* Bu söyleşiyi Boğaziçi Üniversiteleri tarafından yayınlanan “Sinema Söyleşileri 2015” kitabından aldık.
138 filmlik kariyerle dünyanın en fazla film çeken yönetmenleri arasına adını yazdırmış Çetin İnanç, akademisyen Kaya Özkaracalar moderatörlüğünde, 8 Ekim 2015’te Mithat Alam Film Merkezi’ne konuk oldu. Fantasturka Film Festivali kapsamında gerçekleştirilen söyleşide İnanç, Yeşilçam serüveninin yanında bütün zamanların en kötü filmlerinden biri seçilmiş Dünyayı Kurtaran Adamla ilgili de konuklara bilgiler verdi.
Çok kısa sürede film ürettiği için adı “jet yönetmen”e çıkan İnanç, para için ısmarlama filmler yaptığını, ama yine de çektiklerini sahiplendiğini söylerken, sinemanın istismar demek olduğunu, seyircinin aklını, fikrini, beynini iyi istismar eden filmlerin çok seyredileceğini söyledi.
Çetin İnanç, geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ve Pınar Öğünç imzası taşıyan "Jet Rejisör Çetin İnanç" kitabıyla yeniden sinema severlerin gündemine geldi.
Kaya Özkaracalar: Çetin Abi, 1980’lerde Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni sensin, başrol oyuncusu Cüneyt Arkın, yapımcısı Mehmet Karahafız. Böyle bir uzay filmi çekme fikri ilk kimden çıktı ve neden böyle bir işe giriştiniz?
Çetin İnanç: 80’1i yıllarda yine bir kriz vardı bizim sinemada. Cüneyt Abi’yle yıllardır tanışıyorduk, ama film yapmaya 80’lerin başında başladık. Su (1981) diye bir film yaptık. Mehmet Karahafız’la Antik adında bir şirketimiz vardı. Sonra oturup düşündük; Cüneyt Arkın, Kara Muratları yapmış, aşk filmleri yapmış ve tüketmiş artık; o sırada da Star Wars (George Lucas, 1977) oynuyor Beyoğlu’nda.
Günün modası diyerek uzay filmi yapalım diye karar aldık. Gittim, dedim ki Cüneyt Abi’ye, “Öyle bir iş yapalım ki, senin hiç oynamadığın bir rol olsun. Battal Gazi yapsak, daha önce on tane yapmışlar; Kara Murat desen öyle.”
Gittik, Star Wars’ı seyrettik. 10 dakika sonra çıktık. Yürüyoruz İstiklal Cadde’sinde; tabii onun etrafında toplanıyorlar, konuşamıyoruz. Sonra şoförü geldi, onu aldı. “Yarın konuşuruz” dedi. Tekrar gittim, sinemaya girdim. Baktım, bizim bu filmi yapmamıza imkân yok. Yani film aştıkça aştı bizi.
Ertesi gün buluştuk. Kendi Star Wars’ımızı yapmaya karar verdik; ama nasıl yapacağız? “Çetin, ben bir hikâye hazırlayayım” dedi. Hazırladı, geldi. Bir de rahmetli Nuri Kırgeç vardı, bizim kostüm işlerimize bakan. “Nuri Abi, sen anlarsın. Git bakalım; uzay, muzay bir şeyler yap” dedik. Bir takım resimler getirdi bana; aya gidenler, aya seyahat eden astronotların resimleri. “Ya Cüneyt Abi biz başarırız bunu ve yaparız biz bu filmi. Seyirciyi ikna ederiz uzay filmine. Aldırırız bileti” dedim.
Sonra Kilyos’a gittik, çöl gibi yerler aradık. Ayrıca, Ürgüp’te Ihlara Vadisi’ne ilk kamera koyan adam benim. Avanos’ta, Ürgüp’te çok çalıştım, bilirim oraları. Zaten orası uzay ülkesi gibi...
Türk seyircisi bilmez ki oraları; sadece yöre halkı bilir. O zamanlar şimdiki kadar turist seyahati yok tabii. Orada çekmeye karar verdik. Bir sinopsis yazdı, geldi Cüneyt Arkın. Nuri Abi’ye dekorları ısmarladık. İtalyan uzay filmlerini seyrettik. Onlar daha aptal yapıyorlar filmlerini; Amerikalılardan da, bizimkilerden de.
