Durgunluğa "bireyin meşruiyetleri ve hakları" açısından bakarsak, birinci olasılığın geçerli olduğu durumda "haklar"la ilgili bir sorun da yok demektir. Ama eğer ikinci olasılık geçerliyse, sadece haklar değil, başka şeylerle ilgili sorunlar da vardır. O zaman, ele geçirilmesi gereken haklar, meşruiyetlere sahip çıkılması, sorunların dile getirilmesi ve mevcudun değişime zorlanması haklarından başlayacaktır.
Türkiye için "sorunsuz, herşeyin herkes için yolunda gittiği bir ülke" denemeyeceğine ve gene de ne politika ne de sokakta büyük bir çatışmadan söz edilebildiğine göre, bu durgunluğun altında "münazara" açamama, "münazara"ya katılamama ve "münazara"dan yola çıkarak mevcudu değişime zorlayamama gibi bir durum var demektir.
Toplumun farklı kesimlerinin iradesi olması beklenen bir meclise pek çok partinin girebilmesini neredeyse imkânsızlaştıran yüzde 10 barajı, toplumun büyük bir bölümünü oluşturan ücretlilerin örgütlenmesini ve hakları için mücadele etmesini zorlaştıran sendika ve grev kanunları, politik eylemlere katılanların tepesinde kılıç gibi sallanan "Terörle Mücadele Kanunu", 1996'da Diyarbakır Cezaevi'nde, 19 Aralık 2000'de Türkiye'deki pek çok cezaevinde yaşananlar gibi "emsal" operasyonların "yıldırıcılığı", yazarlara ve gazetecilere açılan davaların, verilen cezaların "yıldırıcılığı"...
Bütün bunların, "savunmasız birey"in münazara açma ve münazaraya etkin bir biçimde katılmasını engelleyen şeyler olduğu söylenebilir. Ayrıca "kaynak" sorunu da vardır. Bir sonraki gün yaşayabilmek için o gün herhangi bir işte çalışıp ekmeğini kazanmak zorunda olan birey, ne münazara geliştirmek için gerekli zamana ve enerjiye, ne bu münazaranın iletişimini yapacak kaynaklara yeterince sahiptir. Aynı şekilde, mevcudun devam ettirilebilmesi de, bireyin önünde -münazaraya karşı- "istikbal seçenekleri"nin koyulabilmesi de, kaynaklar sayesinde mümkün olmaktadır.
Hak ihlallerinde ortaklık
Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yönetime sendikaların faaliyetlerini ve gücünü sınırlandırma yetkisi veren 1947 tarihli Taft-Hartley Kanunu'nun 2002'de "ulusal güvenlik" bahanesi ile yeniden gündeme getirilmiş olması ya da İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw'un 18 Mayıs 2004'teki "Avrupa Birliği'nin Thatcher sendika kanunlarını yıpratmasına izin vermeyeceğiz" sözleri, üreticilere ve sendikalara baskının ne sadece 12 Eylül cuntacılarına ne de Türkiye'ye özgü olduğunu gösteriyor.
2003 Kasımında Miami'deki protestoculara (Free Trade Area of the Americas bakanlar toplantısı sırasında) karşı 8.5 milyar dolarlık bütçeyle hazırlanan polisin o günlerde uyguladığı şiddet, "emsal" şiddet operasyonlarının sadece bize özgü olmadığını gösteriyor.
Kaynaktan yoksun üretici bireylerin örnek bir inisiyatifle oluşturduğu ve dünyanın dört bir yanında münazaranın oluşumuna katkı sağlayan Indymedia yayın ağına yönelik "çok uluslu" saldırı, yazar ve gazetecilere yönelik saldırıların da sadece bize özgü olmadığını gösteriyor: "İtalya ve İsviçre'den gelen istek üzerine", 7 Ekim'de bir FBI operasyonu ile Indymedia'nın 21 sitesini barındıran sunuculara Londra'da el konulmuştu. Operasyonun hangi "kanuni gerekçe" ile yapıldığı, hangi mahkeme kararlarına dayandırıldığı hâlâ bilinmiyor!
