Sürekli okuyanlar biliyor. “Yol’cu”nun yolculuğundan yola çıkarken yazdığım bu yazılarda “yerlerden, mekanlardan, olaylardan, insanlardan, kurumlardan” söz ediyorum.
Bu yazı yılın son yazısı. Bu yıl bitmeden size bir “kurum”dan söz etmek istiyorum. Çünkü 2007 o kurumun 45. yılını geride bıraktığı bir yıldı.
Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan söz ediyorum. Bir “özel tiyatro” olarak, tiyatro geçmişimizin en önemli ve değerli kurumlarından birisinden söz ediyorum. Bir anlamda şimdiden “tarih” olmuş bir yapıdan.
* * *
Bu dönem sık sık Ankara’da oldum. Her defasında kafamda “bu kez bir oyununu izleyeyim” düşüncesi olurdu. Çoğunda olmadı; yalnız birinde onlarla buluşabilmeyi başardım bu yıl.
“Belalı Aile” adlı oyunlarının son temsiliydi o cuma gecesi izlediğim oyun.
İzmir Caddesi’ndeki Ankara Sanat Tiyatrosu’nun merdivenlerinden aşağıya inip fuayesine girdiğimde, eski dostlarla karşılaşmış gibi oldum. Herkes oradaydı. Bir dönem İstanbul Şehir Tiyatroları da Harbiye’de aynısını yapmıştı. Sarıyer’deki belediyeye ait tiyatro salonunun merdivenleri ve boş olan her duvarlarında da aynısı vardı. Tüm tiyatrocularımızın resimleri. Onlar şimdi aramızda olmasalar da “kendi” mekanlarında duruyorlar hep “oraları” bekliyorlardı.
Şimdi yıkılmasına karar verilmiş olan Harbiye Şehir Tiyatrosu biraz da onların yok olması demek değil mi?
Ben o sahnede Münir Özkul’u izlemiştim. Onun tiyatroya dair meşhur “tiradı” orada birinci elden dinlemiştim.
Birileri “rant” adına o replikleri oradan söküp çıkarmaya çalışsa da o tiratta söylenen sözler hâlâ oradalar. Hâlâ duruyorlar, Onları oradan çıkarmak mümkün mü? Değil! Çıkmıyor da zaten!.
İşte AST da aynısını yapıyor: “Zaman”a değil, “rant”a, “tüketim” kültürüne, “reklam”a ve “medya”ya direniyor. 45 yıldır orada ve daha nice yıllar orada duracak. Çünkü izlediğim o oyundaki o genç insanların gözlerinde bu istek, bu direnç, bu inat var!
* * *
Girer girmez her zaman olduğu gibi, yine bir tür “sahiplenme” ya da “aidiyet” duygusunu yaşadım iliklerime kadar. Sanki burası bu mekan benimdi; bana aitti. İsterseniz şöyle deyin: Ya da “ben” ona aittim.
Eminim pek çok insan benzer duyguları yaşıyordur. Yoo, hayır kınamayın bizi. “ne oluyor, siz kimsiniz” demeyin! Öyleydi gerçekte de! Öyledir de.
Çünkü kurumlar onların varoluş nedeni olan insanların, onlardan yararlananlarındır.
O kurumların sahipleri, yöneticileri, çalışanları kadar o kurumlardan hizmet alanlar, orada bir işini görenler, ondan bir şekilde bir şey öğrenenlerindir bana göre.
Ben bu yaşıma kadar hep böyle düşündüm. Belki “geri”liğim, “arkaik”liğim, hatta moda deyişle söyleyeyim “çağdışı”lığım, “uyumsuzluğum” da bundan.
Bunu şimdinin “yöneticileri”, “iktidar” sahipleri, “işlerin başında olanlar ve karar alanlar” anlamıyorlar.
Onun için “özelleştirmek”, “satmak”, “yıkmak”, “yok etmek”, “değiştirmek” onlara bir “oyun” gibi geliyor.
Onun için; hepimiz için ve hepimiz adına mülkiyet tescili devlete ait olan, yani “tapusu devlette bulunan” her şeyi satabiliyorlar.
Çünkü onlar kendilerini bir şeylere bir yerlere ait hissetmiyorlar.
Dahası onları da kendilerini saymıyorlar.
* * *
Okullarınızı düşünün; onlar sizindir. Ne devletin, ne öğretmenlerindir.
Onlar oradan gelir geçerler ama oraları hep sizin olur, sizin kalır yaşamınızın sonuna kadar.
Hizmet aldığınız sağlık ocakları, hastaneler de sizindir.
Hatta sahibi kim olursa olsun, köşedeki bakkal, okuduğunuz gazete “sizin”dir.
İşte AST da benim için öyledir. Sevgili Rutkay Aziz belki kızacak bu sözlerime ama öyledir.
* * *
Yıl 1978-79. İstanbul’a kış bitmeden turneye gelmiş AST bir oyun için. Oyununu yine onlar kadar gibi kurum olmuş bir yerde, “Kenterler Tiyatrosu”nda oynayacaklar. Oyunun sahnesini yerleştirmişler, bir sonraki oyunlarına çalışıyorlar, fuayeye attıkları masada. Ziyaretlerine gidiyoruz, “İstanbul Üniversitesi Tiyatro Topluluğu” üyeleri olarak. ,
“Biz geldik” diyoruz. “Sizleri ziyaret etmek ve hoş geldiniz” demek istiyoruz diyoruz.