Cüneyt’in üzerinde işaretli kostüm vardır; o fikri bir İtalyan filminden aldık... Gittik çöl kısımlarına. Nuri Abi gemiler, dekorlar yaptı. Ertesi hafta haber geldi; fırtına ne gemi, ne dekor bırakmış. Biz de Ürgüp’e gidiyorduk başka sahneleri çekmeye. Haberi alınca geri döndük, oradaki sahneleri çektik. Filmi izledik, o zaman beğendik tabii. Lale Sineması’nda gösterime girdi. O zaman en büyük film Lale’de girer ve 14 sinema birden oynardı İstanbul’da. Çok lafı edilmeyen filmler Rüya Sineması’nda birer kopya oynardı.
O zamanlarda kopyalar ancak beş tane basılırdı, şimdiki gibi 50-60 değil. Bölgelerde bile onlar dolaşırdı; ekonomik şartlar öyleydi. Neyse, girdi Lale Sineması’na film. Bize bir çanta para getirdi sinemacılar. Anadolu’da da büyük iş yaptı. Tabii filmin eksiği vardı; ama o günkü seyirci onu kabul etti ve seyretti.
Yıllar sonra “Vay şuradan almışlar, buradan almışlar” diye laflar başladı. Eleştirmenleri çok severim ben. Bir yere takarlar; “Star Wars’tan almışlar” dediler. 14 filmden alıntı var orada. Ancak kimse uyanmaz; bir takım efektler, yüzü yanmış adamlar. Ama onların filmi bu kadar yıldan sonra eleştirip de gündeme getirmesi güzel oldu. Ben 75 yaşındayım, hepinize teşekkür ederim vallahi. Bundan 50 sene önce başbakan kimdi hatırlayan var mı, bilmiyorum ama “Dünyayı Kurtaran Adam” için buraya geldik bugün. Bu da bir güzellik değil mi? O filmin öyküsü böyle işte.
O filmi çektiğiniz vakit en çok hatırlanacak filminizin o olacağını tahmin edebilir miydiniz?
Hayır... Bir Cüneyt Arkın filmi o. Uzay filmi de iş yapar, bir tane de böyle bir şey yapalım dedik. Yoksa biz bunu yapalım da, uzun yıllar sonra konuşulsun, dünyanın en kötü filmi seçilsin diye bir düşüncemiz yoktu. Bir Cüneyt Arkın filmiydi. Ama diğerlerinden farklıydı; seyirci onu fark etti.
Bugün de seyredenler görür, hep insan münasebeti. Ben geçenlerde seyrettim, Aytekin’in ölüm sahnesine içim burkuldu. Uzayda yaşam bile olsa insan değerini kaybetmeyecek gibi geliyor. O zaman öyle yaptık ve paramızı da kazandık. O zaman da sinemanın duraklama devriydi.
80’lerin başında videonun gelmesi etkili oldu mu duraklamada?
Onun da etkisi var, televizyonun da etkisi var. Zaten bizim, yani Yeşilçam’ın en büyük düşmanı televizyondur. Hep şunu derdik işsiz kaldığımızda: Televizyon çıktı, mertlik bozuldu.
Şimdiki çocuklara helal olsun diyorum. En kötü filmi yapsınlar fark etmez. Bu kadar kanala, sinemaya film yapıyorlar, seyirciyi de getiriyorlar; helal olsun. Tanısam ellerini sıkarım, alınlarından öperim.
Eski Türkan Şoray’ın aşk filmleri hep etkiler gençleri. Beni bile etkiler Vesikalı Yarim (Lütfı O. Akad, 1968). İnsan duygusu var, hissi var orada. Mesela Vesikalı Yarim’de biz Lütfi Akad ile kavga ettik; ben asistanıydım o zaman. “Olmaz böyle film; Türkan Şoray gibi biri beşinci sınıf pavyonda çalışır mı” dedim. Sonra kıyafetini, osunu busunu fazla makyaj yapmadan ayarladık. İzzet Günay da pek oturmamıştır o filmde. Yılmaz Güney oynayacaktı; ben “Yılmaz’la Fatma (Girik) oynasın” dedim. Bir şekilde uydurduk o filmi, ama akıllı seyirci yutmadı. Şimdi en büyük film diye konuşuluyor.
O gün çok farklı şeyler düşündük tabii. Yapılan filmleri zamana göre eleştirip konuşmak lazım. Ben dünyanın en kötü filmini mi yapmışım, o da önemli; yapmak da önemli yani. O dönemde öyle bir Cüneyt Arkın serüveni başlattık biz. Aşağı yukarı 20 tane filan film yaptık peş peşe ama ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ sivrildi işte.