Kaynaklara, kanun yapıp uygulama ve iletişim gücüne sahip olan iktidar sahiplerinin, bireyin hakları ve meşruiyetleri açısından münazaralar ve mücadeleler yürütülmesine sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde tahammülsüz olduğunu, her gün yaşanan gelişmeler gösteriyor.
O halde, aslında dünyanın dört bir yanında bireyin ortak meşruiyetleri olan hakların elde edilmesi, münazaraların yürütülmesi ve mevcudun değişime zorlanması yolunda, başka bir ülkenin iktidar sahiplerinden katkı beklenebilir mi? Ya da, iktidar sahiplerinin dayanışma içinde olmaya çabaladığı bir dünyada, üretici bireyler arasında dayanışmadan uzak durulabilir mi? Dünyadan yalıtılmış bir hak mücadelesi yürütülebilir mi?
Haksızlıkların temsilcisi hak sempozyumunda
Eylül 2004 sonunda İşkence Mağdurları Merkezi (Center for Victims of Torture), Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nün (TODAİE) ortaklaşa düzenlediği "İnsan Haklarında Yeni Taktikler Uluslararası Sempozyumu", uluslararası dayanışmanın vücut bulduğu bir platform görüntüsündeydi.
Düzenleyecileri sempozyumun amacını, "insan haklarını geliştirmek ve ihlalleri önlemek için kullanılan farklı ve yaratıcı taktikleri, dünyanın dört bir yanından Ankara'ya gelecek olan aktivistlere aktarma" olarak formüle edilmişti.
Ama sempozyumun açılışında ABD'nin Türkiye büyükelçisi Eric Edelman konuk konuşmacı olarak salondaki yerini alacaktı. Edelman'ın temsil ettiği ABD, sendikalara karşı Taft-Hartley kanununu dirilten, Miami göstericilerine vahşice saldıran, Indy Media operasyonunu FBI marifetiyle gerçekleştiren devlet olmanın dışında,
* Kendi halkının anayasal ve yasal özgürlüklerinden pekçoğunu 11 Eylül'den hemen sonra çıkarılan PATRIOT kanunu ile askıya almış devletti.
* Guantanamo Körfezi'ndeki (Küba) bir toplama kampında, içlerinde çocukların da bulunduğu 600'ün üzerinde insanı, değil herhangi bir mahkeme kararına dayanmak, bir suçlama bile yöneltmeden yıllardır tutan devletti.
* 6 Mayıs 2002'de tüm dünyaya, Uluslararası Suç Mahkemesi nezdinde herhangi bir sorumluluk taşımadığını açıklamış olan devletti.
* Ordusu 8 Nisan 2003'de Irak'ta basına yönelik ilk katliamını üç ayrı saldırı ile gerçekleştirdikten sonra, basın mensuplarını öldürmeye devam etmiş olan devletti.
* Ordusu Irak işgalinde ilk sivil katliamını 27 Nisan 2003'de Felluce'de, üçü 10 yaşından küçük 13 köylüyü öldürerek gerçekleştirdikten sonra, binlerce Iraklı sivili hedef gözetmeksizin, mahalleleri bombalayarak öldürmüş olan devletti. Bu katliamların arasında, yerde yatan yaralının makineli tüfek ateşi ile öldürülmesi gibi olaylar da vardı.
* 1999 Yugoslavya bombardımanından sonra Irak'ta da seyreltilmiş uranyumlu mermi kullanmış olan devletti.
* Ordusu, Irak'ın Ebu Garip hapishanesindeki gibi, sistematik işkence yapan devletti.
Belge'nin evrimi
Edelman'ın varlığı ve sempozyumun açılışında konuşma yapması, sempozyumu düzenleyenler açısından bir garabet olarak değil, "insan hakları mücadelesine bir katkı" olarak görülmüş olmalıydı.
