Artık sadece televizyonu açıp yaratılan bir gerçekliğin içine girerek “verilen” gerçeklikten kaçmıyoruz, sanal ortamda yarattığımız personalarla kendi “yeni” gerçekliklerimizi oluşturuyoruz. İzleyici koltuğundan oyuncu koltuğuna geçiş yaptık çoktan. Sanal dünya artık çevrimdışı dünyada var olamayanların dünyası değil, herkes her iki dünyada da var olmak zorunda çünkü benlikler de gerçeklikler de iç içe geçmiş durumda.
Var olmanın dayanılmaz ağırlığı: “Yapabilme” zorunluluğu
Sanal dünya, özellikle post-modern dijital çağda, insanın toplum içinde var olabilmesinin ana koşulu olan “yapabilme”sine olanak sağlar. İnsan, yapabildikleri kadar vardır. Ne kadar çok yapabiliyorsa o kadar değerlidir. Yaptığının ne olduğu veya niteliği, hangi grup içerisinde var olmaya çalıştığına veya değer görmeye çalıştığına göre değişir. Bu durum muhafazakar ve dini çevrelerde var olmak isteyen biri için kandil veya dua paylaşımları iken, muhalif bir çevrede değer görmek isteyen biri için hükümet karşıtı paylaşımlar olabilir.
Kısacası, içeriğinden ve niteliğinden bağımsız olarak her birimizin yaptığı benliğimizin tekrar üretimidir. Ancak, tüm bu yeniden üretimlerde benliği geliştirme veya değiştirme amacı yoktur. Tek amaç, diğerlerine ne kadar yapabildiğini göstermektir. Mesleklerin kimlik haline gelmesi, görüşlerin benliğin tamamını kaplaması da bu yüzdendir. Benlik meslek üzerinden sürekli yeniden üretildiğinde başka bir kimlik oluşumunun da önüne geçer. Bu durum ilk bakışta normal veya olması gereken gibi görünebilir. Ancak, insanın tek bir kimliği yoktur, benlik birçok kimliğin bir araya gelerek oluşturduğu bir olgudur ve hayat boyu (hatta günlük yaşam içerisinde) sürekli kimlikler arasında geçiş yapılır. Bir insanın kadın, anne, eş, arkadaş, mühendis gibi birçok farklı kimliği vardır.
Tajfel sosyal kimliğin (bu yazıdaki anlamıyla ise kimliğin), benliğin bir parçası olduğunu söyler ve sosyal kimliğin ait olunan grup veya gruplara ilişkin bilgimizden, buna yüklediğimiz değerden kaynaklandığını belirtir. Teknolojik, kültürel ve ekonomik olarak dünyanın geldiği noktada gerçekliği (ve benliği) yeniden yaratmak için sınırsız imkanlarımız var. En basit hali ile, sosyal medyada oluşturduğumuz bir kimliği çevrimdışı dünyada oluşturmak ne kadar mümkün? Yüzbinlerce takipçisi olan bir hesabınız olduğunda tek bir paylaşımınızı anında on binlerce insan görür, yorum yapar, beğenir veya yeniden paylaşır. Aynı büyüklükte bir kitleye çevrimdışı dünyada ulaşabilmeniz için stadyum konseri veren bir Rock yıldızı olmanız gerekir. Bunun olasılığı (veya bu şansa/koşullara sahip olma ihtimali) kim bilir kaç milyonda birdir…
Dijital çağ, bilginin dolaşımını ve ulaşılabilirliğini, insanların seslerini ve taleplerini duyurabilmelerini gözle görülür biçimde kolaylaştırdı. Bu yadsınamaz bir gerçek. Evinin odasında beste yapan birinin “keşfedilebilmesini” de sağladı, dünyanın bir ucunda haksızlığa uğrayanın adalet talebini görünür kılmasını da. Ancak, bu çağın buzdağının altına sakladığı gerçeklik bunun çok daha ötesinde. Var olabilmenin tek koşulu herhangi bir şeyi, herhangi bir şekilde yapmak olunca linç kültürünün, iftiraların, yalanların ve tüm bu personaların ortaya çıkması elbette kaçınılmaz. Çünkü, bu 'yapma' zorunluluğu beraberinde ben-odaklılığı getirir. BEN yaptım ve BEN varım. “Ben”in neye veya kime rağmen oluştuğunun ise bir önemi kalmaz.
Tüketen 'ben'
Ben-odaklı benlik ile kapitalizm arasında yakın bir ilişki vardır, hatta korelasyonel ilişki diyebiliriz buna. Neden-sonuç ilişkisi kurmak şu an pek mümkün olmasa da ben-odaklı kimliğin kapitalizmin işine geldiği ortadadır. Çok basit bir mantıkla, kapitalizmin, can damarı olan tüketim toplumunu devam ettirmek için “ihtiyaç” kavramını yeniden düzenlemesi gerekiyordu. Çünkü insanların yalnızca hayatta kalmak için ihtiyacı olanları tüketmesi pazar ekonomisini çökertir. Bu yüzden ihtiyaçlar ve istekler yeniden şekillendirildi, mutluluk ve huzur sahip olunanlarla (yani özel mülkiyetle) yeniden tanımlandı. Ne kadar değerli olduğumuz sahip olduklarımızla ölçülür hale geldi. Görene kadar ihtiyacı olduğunu bilmediği ürünlere sahip olabilmek için borçlanan toplumlar yaratıldı. Bu öyle bir incelikle yapıldı ki herkes kendi özgür iradesi ve isteği ile bu kararları verdiğine inandı. Böylece, yepyeni bir tüketim kültürü oluşmuş oldu.
Peki, ben-odaklı benliğin tüketim kültürüne katkısı ne? Tüketim kültürünün yarattığı yegâne şey sahip olunanlara atfedilen değerdir. Yani, “ben”im sahip olduklarım. “Ben”i merkeze almayan bir anlayış kapitalizmin arzuladığı insan tipini oluşturamaz. Çünkü toplumu veya insanlığı veya yaşamı merkeze alan kişi, o ürünün üretiminde harcanan kaynakları, emek sömürüsünü, artı değeri veya dünyanın %1’i zenginken hala açlıktan ölen çocukları düşünür. Merkezde bunlar vardır.
Yönünü yitirmek
Ben-odaklı benliğin tek bir altın amacı vardır: Ne kadar çok yapabildiğini herkese göstermek. Ne kadar çok bildiğini, ne kadar yetenekli olduğunu, ne kadar duyarlı olduğunu veya ne kadar ideolojisine bağlı olduğunu. Çünkü tüm bunlar onun ne kadar değerli olduğunun ölçütüdür (Yazının başından hatırlayalım: Yapmak=Değerli Olmak). Bu durumda, sanal dünyadaki paylaşımlarda (video, metin, içerik vs.) tek önemli olan alınan reaksiyondur, niteliğin hiçbir önemi yoktur.
Tüm bunları düşününce “alkışlarla yaşıyorum” toplumunun oluşması kaçınılmaz değil mi? Veya benliğin yalnızca alkış alacak biçimde yeniden üretilmesi? Veya yönünü yitirmiş bir toplum... Sosyal medyadaki takipçi sayıları dijital dünyanın özel mülkiyetidir artık. Ancak, ben-odaklı benlik bunların yalnızca zilyedidir, malik ise her zaman kapitalist sistemin kendisidir.
(DAB/Mİ)