Seyircinin beğenisine saygım sonsuz tabii. Ben de seyirciyim sonuçta. On, on bir yaşındaydım, Ortaköy’den yürüyerek Taksim’e gidip İstanbul’un Fethi’ni dokuz kere seyretmiştim.
Sinemaya geçişinizi anlatabilir misiniz? Asistanlık yapmışsınız önce. Neden sinema?
Biraz tesadüf. Kabataş Erkek Lisesindeydim. Son sınıfta, altıncı senemdeydim. Üç senelik okulda hep çift dikiş gidiyordum. O zaman öğretim üyeleri liselere gelir; mezun olacak öğrencilere ön kayıt yapardı. Teknik üniversitede dışardan derslere girebilirdin. Ben de avukat olmayı kafaya koymuştum. Beyazıt’ta hukuk fakültesine giderdim. Okulu kırar, üniversiteye gidip ders dinlerdik. Orada okuyan arkadaşlarımız vardı.
1 Mayıs olaylarında Beyazıt Meydanı’nda polis ateş ediyordu. Bugünkü gibi hatırlıyorum 1960 1 Mayısını. Bağıranlar, çağıranlar. Biri kucağıma düştü, üstüm kan içindeydi. Koşarak indik Eminönü’ne; köprü açılmıştı. Yüzerek geçtik Karaköy’e, Ortaköy’e geldim. O günden sonra ne okul, ne başka bir şey, hepsini bıraktım.
Cemal Kayacan diye benim çok ünlü bir işadamı teyze oğlum vardı. O zaman Orhan Günşiray da yıldızı parlamış en büyük star. Orhan Abi tanıyor beni. “Çetin ne yapıyor” diye soruyor Cemal Abi’ye. “Çetin serserilik yapıyor, olaylar üzdü onu” diyor. “Sen bana yolla onu” diyor Orhan Abi de.
Bir gün Tünel’deki yazıhanesine gittim. “Bak, bu Atıf Yılmaz” dedi. Bir beyefendi oturuyor orada. Ağızında sigara, gözlüklü. Bana bakmadı bile. “Sen artık onun asistanı oldun. Bu Atilla Tokatlı, Türkiye’de ilk defa Fransa’da okumuş yönetmen. Atıf Beyle çalışıyor, sen de onlarla çalışacaksın” dedi. “Allah Cezanı Versin Osman Bey” (Atıf Yılmaz, 1961) diye bir film, komedi filmi.
Atıf Yılmaz, Orhan Günşiray ile ortak Yerli Film diye şirket kurmuş. Onların yanında başladım işe. İlk gün gittim sete ve ikinci gün tüydüm. Yemek dağıtıyorlar; Orhan Bey’in adamı olduğumdan bana vermiyorlar. Benim yanımda konuşmuyorlar ispiyoncudur belki falan diyerek. Üçüncü gün geldiler aldılar beni Atıf Abi’nin yanına. “Otur bakalım karşıma; sen benim yanımda bu mesleği devam ettireceksin. Sana baktım, senden adam olur. Sen bir gün gelecek, beline kuşağı dolayacaksın” dedi. O zamanlar ustalarımıza saygımız sonsuz. Beline kuşağı dolamak tabiri de, bir gün yönetmen olacaksın anlamında kullanılıyor. O film öyle bitti. Sonra bir gün Atıf Yılmaz aradı; yeni film yapıyor. “Sen bu filmde birinci asistansın, 1500 lira para alacaksın. BEA Film diye bir şirket var, oraya git” dedi. Sene 1962, bir komiser maaşı 300 lira. Ertem Göreç de BEA Film’in müdürlüğünü yapıyor. İçeri girdim, 500 lira avans verdiler. Okul mokul düşünülür mü ondan sonra, 1500 lira ne demek. O film bitti. Aşağı, yukarı dört sene Atıf Abi’yle çalıştım. Askere gittim geldim, Lütfî Akad ile tanıştım. Üç, dört sene de onunla çalıştım, bugünlere geldik sonra da.
Yılmaz Güney ile de çalışmış mıydınız?
Yılmaz Güney ile ilk defa Hudutların Kanunu’nda (1966) çalıştık. Urfa’da Lütfi Akad çekiyordu filmi. Yılmaz’la merhabalaşıyoruz da, işimiz yok. Lütfi Abi’yle bizim çalışmamız da birinci yönetmen, ikinci yönetmen gibiydi. Sonra Yılmaz geldi İstanbul’a; Yılmaz Atadeniz ile Yedi Dağın Aslanı (1966) diye bir film çekiyor. Yürümüyor iş.