Düzenleyicilerden Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin (http://www.hyd.org.tr) başkanı, yazar ve akademisyen Murat Belge, daha sonra Radikal'deki bir makalesinde şöyle yazacaktı:
"ABD Büyükelçisi Eric Edelman konuşurken küçük bir protesto gösterisi oldu. Medyamızın alışılmış alışkanlıkları çerçevesinde 'sempozyumun en önemli olayı' olarak ortaya çıktı. Benim için çok normal bir olay. İnsan hakları aktivistlerini bir araya getiren bir toplantıda elbette olur böyle bir şey.
Ama gene 11 yıl öncesini düşündük arkadaşımla. O yılın toplantısında böyle bir olay olsa, neler olurdu?"
Belge, "11 yıl öncesi" karşılaştırması ile Türkiye'nin insan hakları açısından kat ettiği yolun altını çiziyor, makalesini şöyle noktalıyordu: "Şimdiki duruma bakınca, yavaş, eksik, yetersiz şu bu, ama bir şeylerin değiştiğini görmemek elde değil. Değişti, değişiyor."
Altı yıl önce, 24 Şubat 1998'de TÜSİAD'ın Ankara'da düzenlediği bir panelde konuşan Belge, o konuşmasında "meseleleri tepeden çözme eğilimi" üzerine şunları söylemişti:
"Türkiye'de alıştığımız siyasi kültürle, meseleleri hep tepeden çözmeye eğilimliyiz. Mesele deyince de, büyük mesele isteriz. Herşeyi birden çözmek isteriz. Bu soruda benim algıladığım bunun tersi mantık, ki gittikçe bütün dünyada da geçerli olmaya başlayan mantık bu. Büyük meselelerin çözülmesini beklemeyelim, biz şimdiden birtakım küçük meseleleri çözmek için elimizden geleni yapalım. Bu belki büyük meselelerin zamanında çözülmesi için bir altyapı yaratır. Ayrıca da hedefinizi görece küçük ve dar koyduğunuz zaman -örneğin bir kentte hayatın kalitesini yükseltmek gibi- başarı imkânınız da daha yüksektir. Türkiye'nin hukuk sistemini demokratikleştirelim deyince bir ummana düşüyorsunuz, işte geçici 15. madde meselesi, sittin sene olmuyor. Ama o pratik, somut günlük hayatın içinde, orada, burada, şurada bir sürü şeyler değiştirilebilir ve onların üzerine global demokrasi daha kolay oturabilir diye düşünüyorum."
Demokratikleşmede "kentteki hayatın kalitesi" gibi konulardan başlanması gerektiğini düşünen Belge, TESEV'in 10 Ekim 2003'de Bilgi Üniversitesi'nde düzenlediği "Orta Doğu'da Sivil Toplum ve Demokrasi" konferansına gelindiğinde ise "tepeden çözme" konusuna artık biraz farklı bakıyordu. O konferansa, TESEV'in değerlendirmesi ile, "sivil toplum dünyasının önde gelen iki ismi"nden biri olarak katılmıştı. Diğer isim, "Benador'un prensleri" nden, Mısırlı akademisyen Saad Eddin İbrahim'di.
Artık "kentteki hayatın kalitesi"nin çok ötesinde bütün ve büyük bir Orta Doğu'yu gündeme alan Belge, bölgede sivil toplumun gelişmesi açısından yaptığı değerlendirmede, "Müslüman ülkelerde sivil toplumun gelişmesinin ulaşılabilir bir hedef olduğu"nu söylüyor, "geçtiğimiz 50-60 yıl süresince önemli mesafeler alındığını ancak sivil toplumun gelişebilmesi için çok yönlü bir toplum vizyonunun gelişmesi gerektiği"ni belirtiyordu.
58 bin oy pusulasının "postada kayboluşu"nun sıradanlığı
Bireyin meşruiyetleri ve hakları konusunda, istikbal seçenekleri sunan iktidar sahiplerinin ortak laboratuarı olan Orta Doğu'nun da ötesine, mesela İngiltere ve ABD'yi de, bütün bir AB'yi de içine alacak bir perspektife sahip olmazsak ne olur?
