12 Eylül darbesiyle binlerce insan cezaevine atıldı, sokakta infaz edildi, kitle örgütleri ve siyasi partiler kapatıldı, işkence ayyuka çıkarken idamlar da peşi sıra geldi...
İnsan Hakları Derneği (İHD), böyle bir dönemde "insan hakları" kavramının bile henüz dolaşıma girmediği bir ortamda; tüm bu hukuksuzluklara karşı mücadele veren yazarlar, gazeteciler, doktorlar, avukatlar, mimarlar, mühendisler ile tutuklu ve hükümlü yakınlarından oluşan 98 insan hakları savunucusunun bir araya gelmesiyle 17 Temmuz 1986'da kuruldu.
O günden beri hakları ihlal edilenlerin yanında duran dernek, şimdi Türkiye genelindeki 41 şubesindeki 16 bin üyesiyle haksızlıklara karşı mücadele veriyor.
İHD'nin internet sitesinde açıkladığı ilkelerden bazıları şöyle:
* Devletlerden, hükümetlerden ve siyasi partilerden bağımsız bir örgüttür.
* Irk, dil, din, renk, cinsiyet, siyasi görüş ve benzeri nedenlerle yapılan her türlü ayrımcılığa karşı mücadele eder
* Her koşulda ve dünyanın her yerinde ölüm cezasına karşıdır.
* Her yerde ve her koşulda, kime yapılırsa yapılsın işkenceye karşı çıkar.
* Her zaman ve her koşulda savaşa ve militarizme karşıdır; barış hakkını savunur.
* İfade özgürlüğünü koşulsuz ve sınırsız olarak savunur.
* Ezilen birey, cins, sınıf, halkın/ulusun hakları için mücadele eder.
"Başlangıçta iki dönem Genel Başkan Yardımcılığı'nı yürüttüm. Genel Başkan Nevzat Helvacı, Genel Sekter de Akın Birdal'dı. İstanbul şubede de Genel Sekreterlik yaptım. Tüm mesaimizi derneğe ayırdık çok uzun bir dönem. Birkaç yıl sonra kurulan Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın da kurucularındanım."
Bu sözlerin sahibi, 86 yaşındaki Leman Fırtına'yla İHD'nin kuruluşunu, verdikleri hak mücadelesini ve Türkiye'de insan haklarının dünü ve bugününü konuştuk.
"Siz devlet misiniz?"
İHD hangi koşullarda kuruldu?
12 Eylül darbesi sonrası tutuklamalar ve cezaevlerindeki hukuksuzluklara karşı ailelerle mücadelemizi sürdürüyorduk. Bunu daha farklı bir boyuta taşıyarak daha etkin hale getirmek için birlikte hareket etmemiz gerektiğini düşündük.
Dernek kurma fikri böyle oluştu. Yalnız tutuklu ve hükümlü aileleriyle değil, doktorlarla, avukatlarla, aydınlarla, buna gönül veren herkesle birlikte çıktık bu yolculuğa.
İstanbul'da, Ankara'da uzun toplantılar yaptık, böylece ilk tüzüğümüz ortaya çıktı. Sunduğumuz ilk tüzük kabul edilmedi, "Aşırı" bulundu, "Bu kadar işin altından siz kalkamazsınız, devlet misiniz?" diyerek geri çevrildik.
Bu aşamaya gelmemiz bile o dönemde kolay olmadı. Türkiye'de daha önce "insan hakları" adı altında böyle bir mücadele yoktu.
17 Temmuz 1986'da Ankara'daki müracaatımız kabul edildi, resmen kurulmuş olduk. İlk aşamada İstanbul, Adana, Mersin şubeleri kuruldu.
Avrupa'dan da çok destek almıştık, insan hakları savunucuları sık sık Türkiye'ye gelerek bize destek oldular. İHD Avrupa'da da meşruiyeti olan, tanınan bir örgüttü.
Kurulur kurulmaz da baskılar başladı...
Kuruluştan hemen sonra Kadıköy Yoğurtçu Parkı'nda bir eylem yapmak istedik. Başvurumuz kabul edildi ancak afişleme yaparken bile gözaltına alındık, çok baskı gördük. Bu yasal eylem gerekçe gösterilerek İHD Genel Merkez mensuplarına dava açıldı. İdamlara karşı imza toplarken de birçok kez gözaltına alındık, rutin bir uygulama haline dönüşmüştü.
Başlangıçta haftanın 2-3 günü mahkeme salonundaydım. Yaptığımız en ufak şey dava konusu oluyordu. Bir basın açıklaması yapmamız bile İHD yönetimi olarak topluca dava edilmemize yetiyordu.
"Kürtçe konuşmak büyük suçtu"
Ne tür başvurular geldi size o dönem, en çok hangi bölgelerde ve ne tür hak ihlallerine yoğunlaştınız?
Her bölgeden başvuru geliyordu ama daha çok üniversite öğrencileriyle Kürt illerinden başvuru geliyordu. Doğu ve Güneydoğu bölgesine sık sık gidiyorduk, olup bitenlerin hepsi gözümüzün önünde yaşandı.
1992'deki kanlı Newroz'da üyelerimizle oradaydık. 5 Temmuz 1991'de Diyarbakır'da öldürülen Vedat Aydın'ın cenazesinde insanların üzerine ateş açıldığına tanık oldum.
Aydın, Kürtçe konuştuğu için Ankara'da yargılanırken de duruşmayı takip etmiştik. İnsanların Kürtçe konuştuğu için bile tutuklandığına, yargılandığına şahit olduk.
Eskiden Kürt illerinde her şey suçtu. Köyden sebze satmak için kente gelmeye çalışanlar yolda taranıyordu, ormanlar yakılıyordu. Herkes korkuyordu.
O dönem tüm cezaevlerini dolaştım, ilaç dağıtmak için. Diyarbakır Cezaevi korkunçtu. Buradan yalnızca havalandırmadaki kadınlarla görüşme izni verilmişti, durumları çok kötüydü. Dört genç baskıları protesto etmek için kendini yaktı orada...
Bu mücadelede kaybettiğiniz yol arkadaşlarınız da oldu...
1 Eylül 1987'de TBMM açılışına denk gelen Dünya Barış Günü'nde aileler olarak birer dilekçe yazıp barış istemeye, çocuklarımızın daha iyi koşullarda yaşaması için talepte bulunmaya gittik.
Ankara girişinde önümüzü çevirdiler, coplandık, gençler gözaltına alındı. Meclis önünde de arkadaşımız Dida Şensoy'u kalp krizinden kaybettik. Bu yolculukta bize çok eziyet çektirdiler, Eskişehir'de konaklamamızı bile engellemeye çalıştılar.
"Baskının şekli değişti kendisi sürüyor"
O döneme, baskılara, 12 Mart ve 12 Eylül darbesine, Kürt illerinde olup bitenlere tanıksınız. Neler değişti o günden bu yana? Türkiye'nin şimdiki durumunu insan hakları açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Şimdi de 12 Eylül darbesini aratacak şeyler yaşanıyor. Önüne geleni gözaltına alıyorlar, tutukluyorlar, konuşma özgürlüğü yok. Özgürlük propagandasıyla gelen iktidar özgürlüğü yok etti. İnsanlar konuşmaya korkuyor.
Her darbenin sonunda baskı vardı, şimdi de baskı var. Baskının şekli değişti ama aynı baskı sürüyor. (AS)