Diğer yandan çok daha fazla güncel ve Türkiye'ye özgü bir tartışma ise laik ve anti laikler arasında gerçekleşiyor. Hükümet ile YÖK arasında açığa çıkan gerginlik tam da buradan kaynaklanıyor. Aslında bu tartışmalardaki dile baktığımızda, yükseköğretime ilişkin ideolojik ve sembolik dünyaya ilişkin açıklamalar yer yer yukarıda işaret ettiğimiz devlet-toplum ya da birey tanımlamalarında farklılıklar açığa çıksa bile, eğitimin niteliğinin ne olmasına ilişkin yapısal dönüşüme ilişkin vurgularda önemli benzerlikleri saptayabiliriz. Nedir benzerlik diye soracak olursak, YÖK'ün eski başkanı Kemal Gürüz'ün iki farklı raporu ya da yeni YÖK Stratejisi ile AKP hükümetinin Milli Eğitim Bakanlarının taleplerine bakmak yeterli olacaktır. Sıkça kullanılan ifadelerin; misyon, vizyon, uluslararası rekabet, etkinlik, performans kriterleri, uluslararası akreditasyon gibi işletme disiplininden ödünç alınan kavramlar olduğunu görürüz. Aslında laik ve anti-laik güncel farklılıklara karşılık, YÖK'ün hazırladığı "Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi" raporunda işaret edilen ve Avrupa Birliği'nde (AB) oluşturulmaya çalışılan Avrupa Yükseköğretim Alanına yönelik tespitlerde ortakça önemli ortak tavır alışlar vardır. Gerek YÖK'ün ve gerekse hükümetin günü birlik eylemlilikleri değil de uzun erimli çabalarına bakışta şu ifadenin temel belirleyiciliğe sahip olduğunu görüyoruz:
"Küreselleşen dünyada birleşerek ve genişleyerek tek bir pazar ve tek bir blok halinde 'dünyanın en rekabetçi bilgi tabanlı ekonomik gücü' olmayı hedefleyen Avrupa, bu hedefin odak noktasında yer alan üniversitenin sorunlarına ciddi olarak ancak 1990'lı yılların ortasından itibaren eğilmeye başlamıştır."
Bu bakış açısında rekabet önemli bir yere sahip iken, eğitim özellikle yüksek öğretimde bu kavramdan hareketle yeniden tanımlanıyor. Her iki açıklama tarzı, verili güç ilişkilerinin tanımladığı, sınırladığı alan içinde hareket ediyor. Bu eğilimin bütünsel olarak işaret ettiklerini bir arada değerlendirdiğimizde günümüzde eğitimde önemli ve yeni bir yapısal değişimin eşiğinde ve hatta içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu değişimi açıklamadan önce bir başka açıklamaya ve eğilime daha yakından bakmamız gerekiyor.
Bir diğer bakış açısı eğitimde gerçekleşen dönüşümün sermayenin bu alanı metalaştırması ve bu alana yatırım yapması temelinde biçimleniyor. Bu açıklama oldukça doğru bir açıklama ve uzun yıllar bu süreci işaret edip deşifre etmek için kullanıldı. Gerçekten de 1980'lerin sonlarından itibaren egemen ideolojik ortamda, eğitimin kamusal mal olup-olmadığı tartışmasını iki önemli sonucu olmuştu. İlk olarak kamu bütçesinde her geçen yıl üniversitelere ayrılan pay azalırken, diğer yandan diploma pazarlama kurumları olarak özel üniversitelerin (sözde kâr amaçlamayan vakıf üniversiteleri) sayısında artış olmuştur. Bu sürecin yarattığı eğik düzlem, kamu üniversitelerinden kâr amaçlı özel üniversitelere büyük bir beyin göçünün gerçekleşmesine yol açtı. Ama diğer yandan eğitimde metalaşma ve ticarileşme eğilimleri devam etmekle birlikte, günümüzde bizzat bu değişimin de verdiği itki ile yüksek öğretimde yeni-yapısal bir dönüşüm yaşamakta olduğumuzu belirtmemiz gerekiyor.