Atadeniz’e diyor ki: “Çetin İnanç diye bir adam var, Lütfi Abi’nin asistanı. Buldur bu adamı; programı filan yapsın, sana yardım etsin.” Beni bulduruyorlar. Ben Atadeniz’i tanımıyorum; benim ustalarım Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Lütfi Akad.
Dadaş Film diye bir şirket kurulmuş; Yılmaz Güney ile ortak Atadeniz. İlk gün geldik Yeşilçam Sokağı’na, işe gideceğiz. Ben minibüse biniyorum, adamın biri “Dur, sen öbür arabayla gel” dedi ve beni bindirmedi; beni tanımıyor. Ben de çektim gittim pasaja içmeye. Bir de baktım Yılmaz Güney’in adamları geldi bir saat sonra. Dediler “Sen niye gelmedin, Yılmaz Abi seni bekliyor.” “Beni minibüsten indirdi” dedim. Ondan sonra beni götürdüler, setle tanıştırdılar. Sonra prodüksiyon amiri Hamit Gürsoy geldi, özür diledi; “Ben bilmiyordum; nereden bileyim, söylesene” dedi. Dedim “Ne söyleyeyim, in dedin, indim işte, bin dedin bindim.”
Biraz da öyleydim yani gençliğimde. Üçüncü gün filmi çekiyoruz; asistanım ben. Yılmaz Atadeniz ile tanıştık; o yönetmen kameranın yanında bağırıyor, ben asistan oturuyorum. Aslında yönetmen oturur, asistan hazırlar, biz de tersi. Daha Atadeniz’i çözememişim. Bakıyorum atlılar bir böyle geçiyor, bir de böyle geçiyor. Erol Taş’a dedim ki, “Abi iki tane çekiyorlar bu filmi. Görmüyor musunuz, atlılar bir oraya gidiyor, bir buraya.” Bomba patladı. Yılmaz Güney “Ne yapıyorsun?” dedi. Dedim, “Ne yapayım. İki tane film çekiyorsunuz aynı anda, bir film parasına adam çalıştırıyorsunuz.” Sonra film iki tane çıktı. Herkes iki film parası aldı, ben de kahraman oldum.
Hangi filmlerdi hatırlıyor musun?
Yedi Dağın Aslanı ile Aslanların Dönüşü (1966). Atadeniz ile tanışmam böyle oldu. Foyasını çıkarttık ama herkes iki film parası aldı. Sonra kendi kendime dedim ki, “Lütfî Abi ile bir film yapıyoruz; hazırlık iki ay sürüyor. Atadeniz ile bir film çekiyoruz, 15 günde parayı alıyoruz.
Gittim, “Yılmaz Abi senle çalışıyorum bundan sonra.” “Tamam” dedi. Orada Atadeniz Film diye şirket kurdum. Biraz faal delikanlıydım o zaman Yeşilçam’da, bir tek oyunculuğu yapamıyordum.
Bana diyorlar “Bir rol var, kapıdan gir”; ben kapıdan girerken düşüyordum. Hiç yapamam oyunculuğu. Rahmetli Yılmaz Güney bir filmde zorla oynattı beni işi bırakıp gitmeyeyim diye. Filmi bağlamış, seyrettiriyor bana; gözüm kapalı oynamışım. “Benim Adım Kerim” (Kemal Dilbaz, Yılmaz Güney, 1967) diye bir film. Adana’da çektik, bir avantür film. “İlle oynayacaksın” dedi. Çünkü kaçacağımı biliyor, para gelmezse. Benim işim para...
En son Karaoğlan dizisini de bıraktım. Dedim, “Geldi mi para, gelmedi.” Abdullah Oğuz telefon etti, dedim ona “Para yok, Çetin İnanç gider.” Hanıma dedim Afyon’da, “Al valizi, ver arabanın anahtarlarını.” Bastık marşa İstanbul ve iki bilet Amerika’ya. Dizi kaldı öyle. Benim işimde para gelecek. Yanımda çalışan işçi parayı almadı mı ben yandım; hemen işi bırakırım. Önce emekçi parasını alacak.