O zaman dünya üzerinde çok derin etkiler yaratan ihlaller de gündemimizin dışında kalacak, "kentteki hayatın kalitesi"ne geri dönmemiz kaçınılmaz olacak demektir. O zaman, mesela ABD'nin Florida eyaletinde başkanlık seçimleri için hazırlanmış 58 bin oy pusulasının adreslerine giderken "postada kaybolması" ve adreslere ulaşamaması sıradan bir olaya dönüşecektir.
Bugün ABD'de federal düzeyde varlık gösterebilen ve savunduğu politikalarla münazara yaratabilen birkaç politik gruptan biri olan, 2000 seçimlerinde yaklaşık 3 milyon oy almış bulunan Yeşiller Partisi'nin 2004 seçimlerindeki adayı David Cobb'un başına gelenler de, üzerinde çok fazla durulması gerekmeyen bir olaya dönüşecektir.
Cobb'un Bush ve Kerry'i karşı karşıya getiren "canlı münazara"ya üçüncü bir aday olarak katılmasını -hatta oraya izleyici olarak girmesini bile- münazaranın sponsoru "The Commission on Presidential Debates" in engellemiş olması...
8 Ekim 2004 akşamı St. Louis şehrinde Cobb'un bu engeli protesto etmek için polis kordonunu yarmaya çalışırken göz altına alınması... Bu olay da, dünya basınının ilgisizliği gibi, ilgi alanımızın dışında kalacaktır.
Ya da, ABD'den milyonlarca dolar kredi, US Export - Import Bank'dan milyonlarca dolar kredi alan insan hakları ihlalleri ve diktatörlük ülkesi Özbekistan'daki İngiltere büyükelçisi Craig Murray'in başına gelenler bizi fazla ilgilendirmeyecektir.
Sadece 2002 yılında aldığı 500 milyon dolar desteğin 79 milyon dolarını, insan hakları ihlallerinden birinci derecede sorumlu polis ve istihbarat örgütlerine aktardığı bilinen Özbekistan devletinin ihlallerini ülkesine raporladığı için ve 2002'nin Ekim ayında, Amerikan destekli "Özgürlük Evi"nin ("Freedom House") açılışında yaptığı konuşma ile bardağı taşırıp ABD büyükelçisini renkten renge soktuğu için 2003 yazında Londra'ya çağrılan ve açığa alınan, ama basında çıkan haberlerin ardından görevinin başına dönen Murray'in nihayet 14 Ekim 2004'de görevinden alınmış olması ...
Bir insanın münazara başlatması ya da münazaraya katılması elbette bir zorunluluk değil. İnsanlar, bugün milyonlarcasının yaptığı gibi, sadece önlerindeki istikbal seçeneklerine bakarak "eğer"le başlayıp "o halde" ile biten mantık zincirleri içinde yaşayabilirler. "Eğer"le başlayan komut satırlarından başka bir şeyden etkilenmeyen bir bilgisayar ya da robottan farksız olmayı seçebilirler. Ama işte, Belge gibi, istikbal seçenekleri içinde ya da "eğer"li komut satırlarının bağlayıcılığında münazara müdahili olmak da herhalde gerçek bir müdahillik sayılamaz.
Öte yandan, kendini baştan güvencesiz kılmayı seçmiş bir ateistin "ateist olabilmek" için Tayyip Erdoğan'ın güvencesi altında bulunmaya ihtiyacı olamayacağı gibi, haklara bir lüks değil de sadece yaşamak için ihtiyaç duyan bireyin de yaşamı ipotek altına alıp ona sadece istikbal seçenekleri sunan iktidar sahiplerinin "katkısı"na ihtiyacı olamaz.
Herhalde, dünyanın bir bölümündeki hak ihlalleri ile hiç ilgilenmeyip "istikbal" projeleri ile -hem odaklanılan konular, hem yöntem hem de mecra açısından- uyum içinde yürütülen atölye çalışmalarından insanlığın yararlanabileceği "yeni taktikler" çıkabileceğini söylemek de zor. Herhalde bunların, insan açısından yaşamsal sorun ve ihtiyaçların "kaynaklar"dan bağımsız ele alındığı, en azından 20 yıllık bir sürecin "eski taktikleri"nden olduğu söylenebilir. (ŞA/BB)