İstihdam politikaları ile eğitim politikaları kesişiyor: İnsan-mühendisten, mühendis-insana
Son bir yıl içinde Türkiye'de yüksek öğretim sorununu gündemine alan raporlar arka arkaya çıkmaya başladı. Arka arkaya toplantı ve seminerler düzenleniyor. Raporların ve seminerlerin temel yönelimini açığa çıkaran en önemli gösterge: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu ile Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'in birlikte poz vermeleri, aynı konuları işaret etmeleridir. Bu birlikteliğin yanı sıra, TİSK, SEDEF, TUSİAD, TÜRKONFED gibi sermayeyi temsil eden örgütlerinin, arka arkaya gerçekleştirilen konferans ya da toplantılarında istihdam politikaları ile eğitimi eş zamanlı ele alan açıklamalar yapıyorlar. Etkinlik, verimlilik adına yeni düzenlemeler talep ediyorlar. Dünya Bankası (DB) Türkiye Direktörü Andrew Vorkink'in Hacettepe Üniversitesi'nde yaptığı "Türkiye'de Eğitim Reformu" başlıklı konuşması:
"Küresel rekabet her zamanki gibi mükemmel olmasa da, örneğin serbest ticaret henüz adil ticaret haline gelmemiştir, yine de düşüncelerin rekabeti hiçbir zaman bu denli güçlü olmamıştı. Ülkelerin kendilerine sormaları gereken birinci soru artık ne kadar sınai kaynağa sahip oldukları değil, işgücünün ne kadar eğitimli olduğudur. Buna göre, ülkelerin gelir seviyelerine dayalı olarak aralarında meydana gelen ayrım artık aynı zamanda eğitim ehliyetlerine dayalı olarak toplumlar arasında bir ayrım haline gelmiştir. Yüksek eğitim düzeyine sahip ülkeler dünyada yaşam standardı bakımından önde gelmektedir. Bugün anlatacağım şey, Türk eğitim sisteminin Türkiye'nin AB'de ve küresel olarak rekabet etmek için ihtiyaç duyduğu eğitimli işgücünü yetiştirecek durumda olup olmadığıdır."(vurgular bana ait)
Bu ifadeden sakın yine DB ya da dışarıdan birileri bizlere müdahale ediyor anlamı çıkartılmasın, bu alıntıyı Türkiye'de kapitalizmin geldiği aşamayı işaret eden bir kurumun süreci daha doğruyu işaret ettiği için buraya aktardık. TİSK'in yani sermayenin kendi taleplerini en açık şekilde işaret ettiği, Konfederasyonun Milli Eğitim Bakanlığı ile düzenlediği konferansta (4-5 Mayıs 2004) Konfederasyon Başkanı Refik Baydur "ülkemizde nüfus baskısı yaşanırken, mevcut işsizlikle mücadeleyi kaybetmemek için, meslek eğitimi verilen gençlere ve hayat boyu öğrenim süreci içindeki her bireye, ekonominin yani işletmelerin talep ettiği niteliklerin kazandırılması gerektiğini" (vurgular bana ait) ifade etmiştir. Aynı toplantıda Bakan Başesgioğlu "genç işgücünün bir avantaj teşkil ettiğini, ancak bu nüfusun mesleki eğitiminin ve istihdam edilebilirliğinin çok önemli olduğunu, insan kaynaklarına yatırımın önceliklerimizin başında gelmesi gerektiğini, niteliksiz nüfus ile dünya rekabet yarışında başarılı olmamızın mümkün olamayacağını" belirtti. (vurgular bana ait) Aynı toplantıda Bakan Hüseyin Çelik, "'eğitim-istihdam' dengesini sağlayacak, yaşam boyu eğitimi destekleyecek çalışmalara yönelineceğini belirterek, iş dünyasının ihtiyaçlarına cevap verecek işgücü yetiştirilmesinin önemine değindi ve eğitim müfredatlarının işgücü piyasası ihtiyaçlarına göre gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etti.