Ben şimdi bu yaştayım, sağ olun davet ediyorsunuz, anlatıyoruz. Bana bir şey hediye mi ettiniz, Yeşilçam emekçileri adına alırım bunu. İlk sendikayı kuran adam benim Türk sinemasında.
Davut Ergin, ben, Lütfî Akad kurduk. Setleri bastık, herkesi sigortalı yaptık. Bize iş vermediler, rahmetli Suphi Kaner ondan öldü. “Sendika kuralım, emekçinin hakkını koruyalım” dedik; hepimiz işsiz kaldık. Bunları yaşadık, ama iyi filmler de yaptık. Yılmaz Güney ile tanıştık. Benim de sol tarafım kuvvetliydi o zamanlar. Kuvvetliyiz, genciz. Ben Ortaköy’de dereboyu üzerinde yürüdüğüm zaman garibana kimse bir şey diyemez. Biz de adamdık kendimize göre. Sonra Yeşilçam bizi bu hale getirdi, Dünyayı Kurtaran Adam’ı çektik. Böyle başladı serüven.
Pekiyi yönetmenliğe geçiş nasıl oldu?
Çetin Gürtop vardı kameraman; sonra bacanak olduk Çetinle. Biz bir takımdık Atilla Tokatlı, ben, Çetin. Papirüs vardı Atlas Sineması’nın girişinde; hala var mı bilmiyorum, orada toplanırdık hep. Yerdik, içerdik.
O dönemde Lütfî Akad durdu, yürümemeye başladı. Çok film yapılacak ki biz asistanlık yapıp para kazanacağız. Lütfî abinin yan gelirleri var, geçiniyor ama ben geçinemem ki. Ondan sonra bir film yapmaya kalktım, o talebe olaylarıyla ilgili. Yılmaz Güney de Umut (1970)’u yapıyor o sıralar. O olaylarda öldürülen çocuğun adı Turan Emeksiz’miş. Hürriyet Gazetesi’nde manşette gördüm o olaydan bir hafta sonra; şimdi vapurlarda ismi var Turan Emeksiz diye rahmetlinin.
Atilla Abi’ye “Benim böyle bir projem var” dedim. “Yap, seni desteklerim’ dedi. Atilla Abi’nin de Fransa’yla ilişkileri var; Erdoğan Tokatlı’nın abisi. Neyse, işte o filmi yapmaya başladım; ama para yok, borç alıyoruz. Atilla Abi de negatif veriyor, ama başaramıyorum, yani bitiremiyorum filmi. O zaman sansür diye bir canavar da var. Senaryoyu gönderiyorsun, senaryo tasdik edilirse filmi çekiyorsun. Filmi çekmeye başladık, senaryoya ret geldi. Biz çekmişiz filmin bir parçasını. Gece geldiler, Yıldız Film Stüdyosu’nun önünde negatifleri yaktılar. Biz tutukluyuz. Para yok... Mamak’ta yattık. Yılmaz da “Umut”tan yatıyor o sırada. Yattık dediğim de “İstanbul’a gidemezsiniz, ifade vereceksiniz” diye bizi tutuyorlar orada. Ben işte öyle bir darbe yedim. O zaman hanımla yeni evlenmişiz, büyük çocuğum olmuş, Elmadağ’da kiralık bir evde oturuyoruz.
Biz hanımla 55 senedir beraberiz. Allah razı olsun, herkes bıraktı beni, o bırakmadı. Sonra geldim Yeşilçam’a. “Ne film istiyorsunuz abi? Kovboy filmi mi, ayıp ettin abi çekeriz.” “Çeko” (1970) ile başladık, Tanju Korel ile çektik, Murat Soydan ile filan avantür filmler işte. O şekilde 140 tane filan film oldu; ikinci sınıf derler ya B Grubu filmler. Bir de bir sıkıntım vardı, çok ünlü kadınlarla çalışamazdım. Asistanlığımda da çalışmadım. Kadına gel dersin gelmez; öpüşme sahnesi vardır, öpüşmez. O zaman ne oynuyorsun kardeşim filmde. Benim hep erkeklerle işim oldu.
