Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) çağrısıyla 5-7 Kasım 2021'de “Krizi birlikte aşmak: kısıtlıklar ve imkanlar” başlıklı biraraya gelen hak savunucularının atölyenin "İnsan Hakları Krizi ve Savunucuların Yaşadıkları Sorunlar" başlıklı birinci oturumunun tartışma, tespitler ve önerilere yer veren raporunu aynen yayımlıyoruz. Bu bölümün sunumunu Prof. Dr. Nilgün Toker yaptı. TİHV'ye ve emeği geçenlere teşekkürlerle.
Çerçeve
Uluslararası insan hakları rejiminin küresel ölçekte giderek derinleşen bir kriz içinde bulunduğu uzun süredir dile getiriliyor. Bu krizin birbiriyle yakından ilgili üç veçhesi olduğunu söylemek mümkün.
1. Devletlerin, neredeyse dünya genelinde, evrensel insan hakları normlarını bağlayıcı bir çerçeve olarak görmekten hızla uzaklaştığı bir dönemdeyiz. Devletler ortaklık inşasına katkı sunan yapılar olmaktan ziyade ortaklıkları çözen yapılar olarak hareket ediyorlar. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrasında tesis edildiği biçimiyle küresel insan hakları rejimini ayakta tutan siyasi iradenin çözülmekte olduğuna işaret ediyor.
2. Devletlerin yanı sıra ve belki daha önemli olmak üzere toplumsal düzeyde yaşanan bir değişim de var. Özcü aidiyetler temelinde kurgulanan cemaatçiliğin yükselişi, yabancı ve mülteci düşmanlığının yaygınlaşması, birçok ülkede kadınların, LGBTİ+’ların kazanılmış haklarına saldırılar ve her türden ayrımcılığı besleyen reaksiyoner ideolojilerin adım adım daha fazla zemin kazanması ― tüm bunlar toplumların kendilerini hak temelli biraradalıklar olarak görmekten giderek uzaklaşması ve ortaklık fikrinin değer yitirmesi sonucunu doğuruyor.
3. Nihayet küresel insan hakları rejiminin somut varlığını oluşturan kurumsal mekanizmaların bürokratikleşmesi, biçimselleşmesi/içeriksizleşmesi ve tedricen işlevsizleşmesi gerçeğiyle karşı karşıyayız.
İnsan hakları rejiminin içine girdiği bu kriz ―veya belki daha doğru bir ifadeyle, kendi yönelimini kaybetme durumu― aynı zamanda insan hakları hareketi için de bir kriz anlamına geliyor ister istemez.
Tartışma ve Tespitler
Küresel insan hakları rejiminin bugün içinde bulunduğu kriz, tüm yönleriyle “yeni” bir durum olarak değerlendirilmemeli. Daha ziyade süreklilik ve yeniliğin iç içe geçtiği, bir yandan eski ve yapısal sorunların kümülatif olarak derinleştiği (örneğin insan hakları mekanizmalarının biçimselleşme eğilimi), ama diğer yandan da münhasıran yeni bazı gelişmelerin insan hakları konusundaki küresel gerilemeyi hızlandırdığı (örneğin devletlerin teknolojik denetim kapasitesindeki muazzam artış) ve tüm bunların uluslararası konjonktürde yaşanan kritik dönüşümler bağlamında gerçekleştiği bir tablo var karşımızda.
Bu dönüşümler arasında irili ufaklı vekalet savaşlarını, güvenliğin sadece baskın devlet paradigması olmaktan çıkarak neredeyse yegane devlet paradigması haline gelmesini, uluslararası toplumun İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan en kitlesel sığınmacı göçü karşısında hak temelli bir çözüm geliştirmekte taammüden başarısız olmasını ve elbette bunun yarattığı genel sinizmi sayabiliriz.
Öte yandan, insan hakları hareketinin bu tablodaki yerini samimi bir biçimde muhasebe de etmemiz gerekiyor. Diğer bir deyişle, bahsettiğimiz kriz tablosu içinde insan hakları hareketi olarak bizim rolümüzün ne olduğuna, yaptıklarımıza ve yapamadıklarımıza dair eleştirel bir yüzleşmeye ihtiyacımız var.
Uluslararası insan hakları rejimindeki biçimselleşme ve uzmanlaşma/teknisistleşme eğiliminin, en azından bazı yönleriyle, parçası olduğumuz küresel insan hakları hareketine de yansıdığını teslim ederek başlayalım. Bu eğilim kendisini çeşitli biçimlerde gösteriyor.
· sorun alanlarına etkin müdahale mantığının ve ethosunun zayıflaması;
· insan haklarının hukuki ve düzenleyici boyutunun tek taraflı olarak vurgulanması, ama buna karşılık siyasi ve kurucu boyutunun, dönüştürücü ve değer yaratıcı boyutunun ihmal edilmesi.
