Her hak sorunu, insan hakları kavramının varlığını göstermez. Eski çağlardaki Kral Dungi Yasa Derlemesinde ya da Hammurabi Yasalarında mülkiyet, aile ve kölelik gibi pek çok alanda düzenlemeler bulunuyordu. Ne var ki, bu belgeler insanların devlete karşı haklarını dile getirmiyor; efendinin kölesi üzerindeki yetkilerini gösteriyordu.
Başka bir belge olan Asur Yasa Derlemesi'nde ise insan hakları adına kadını aşağılayan ve günümüz anlayışı çerçevesinde kabul edilemez hükümler vardır. Bu derlemede; "fahişe" ve "köle kızın" örtünmeyebileceği ancak "özgür" kadının örtünmek zorunda olduğu vurgulanır. Bu yasada kadının köleleştirilmesi "hak ve özgürlük" olarak gösterilmiştir.
İnsan hakları kavramı burjuvazinin ve kapitalizmin yükselişiyle eş zamanlı olarak doğmuştur. "Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" gibi insan (ve grup) hakları da kapitalizmin şafağında ortaya çıkmıştır. Bu kavramı ortaya atmakla burjuvazi kendi haklarını "bütün insanlığın hakları" olarak ileri sürme imkanı bulmuştur.
Tarihsel açıdan insan hakları kavramının 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da ortaya çıktığı görülmektedir. Sorunun ilk tartışıldığı dönemde kilit kavram "doğal hukuk"tur. Bu kuramın eski Yunan'da ortaya çıktığı bilinmektedir. (*) Bu bakımdan "doğal hukuk" ya da "doğal haklar" görüşü çok eskilere uzanmaktadır. İnsanların "devletin karışamayacağı doğal haklar"a sahip olduğu görüşü, baskıcı iktidarların sınırlanması için savunulmuştur. Ne var ki; kavramın sistemli biçimde ortaya konulması için burjuvazinin ortaya çıkışını beklemek gerekmiştir.
Doğal hukuk teorisine göre, insanlar özgürlüğün ve eşitliğin egemen olduğu doğal hayattan (tabiat hali) kendi aralarında anlaşarak bir sözleşme ile çıkıp toplumu ve devleti kurmuşlardır. İnsanlar devlet haline geçerken yalnızca ortak yaşamın gerektirdiği bir takım haklarından vazgeçmişler; ancak temel hak ve özgürlüklerini korumuşlardır. Bu yüzden devlet, devredilmeyen bu haklara dokunamaz; dokunmamalıdır. Özetle bu şekilde ifade edilen doğal haklar teorisi; özgürlük ve insan haklarının devletten önce var olduğunu; devredilemez ve vazgeçilemez olduğunu; "evrensel" ve "mutlak" olduğunu ileri sürüyordu.
Bu kategorideki haklara hangilerinin dahil olduğu sorunu ise akıl yoluyla çözülecektir. Fransız Devrimi sırasında (1789) ilan edilen "İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi"nde doğal haklar "mülkiyet", "özgürlük", "güvenlik"ve "baskıya karşı direnme" olarak sıralanmıştır.
Doğal haklar teorisi özellikle Avrupa'da büyük toplumsal ve siyasal devrimlerin kılavuzu oldu. Bu kuram, aristokratların doğuştan ayrıcalıklara sahip olmasına karşı gelişen burjuva sınıfın tepkisini dile getiriyordu. Doğal hukuk ya da doğal haklar teorisini temel alan liberal burjuva insan hakları görüşü özellikle Locke, Kant ve diğer aydınlanma düşünürleri tarafından inşa edildi.
Dinin egemenliği görünümündeki feodal ayrıcalıklar dünyasına karşı "doğa" görüşü geliştirildi. Bu görüşe göre; devletin görevi "insanın doğuştan getirdiği, doğal hak ve özgürlükleri korumak"tır. Hakların insanlık kadar eski olduğu; iktidarların bu haklara dokunamayacağı görüşüyle, feodal rejime ve krallıklara karşı mücadelede büyük başarılar kazanıldı. Feodal rejime karşı özgürlük mücadelesinin bayraktarlığını yapan burjuvazi, doğal haklar görüşüne dayanarak önemli toplumsal ilerlemelere imza attı.
Doğal haklar görüşü tarihsel ilerici rolüne rağmen bilimsel ve mantıksal dayanağa sahip değildi. İnsanların daha evvelden özgür ve mutlu yaşadığı; bu durumdan aralarında anlaşarak bir sözleşme ile çıktıkları düşüncesi, tarih, antropoloji, sosyoloji ve politika biliminin verileriyle çelişiyordu. Bilim ve tarih, eski çağlarda insanların büyük bölümünün hak ve özgürlüğe sahip olmadığını; insanlar arasında ekonomik, toplumsal ve siyasal bakımdan derin farklılıklar bulunduğunu; devlet iktidarının sözleşmeye değil sınıfsal güç ve ilişkilere dayandığını kanıtlıyordu.
İnsan haklarının açıklanmasında doğal hukuk teorisinin yetersizliği karşısında onun yerine, "insan doğası" görüşü konulmaya çalışılmıştır. Buna göre; insanların ihtiyaçları ve onuru onun evrensel anlamda belli haklara sahip olması zorunluluğuna yol açmaktadır. Bu görüş, hakların insanın doğasından kaynaklanan evrensel ihtiyaçlara dayandığını ileri sürmektedir.
İnsan doğasını insan haklarına temel alan görüşün de yetersiz olduğunu belirtmek gerekiyor. Temel hakların başında gelen ve ilk insan hakları belgelerine damgasını vuran "özel mülkiyet hakkı"nı ele alalım. Bu hakkın, insan doğasından ve ihtiyaçlarından kaynaklandığını söylemek modern bilimin temel gerçekleriyle çelişmeye düşmek demektir. Özel mülkiyete sahip olmak bir ihtiyaç değildir. İnsan, özel mülkiyete sahip olmadan da temel maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayabilir.
Her iki teorinin yetersizlikleri ışığında şunları söylememiz mümkündür: İnsan hakları evrensel olarak her yerde, her zaman ve her insan için geçerli temel ihtiyaçlara değil; belirli bir tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullarda şekillenen insan için ortaya çıkmaktadır. 17. ve 18. yüzyıllardaki insan hakları katalogunda işçilerin "grev ve sendika hakkı" bulunmuyordu. Bu yüzyıllarda işçilerin sendika ve grev haklarından söz etmek "sözleşme hakkına bir saldırı" olarak görülüyordu. İşçilerin ve çalışanların bu türden hakları "insan doğası" öyle gerektirdiği için değil, yoğun protestolar ve mücadeleler sonucu kabul edilmiştir.
Keza çevre hakkı da son yarım yüzyılda yoğun kirlilik ve doğal bozulma yüzünden ortaya çıkan bir haktır. Bütün bu hakların kaynağı "doğal hukuk" ya da "evrensel insan doğası" değil, toplumsal, ekonomik ve siyasal koşulların ürettiği somut sınıfsal ya da grupsal ihtiyaç ve çıkarlardır.(HA/KÖ)
(*)Eski Yunan'da Zennon'un (İ.Ö. 322-264) kurucusu olduğu Stoa okulu, sitenin/devletin yüceltilmesinin bırakılmasını; çünkü bunun üstünde akıl, yasa ve adaletin bulunduğunu ileri sürüyordu. Bir ahlak öğretisi olarak kabul edilebilecek Stoacılık, "doğal hukuk" akımının önceli olarak değerlendirilmektedir.