O dönem Yılmaz Köksal da topun ağzında, patladı, patlayacak. Hulki Saner, Erol Büyükburç ile film yapmış ve Yılmaz’ı ikinci adam oynatmış. Sempatik; belli, sağlam bir proje yaparsa fırlayacak. Erman Film en büyük şirket o zaman. Erman Film’de Hürrem Bey çay ısmarlasa iki gün anlatırlar. Hürrem (Erman) Bey beni davet etti, bana selam verdi; imparatoru yani sokağın. 25 ya da 24 yaşındayım, Genel Koordinatörü o zaman oranın İzzettin Yılmaz. “Gel bir film yapacağız Yılmaz’la, sen çek” dedi. Yılmaz da denenmemiş adam arıyor, öyle çok ünlü bir yönetmen aramıyor. Çünkü diyor ki “Çok ünlü bir adamla çalışırsam beni biçer doğrar, bana yol vermez.”
Yılmaz dese ki “Üç tane kavga sahnesi koy” mesela; Osman Seden olsa rahmetli der ki “İki tane koyalım.” Sonra Çeko’yu bir çektik, yer yerinden oynadı.
Şimdi reyting, diyorlar ya, ne reytingi... Bizi Adana’ya galaya çağırdılar. Uçaktan indik, sinemacılar yerlere halı sermiş, sanki Kabe’den geliyoruz biz. Böyle geçti o zamanlar. Çekiyorduk, iş de yapıyorduk.
Ama ben film çekmiyorum, yani ben istediğimi çekmiyorum ki; hep sipariş. Günün modası ne, işte “Emmanuelle” (Just Jaeckin, 1974) oynuyor, erotik film, sen de iki tane çek. Benimle çalışanlara bak, Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Sermet Serdengeçti, Alev Sezer, hepsi Ankara Devlet Tiyatrosu’ndan. Şimdi bir laf gelse, “Erotik film başladı, biz bıraktık bu işleri” derler. Televizyonda oynuyor tüm filmler. Özür dilerim, ama sevişmemiş yatağa girmemiş oyuncu mu var? Ben bile bilmiyordum, Türkan Hanımın geçen gün filmini seyrettim Cihan Ünal ile birlikte; kadın yatakta ve her tarafı da açık. Ayıp bir şey değil ki bu, sinema. Ama ilk bizi karaladılar erotik film çekmişler diye. Yahu o günün modası o abi.
Ben ilk 1995’de Amerika’ya gittim. Florida’ya gittik; Universal Stüdyoları’nı geziyorum. Baktım adamların yaptığı filmlerin showroomları var. Gösteriyorlar, şu film böyle çekildi, bu film böyle çekildi. 20 dolar verdik, resim de çektirdik orada. Çıktım Universal Stüdyoları’nın önüne; kapıda bir dünya küre var üzerinde “Universal” yazan. Onun önünde başladım isyan etmeye. Türkçe bilmiyorlar ya, ben Türkçe kalaylıyorum, “Benim gibi filmcinin ...” Bizim çocuklar “Baba ne yapıyorsun?” dediler. Dedim “Biz ne biçim filmciyiz be, bana bir tane tabanca vermiyorlardı.”
Bu meslek Amerika’da yapılır dedim kendi kendime sonra. İçime ukdedir bu. Ama gene de yaptığım bütün filmlerin arkasında dururum. Bir filmi kim yapmış olursa olsun, o filmin daha önce yapılmadığını hepimizin kabul etmesi lazım. İyi filmdir, kötü filmdir, benim sevmediğim filmdir, o ayrı. Ama yapılmış bir iş, bir emek vardır. Ben de sırasında seyirciyim. Akşam Superman Dönüyor (Superman Returns, Bryan Singer, 2006) diye bir film vardı televizyonda. Beş dakika seyredemedim, ama adamlar yapmış, bir şey diyemem. Onun için yapılan her işi kabul etmek lazım, ama iyidir, ama kötüdür.
Benim çok sevdiğim ve beni etkilemiş Britanyalı bir araştırmacı yazar var. Sonra yapımcı da oldu. O senin söylediğini şöyle söylüyordu: “Çakıllardan oluşan bir kumsalda bu çakıl taşı kötü demek ne kadar anlamsız. Tamam, bazı çakıl taşları güzeldir ama o kumsalı kumsal yapan bir sürü çakıl taşıdır.” Dolayısıyla, o kadar da güzel olmayan çakıl taşı da o kumsalın kumsal olmasındaki payı sayesinde bir değere sahiptir.
Kırık taş da olsa bir yer edinmiştir, bir şey anlatmıştır. Bugün televizyonlarda, filmlerde binlerce oyuncu var; ama üç tane bildiğimiz, herkesin bildiği oyuncu var. Geçen gün bir gazetede okudum, 110 tane dizi çekilmiş bu sene. Her yerde bir oyuncu var; önce onu kabul etmeli.
