlama oturtarak, bireysel hikâyelerimizi toplumsal bir perspektife taşıma gücüne sahip bence. Ben de bunu şarkılarla yapmaya çalışıyorum. Bireysel deneyimleri paylaşmak, aslında hepimizin benzer duygular yaşadığını ve yalnız olmadığımızı fark etmemize yol açıyor. Bu farkındalık, toplumsal bir dayanışmayı ve empati duygusunu da beraberinde getiriyor. Her ne kadar bireysel bir iç dökme olarak bir şarkıyı yazsam da o duyguları başkalarının da deneyimlediğini görmek bana da güç veriyor aslında.
"Her şeyin değişmesini beklemek, aptal bir iyimserlik gibi"
“Evim Değil” sound olarak da sözler olarak da senin söyleyişinle de agresif bir şarkı. Bunun tam tersini de yapmak mümkündü ama günümüz şartları senin “Evim Değil”de işlediğin konuyu “vah vah”larla kendimize üzülmek yerine sesi yükseltmenin gerekliliğine işaret ediyor bence. Tahammülümüz kalmadı sanırım artık ağlaklığa. Sende nasıl vuku buluyor bu durum?
Şarkının daha agresif olmasının sebebi aslında bu durumu kabullenmemeyi beraberinde getiriyor; çünkü bunları yaşarken hissettiğin en yoğun duygu öfke oluyor. Şarkı da dünyanın bu akışını, bu düzeni kabul etmeyip buna isyan etmeyi anlatıyor. Sesi yükseltmek, duvarları yıkmak, kaybetmeyi göze almak, aslında yeniden doğmak ve kendimizi, kendimizle birlikte bu dünyayı yeniden inşa etmek için bir başlangıç olabilir. Dolayısıyla günümüz şartlarının bu sert ve doğrudan ifadeyi gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü artık pasif bir şekilde her şeyin değişmesini beklemek, üzülmek, ağlamak aptal bir iyimserlik gibi geliyor.
Diğer yandan, bir insanın kendini, yaşadığı şehre, dünyaya ait hissetmemesi, daha doğrusu hissetme çabasının önüne ket vurulması, “birini sevmek için zamanının olmaması”, “ölünce bilecek mi, bilmeyecek mi” gibi sorunlar tamamen tıkandığımızın gösteriyor. Bunlara yeterince ses çıkardığımızı düşünüyor musun?
Bütün bunlar aslında varoluşsal bir krizin de içinde olduğumuzu gösteriyor. Sürekli gelişen, değişen ve bu değişime ayak uyduramayanı dışlayan dünyaya yetişmeye çalışırken kendimizden uzaklaşıyoruz, yabancılaşıyoruz. Yüzeysel boyutun ötesine geçemeyen toplumsal ilişkilerimiz oluyor. Kapitalizmin geldiği noktada insan atomize ediliyor ve sadece eylemlerinin kendisine kazandıracağı statüyü, şöhreti, parayı önemsiyor. Bunlar yüzünden de insanın, bırakın başkasını sevmeye, kendini sevmeye bile vakti olmuyor. “Ölünce bilinir miyim” korkusu da insanın yaşarken bu hız ve yüzeysellikte kendisini var edememesinin, ancak bir yandan da dünyaya bir iz bırakmak istemesinin bir sonucu haline geliyor.
Bir yandan modern dünya bizi bu krize sokarken diğer yandan bu hız, bizim bu durumu fark etmemizi bile engelleyebiliyor. Dolayısıyla ses çıkarmayı geçtim, bu durumun üzerine durup bir dakika bile düşünmemize fırsat verilmiyor.(BS/AÖ)