Çok ünlü oyuncularla birlikte “Metin Balay” da var aralarında. Henüz 19-20 yaşlarında. Onunla iyi anlaşıyoruz. İyi ve parlak bir öğrenci. ODTÜ’nün “fen puanı”yla girilen güzel yerlerinden birisine girmiş. Ama “tiyatroya sevdalı”. O yıl vazgeçip Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Tiyatro bölümüne kaydını yaptırmış. Yandan biraz “Brecht”e benziyor. En gözde tiyatrocu Brecht. Ona benzemek ise çok daha önemli. Tiyatrodan söz ediyoruz, uzun uzun. Sonra akşamında oyunlarını izliyoruz.
Orada başlayan muhabbetimiz yazın başında ODTÜ Tiyatro Şenliği’nde de sürüyor. Onlar orada çalıştıkları oyunu oynuyorlar. Biz de kendi yazdığımız “Kurşun Zehirlenmesi” adlı oyunu.
Bizim oyunun sahnesinin tepesindeki “Bu işyerinde grev vardır” pankartına takılmışlar. “Devrimci, tiyatroyu”, “Politik tiyatroyu”, “Ajitprop Tiyatroyu”, “Sokak Tiyatrosu”nu tartışıyoruz sabahlardan akşama kadar, AST’ın gençlik ekibini üyeleri, oyuncu arkadaşlarımızla.
* * *
İşte böyle bir kurum AST. 45 yıldır önce varolmayı başararak, asıl işleri olan tiyatrodan ve sanattan ödün vermeden, doğruları söylemeyi, yanlışlara yanlış demeyi sürdürüyor.
Benim adıma da, benim için de yapıyor. Bunu yaparken izleyicisi dışında kimseye “eyvallah” etmiyor. Onu var edenler bir çok ödünler veriyorlar bu dönemde bunu biliyorum. Ama her şeye karşın onlar yani bizler, izleyiciler, onu destekleyenler olmasaydı bence “var” olamazdı.
Tiyatronun yönetmeni Rutkay Aziz AST’in sitesinde 45 yıla dair yazarken “Dahası ‘ben’, ‘bizi’ anlatmakta zorlanıyorum” diyor. Bence bu yüzden. Sonra şu saptamaları yapıyor ve geleceği şöyle tanımlıyor Aziz:
“Ve sanki insanlık çığırından çıktı! Saldırgan, barbar, sömürücü güçler, doymak bilmez bir açgözlülükle yeni bir dünya haritasını çizmenin peşindeler. Küresel ısınma tehditlerinin boyutu dehşet verici biçimde gözlenirken, paylaşmacı saldırganlar açıkça adını petrol ya da su savaşı olarak koymasalar da kan emici rüzgarlarını güzelim halklar üzerinde büyük bir iştahla estiriyorlar.
Fırtına esecek günleri, umutla beklemek de bizlere düşüyor.İnsanoğlunda ölen en son şeyin umut olduğunu bilerek ve üstelik salt umutla ve beklemekle yarınların da gelmeyeceğini bilerek…”
Sonra Radikal’le yaptığı söyleşiyle “Tilbe Saran”ın dediği gibi, ya da ancak öldüğünde manşetlere taşınan “Savaş Dinçel”in dramındaki gibi “yalnız kalmaktan” yakınıyor Rutkay Aziz ve açıkça söylemekten çekinmiyor benim o akşam yarısına kadar bile dolu olmayan salonda hissettiklerimi:
“Kimi zaman yalnızlığın derin acısını duyuyoruz. İçimizi hüzün sarıyor, kimi oyunlar ise , kimi zaman hak ettiği alkışlardan yoksun kaldığı için, oyun size küsüyor, biz oyuna…”
* * *
Sanatı ve sanatçıyı “küstürmemek” gerekiyor. Hele “tiyatroyu ve tiyatrocuyu” asla. Çünkü onlar “toplum” olmanın da “birey” olmanın da “garantisi”. Aynı zamanda da “sigortası”. O sigortalar attığında ne birey kalıyor, ne de toplum.Bunu herkesin bilmediği açık. Yaşadıklarımızdan bu sonucu çıkarmak çok kolay. Şöyle bir çevreye ve olan bitene bakmak yeterli.
O nedenle Coline Serreau’nun yazdığı “Belalı Aile”de oynayan, çoğu ilk kez izlediğim, o “AST”lıların oynarken sergiledikleri “güzelliğe” ve az sayıda seyircinin alkışlarına karşılık verirken gösterdikleri “içtenliğe” burada bir kez daha teşekkür ediyorum.
Sonra da sözlerimi onun sözleriyle bağlıyorum:
“Ama sahnenin bitmez tükenmez sınır taşımaz uğraşı yine onurlu, soylu biçimde sürmeye devam ediyor. Yere göğe koyamadığımız değerler alt üst olurken, değişim ve yenilenme adına akıl almaz pespaye yaklaşımların baş tacı edilip, her şeyi alkışlayanlar her şeye kahkaha atanlar topluluğunun işgali altında günü gün etme, benden sonrası tufan anlayışının egemenliğinde, biz kendimizi değişmezliğin hücrelerine mi tıkadık acaba? Hayır. Sanmıyoruz. Ötesi, inatla inanmıyoruz.”
Ben de inanmıyorum, ama sizlerin de inanmamanızı istiyorum. Çünkü AST’lar öyle kolay kolay ortaya çıkıp, kolay kolay 45 yılı geride bırakmıyor. (MS/TK)