Bir çocuk var komedyen Şahan Gökbakar. Yedi milyon kişi gelmiş adamın yaptığı filme, ayakta alkışlarım yahu. Biri de diyor ki “Ne biçim film”. Bırak kardeşim; siz hiç duydunuz mu, adam film yapmış evinde seyrediyor, başka kimseye seyrettirmiyor. Böyle bir film var mı dünyada? Herkes para kazanmak için, seyirciye aktarmak için film yapıyor. Yedi milyon kişi ne demek; bu zamanda büyük başarı bence.
Mesela bundan 10 günce Teksas’a davet edildim. Yine “Dünyayı Kurtaran Adam” oynuyor. Benim bir vize problemim vardı dedim, “Halledeyim, geleyim” dedim de gitmedim. Ben yeni geldim Amerika’dan, iki ay oldu. 6 ay oradaydım. Gitsem de, gitmesem de bunu duymam bile bir şeref benim için. Benim filmim Teksas’ta özel gösteride. Amerika’da CD’sini alıyorum Dünyayı Kurtaran Adam’ın, İngilizce dublaj yapmışlar; 7 dolar. Güzel şeyler değil mi bunlar? Ben tabii kendimi anlatıyorum. Bizim filmci arkadaşlarımızın, abilerimin, dostlarımın ne filmleri var dünyada ses getirmiş.
İşte, Nuri Bilge Ceylan kardeşimiz, her sene Cannes’ı kazanıyor. Bunlar önemli şeyler. Bizim mesleğimizle ölçüyorum her şeyi, kendimle ilgili şeyleri anlatıyorum. Kötüsünü yapan var, iyisini yapan var.
Hatta Teksas’taki Fantastik Film Festivali’nde festivalin büyük boy afişi için Dünyayı Kurtaran Adam’daki tekme sahnesini kullanmışlar.
Bana davetiye gibi bir şey yolladılar. Benim orada ismim yazıyor. Benim gibi diğer yönetmen abilerime bakıyorum, hepsi rahmetli olmuş, gitmiş. Üç kişi kaldık bizim jenerasyondan. Mesela iki ay önce Sümer’in (Tilmaç) ölümü beni çok etkiledi. Gidiyoruz yani.
İzleyici: Yeni projeniz var mı?
Artık film yapmak zor, televizyonda akşama kadar 40 kişi ölüyor. Ben şimdi bir avantür film yapsam kimi nasıl öldüreceğim. Yani devir değiştikçe bizim de fikrimiz şeytana kadar gitti.
Tabii imkân çok önemli. Ben bu işe başladığım ilk gün dedim, “Bu iş parayla yapılır.” Para azsa film ona göre olur, para çoksa film sonsuz olur. Sinemada oynayan film hayal anlatır. Mesela diyorlar ki, “Ne film ya, gerçek hikâye”. Gerçek hikâyeyse, ben haberleri dinledim ve günde 20 kişi ölüyor. Film siz hayalinizi bana aktarabilirseniz film olur. Dünya bunu yapıyor.
Şahan Gökbakar da akıllı çocuk; Türk sinemasında Öztürk Serengil, Kemal Sunal başka komedyenler, iş yapmış adamların hepsini etüt etmiş ve Recep İvedik diye bir karakter yaratmış. Bir tanesinin bıyığı Öztürk’e benziyor, bir tanesi Sadri Alışık’a benziyor. Bir tip yaratmış ve yedi milyon kişiyi de getirmiş. Takdir etmek lazım. Film bence sonsuzdur, ben 75 yaşındayım ve hala film yapacağım diyorum. Bitmez, tükenmez bu.
Evet, tabii ki Recep İvedik’in (2007) başarısı kayda değer bir ticari başarıdır, ama sizin döneminizden ve günümüzdeki kimi başka filmlerden farklı olarak da onlar televizyonda tanınmış simalar. Yani, televizyonda herkesin tanıdığını sinemaya koyarak onlar bin kilometre öteden başlıyor.