Açıklanıp-detaylandırılması gereken bu vurgulardan sonra şunu açıkça ifade edebiliriz: Yükseköğretimde oldukça önemli bir yapısal değişim gerçekleşiyor. Bu değişim eğitimin metalaşması ve ticarileşmesinin yani sermayenin bir kesiminin somut çıkarları ile biçimlenen eğitimin metalaşmasına yönelik talepler, bugün bir gerçeklik ve ideoloji olarak eğitim ile istihdam politikalarının birleştirilmesi biçiminde sermayenin geneli için istenen bir biçim almıştır.
Yapısal değişime ilişkin ipuçları
Burada detaylandıramazsak bile yapısal ve tarihsel süreç içinde gerçekleşen eğitime ilişkin şu bileşenleri bir arada ele almamız gerekiyor.
a-) Kamusal olarak eğitime özellikle yükseköğretime kaynak aktarımında azalma,
b-) Eğitimi yatırım alanı olarak gören sermayenin bir kesimi, eğitimin metalaşması ve ticarileşmesi
c-) Kapitalizmim yapısal olarak sürekli biçimde artarak ürettiği işsizlik
d-) İş dünyasının artan rekabet ortamında nitelikli, daha doğrusu esnek ve farklı donanımlara sahip emek-gücü talebi,
e-) Yaşam boyu eğitim ya da sürekli eğitim.
Bu talepler karşısında bireyler, öğrenciler sürekli olarak okul sürecinde ve okul sonrasında kendilerine yatırım yaparak sertifika ve benzeri donanımlarla iş bulma kaygısını taşıyorlar. Bu kaygılar liberal dünyanın beşeri sermaye diye adlandırdığı kendi geleceğine yatırım yapma anlamına geliyor. Kendine yatırım ve iş dünyasında kendi niteliklerini artırma öğrencileri içine alan zorunluluklar haline getirilirken, bu zorunluluk sermaye için talepleri doğrultusunda sürekli yeniden biçimlendirilecek emek-gücü anlamına geliyor. Türkiye'de bu değişimin en belirgin biçimde yetkin mühendislik tartışmalarında açığa çıktığını görüyoruz. Dört yıl boyunca verilen bilgiyi yeterli bulmayıp, yeniden yetkinlik için çabalara girmek. Bu bir yandan mezun olan mühendisleri uzun bir süre daha kötü ve ucuz koşullarda çalıştırılması anlamına gelirken, diğer yandan bu yetkinliği kazandırma sürecinin bizzat kendisi eğitimin metalaşmasını derinleşmesine neden olacaktır. Kapitalistler arası rekabet hızla sürdüğü ölçüde teknoloji ve üretim organizasyonundaki değişimler aynı zamanda sermayenin istihdam ettiği elemanların da sürekli olarak bu değişime ayak uydurmasını dayatıyor ve daha da kötüsü rekabet sürecinde aynı işi daha az kişinin yapmasına yönelik teknikler (re-engineering) geliştiriliyor. Yaşam boyu eğiteceksiniz kendinizi, ama bu kişinin kendisi ile doğrudan ilgili eğitim değil, tabii ki iş dünyasının taleplerine yönelik eğitimdir.
Ama bu anlatılanlar sadece Türkiye'de gerçekleşmiyor. Fransa'da geçenlerde büyük patırtı koparan yeni yasa da (ilk iş sözleşmesi- CPE ) tam bu mantıkla gerçekleştirilmişti. Kapitalizmin bugün geldiği nokta, eğitim kanalı ile insanları insan olmadan önce mühendis ya da iktisatçı ya da işletmeci yapma tekniklerine yönelmiştir. İnsanın estetik ve tarihi bilince sahip bütün özellikleri, iş dünyasının taleplerince biçimlendiriliyor ya da daha kötüsü dışarıda bırakılıyor. İnsan olan mühendis değil, mühendisliği insanlığının önüne koyan insan.
A. Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sında insanlar Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezinde üretilirler. Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar temel slogandır. Günümüzdeki daha yaratıcı bir teknik, ama bizleri kötümserliğe iten ise, insanların kendi kendilerini başkaları için üretmesidir. Bu ortamda mühendis olmak zor, ama insan kalmak çok daha zor. (FE/TK)
* Prof. Dr. Fuat Ercan'ın yazısı Öğrenci Kolektifleri Üniversiteli dergisinde de yayınlandı.