Bu tabloya ek olarak, Türkiye özelinde ağır siyasal baskı koşullarının yarattığı bir daralmaya da işaret etmek gerek: İnsan hakları hareketi olarak yürüttüğümüz mücadele büyük ölçüde temel sivil ve politik haklar alanına sıkışmış durumda.
Oysa yoksulluktan salgına, doğanın ve yaşam alanlarının talan edilmesinden iş cinayetlerine uzanan çok geniş bir yelpazede yaşanan insan hakları ihlalleri söz konusu. Dolayısıyla insan hakları hareketinin “toplumsal sorunlar” sahasına açılması, buradaki ihlallere müdahil olma yolları araması, bu ihlalleri yaratan yapısal faktörlere ilişkin çalışmalar yapması acil bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor.
Bunu sadece bir “görev” olarak değil, fakat aynı zamanda bir “imkan” olarak görmeliyiz. Örneğin pandemi dönemi birbirinden çok ayrı görünen alanlardaki sorunların aslında nasıl aynı bütünün parçaları olduğunu görünür hale getirdi ve dolayısıyla hak temelli itiraz ve müdahalelerin toplumsallaşması için bir imkan sahası açtı.
Keza toplumsal mücadele alanlarının aynı zamanda “bütünsel yaklaşım” ve “spesifik müdahale” arasında verimli bir denge ve dolayım kurma olanağı sunduğu da unutulmamalı. Her halükarda, insan hakları hareketinin toplumsal sorunlara açılması/yönelmesi konusunda gerekli adımları atamazsak, yukarıdaki kriz tespitinde altını çizdiğimiz “ortaklığın çözülmesi” sürecine karşı etkili bir direnç gösteremeyiz.
Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz kapsamlı kriz ve ağır baskı koşullarında, insan hakları mücadelesinin kendini dönüştürerek yenilemesi, sadece “talepkar” değil aynı zamanda “inşacı” bir hak siyaseti olarak şekillenmesi ve farklı toplumsal mücadeleler arasında hak temelli bir anlayışla köprüler kurabilmesi gerekiyor. Hemen belirtelim ki bu, aynı zamanda, bir tür “hatırlama” demek… İnsan hakları mücadelesinin toplumsal ve siyasal gerçekliğin yeniden inşasında oynadığı kurucu rolü, ezilenlerin deneyimini müşterek yapabilirliklere ve evrensel değerlere tahvil etme kapasitesini geri çağıran bir hatırlama…
Atölye Katılımcıları: Metin Bakkalcı, Murat Çelikkan, Cuma Çiçek, Berivan Korkut, Hüseyin Küçükbalaban, Nadire Mater, Reha Ruhavioğlu, Feray Salman, Yıldız Tar, Coşkun Üsterci, İlknur Üstün, Gülseren Yoleri, Abdullah Zeytun Atölye Mutfağı: Cansu Akbaş, Feride Aksu Tanık, Nermin Biter, Aslı Davas, Lülüfer Körükmez, Hanifi Kurt, Zeynep Özen, Serdar Tekin, Nilgün Toker, Coşkun Üsterci |
Öneriler
· Toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren yoksulluk, pandemi, çevre/iklim, kentleşme, kalkınma gibi sorun alanlarına hak temelli bir perspektifle müdahil olmaya yönelik fikri ve kurumsal/örgütsel hazırlık çalışmalarının yapılması.
· “Hak siyaseti”nin devlete seslenen “talepkar” bir perspektif yanısıra (ama şüphesiz, talep etme görevini ihmal etmeksizin) esas olarak topluma seslenen “inşacı” bir perspektifle kurgulanması ve yürütülmesi.
· İnsan hakları hareketinin yerel ve spesifik hak mücadeleleriyle temasının arttırılması, böylece farklı toplumsal hareketler arasında hak temelli bir “ortak duyu” ve “ortak akıl” inşasının hedeflenmesi.
· Yöntemsel düzlemdeki mevcut sınırlılıklarımızın aşılabilmesi için, bir yandan yeni kuşakları ve yeni duyarlılıkları daha iyi anlamaya, yeni iletişim teknolojilerini daha iyi kullanmaya yönelik çalışmaların yapılması; fakat diğer yandan da yüz yüze teması, bilfiil sahada sorunun özneleriyle birlikte çalışmayı, yani “pratiğin içinden örgütlenmeyi” öngören eski/geleneksel usullerin ciddiyetle yeniden hatırlanması.
· İnsan hakları hareketinin kendini topluma takdim ederken, sadece devlet şiddetinin ve ihlallerin hikayesini değil, aynı zamanda başarı ve değer yaratma öykülerini ön planda tutması. (APK/KU)
Krizi birlikte aşmak: Kısıtlılıklar ve imkanlar/ TİHV Atölye
İnsan Hakları Krizi ve Savunucuların Yaşadıkları Sorunlar/ 1
Ulusal ve Uluslararası İnsan Hakları Hareketinin Krizine Yanıtlar/ 2
Güvenlikleştirme ve Siyasal Alanın Daralması/ 3
İnsan Hakları Hareketi ve Medya/ 4