Demin söyledim; eğer ki o günün parasıyla bugünkü parayı mukayese edersen Recep 7 milyon kişiyi getirmiş, 10 lira gelmiş; bizim Çeko’yla kazandığımız 30 liradır. O zaman filmler bir sinemada bir ay, bir buçuk ay oynuyor. İzmir’e gidiyoruz galada beş bin kişi var yazlık sinemada. Var mı şimdi beş bin kişilik sinema. O zaman seyircinin izleyeceği televizyon yok; bir radyo var, bir sinema var. Cüneyt Arkın’ın filmini seyrediyor, çıkıyor genç çocuk; “Dünyayı Kurtaran Adam” oluyor, biri “Battal Gazi” oluyor. Ben de 9 yaşında gittiğim “İstanbul’un Fethi”nde Uluabatlı Hasan olmuştum. Mahalleye geliyordum, “Var mı lan?” diyordum kılıç elimde. Seyirciye hayali aktarmak önemli sinemada; ama bazıları diyor ki gerçek hikâye... Tamam, yapsınlar gerçek hikaye. Gerçek hikâye diyorlar, garibanın filmini yapıyorlar; ama kendileri villada yaşıyorlar. Öyle değil mi? Bunu da ayırmak lazım, madem sen gerçekçisin onlar gibi yaşa.
Söylemeyecektim söyleyeyim. Sinema istismar demektir. Seyirciyi istismar edersen, seyircinin aklını, fikrini, beynini, seyirci o filme gider. Genç, yakışıklı bir kardeşimiz var, Ben Dünyayı Kurtaran Adam’ın ikincisini 10 sene önce yazmışım; oraya da Cüneyt Arkın ile Kıvanç Tatlıtuğ yazmışım. Adam ne artist, ne başka bir şey o zaman. Bir tek defilede görmüştüm ve demiştim ki, “Bu star olur”. Bence insanı sevmek sinemayı sevmektir çünkü her film insanı anlatır.
Çetin İnanç Kimdir?Çetin İnanç, 12 Eylül 1941'de Ankara'da doğdu. Lise öğrenimini İstanbul Kabataş Lisesinde gördü. Sinemaya 1961 yılında Atıf Yılmaz'ın yönettiği Allah Cezanı Versin Osman Bey filminde asistanlık yaparak başladı. Ömer Lütfi Akad'la çeşitli filmlerde çalıştı. Sonra Killing serisi, Maskeli Beşler serisi gibi kendi tarzına yakın filmler çeken Yılmaz Atadeniz'in ekibinde yer aldı. İlk yönetmenliğini 1967 yılında Çelik Bilek filmiyle yaptı. İlk deneyiminden sonra durmaksızın film çeken İnanç, özellikle film üretme konusundaki hızıyla "jet yönetmen" diye anıldı. 1970'te yönettiği Çeko filmiyle Yeşilçam'daki western modasını başlattı. Çetin İnanç, çektiği filmlerin birçoğunda yabancı filmlerden alınmış sahne ve müzikleri kullanmıştı. Kimi zaman kendi çektiği eski filmlerinden sahnelere yeni filmlerinde yer vermişti. 1970'lerin ikinci yarısında ise erotik filmler modası başlayınca bu kez de seri halinde erotik film ve ayrıca arabesk filmler yönetti. 1980'den itibaren Cüneyt Arkın'la yaptığı işbirliği sonucu, beraber yazdıkları senaryolarla Cüneyt Arkın'ın başrolde olduğu filmler, İnanç'ın son dönem yapıtlarını oluşturdu. 1982 yılında yaptığı ve Cüneyt Arkın'ın başrolde oynadığı Dünyayı Kurtaran Adam filmini on gün kadar kısa bir sürede çekti. Bu film kullanılan aksesuarlar ve çekim tekniğiyle bazı kaynaklarda dünyanın en kötü filmi olarak değerlendirildi. Başlıca Filmleri Killing Canilere Karşı (1967), Kral Kim (1968), Ölüm Şart Oldu (1969), Çeko (1970), Allah Benimle (1971), Kamçılı Kadın (1972), Destan (1973), Karaların Ali (1974), Şehitler (1974), Ah Ne Adem Dilli Badem (1975), Çapkınım Hovardayım (1975), Kanundan Kaçamazsın (1976), Garip (1977), Çifte Nikah (1977) Ne Olacak Şimdi (1978), Çıldırtan Kadın / Sevmek mi Ölmek mi? (1978), Bal Badem (1979), Hayat Kadım/Sürtük (1979), Püsküllü Bela/Dilberim Kıyma Bana (1979), Su (1981), Dünyayı Kurtaran Adam (1982), Gırgır Ali (1982), İntikam Benim (1983), Deli Fişek (1984), Bin Defa Ölürüm (1985), Kaplanlar (1985), İntikamcı (1986) |
(KÖ/EKN)
* Sinema Söyleşileri 2015, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2015