“1964 Sürgünü: Türk toplumunun homojenleşmesinde dönüm noktası” başlıklı uluslararası konferans 30-31 Ekim 2014’te, Bilgi Üniversitesi’nde düzenlendi. İki günlük konferans boyunca Türkiye’den, Yunanistan’dan ve Kıbrıs’dan katılan araştırmacılar ve akademisyenler tebliğlerini sundu.
Panelin ilk günü, Cengiz Aktar’ın moderatörlüğündeki üçüncü bölümde, Elçin Macar ve Yorgos Katsanos “İmroz’dan Gökçeada’ya Giderken: 1964’de Ne Oldu?” başlıklı tebliği sundu.
Elçin Macar’ın verdiği bilgiye göre, tebliğin temel iddiası “1960 darbesi ile Demokrat Parti (DP) dönemindeki görece yumuşak azınlık politikasının sona erdiği, artık yeni bir evreye geçildiği ve İmroz özelinde bu politikanın izlenebildiği; 1964’de İstanbul’daki Yunan uyruklu Rumlara uygulanan yaptırımlardan hem önce hem de eş zamanlı olarak İmroz’da da benzer bir politika uygulandığı”ydı.
Tebliğin başlıca kaynaklarını Yunan Dışişleri Arşivi, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi ve dönemin basını oluşturuyor.
Lozan Anlaşması ve 1151 no’lu kanun
Macar’ın konuşmanın başında belirttiği gibi 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Barış Anlaşması’nın 14. maddesinin ilk paragrafı şöyledir:
“Türk egemenliği altında kalan İmroz Adası ile Bozcaada yerel yönetim ile can ve mal güvenliği bakımından Müslüman olmayan yerel halka gerekli bütün güvenceyi sağlayan yerel unsurlardan kurulu bir özerk yönetim örgütünden yararlanacaktır.
“Bu adalarda düzenin kurulması yukarıda öngörülen yerel yönetim örgütünün aracılığı ile yerli halktan seçilmiş ve bu örgütün emrinde bulunan bir polis örgütüyle sağlanacaktır.”
Macar konuşmasının devamında 1927’de 1151 no’lu İmroz ve Bozcaada kazalarının mahalli idareleri hakkında yayınlanan kanuna değindi. Kanun Lozan’ın 14. maddesine uygun görünüyordu ancak Macar’ın altını çizdiği üzere 3. maddesine göre 10 kişilik Nahiye Meclisine gerek seçmek gerekse seçilmek, anayasanın milletvekili seçilmesi için gerekli koşulları sağlamasıyla mümkün olabilecekti. Macar adalılar için bu koşullardaki en büyük engelin Türkçe okuma yazma bilmek olduğunu belirtti.
Macar kanunun 14. maddesi ile 1923’den itibaren, fiilen uygulanmakta olan okullardaki Türkçe tedrisatın resmileştirildiğini de belirtti. 15. maddeye göre ise memur ve müstahdemlerin ada ahalisinden gerekli vasıflara sahip kişiler bulunamadığı takdirde diğer ada ahalisinden, orada da bulunamaması halinde Türkiye’nin diğer bölgelerinden sağlanması öngörülmüştü.
16. maddeye göre ise kolluk kuvveti adalılardan oluşacaktı ancak bunların Jandarma Nizamnamesi’ndeki koşullara sahip olması gerekiyordu. Macar, maddelerin getirdiği koşullardan da anlaşılacağı üzere Lozan’ın 14. maddesinde öngörülen özerk bir yönetimin fiilen önüne geçilmiş olduğunu anlattı.
27 Mayıs 1960’ın ardından
Elçin Macar 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından çok partili yaşamda oy kaygısı ile azınlıklar ile iyi geçinme zorunluluğuna dayanan politikanın İmroz adasına kaymakam olarak atanan Şeraffettin Türkmen döneminde tamamen değiştini söyledi. Adadaki ılımlı havanın bu dönemde değişmesine örnek olarak yeni kaymakamın Paskalya’daki ayinlerde kiliseden dışarı çıkmayı yasaklaması ve ilgili emri uygulamayan metropolite dava açması gösterilebilir.
Kıbrıs krizi ve 35 sayılı karar
Tebliğ’de altı çizilen bir nokta da 1964 yılında Kıbrıs krizinin tekrar Türkiye kamuoyunu meşgul etmeye başlaması ile bu dönemde İmroz ve Bozcaada Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) gündemine girmesiydi.
MGK kararları gizli olduğu için ulaşılamayan kararlardı. Ancak özellikle dönemin basınında yer aldığı bilinen ve Yunan kaynaklarında “eritme programı” olarak anılan 27 Mart 1964 tarihli, 35 sayılı bu kararları Macar konuşmasında şu şekilde özetledi:
* Adaların kadastrosunun yapılması
* Kültürlü ve yüksek tahsilli bir müftü tayini
* Modern bir camii inşaatı
* Açık tarım cezaevi tesisi
* Devlet üretme çiftliği kurulması
* Yatılı ilköğretmen okulu inşaası
* Jandarma er eğitim taburunun İmroz’a nakli
İmroz’u karalama kampanyaları
Yukarıda bahsedilen kararların uygulanması aşamasında kamuoyunun da hazırlanması gerekiyordu.
Dönemin gazetelerinden örnekler şöyle: Bir gazete İmroz’dan “Türk’tür burası ama Türk kokmaz, ezan sesleri yerine çan sesleri duyarsınız, sanki Türkiye’den ayrı meçhul bir diyardır” şeklinde bahsederken bir diğeri “Yunanistan’ın adaları ele geçirmek istediğinden, Rumların mülk edinmelerinin arttığından, adadaki Rumların yeraltı faaliyetinde bulunduğundan” bahsediyordu.
Basındaki bu karalama kampanyalarına örnek olarak İstanbul’da bir yayınevinde 50 bin adet bastırılarak okullara dağıtılmış Türkiye haritasında İmroz ve Bozcaada’nın ülke sınırları dışında bırakılması da örnek olarak gösterilebilir.
Rumca tedrisat sona eriyor
Macar konuşmasının devamında adadaki Yunan uyruklu Rumlara uygulanan yaptırımlara bir başka örnek olarak Menderes hükümeti döneminde serbest olan tedrisatın Türkçe olması maddesinin yürürlükten kaldırılmasını, MGK kararlarının yürürlüğe girmesi ile de adalarda Rumca tedrisata geçilmesini gösterdi. Bunun sonucu olarak adada altı Rum ilkokulu ve merkez ortaokulu kapatıldı, okullar devletin eline geçti ve Rum ortaokulu 1966 yılında Gökçeada yetiştirme yurduna çevrildi.
Bu süreçte Yunanistan Hükümeti bu durumu Lozan’ın 40. maddesinde yer alan “dinin serbestçe uygulama, dilini serbestçe kullanabilme, 14. maddenin de ihlali” olarak ilan etti.
1965 yılına geldiğimizde ise havanın görece sakinleştiğine tanık oluyoruz; Macar’ın belirttiği gibi buradaki kayda değer önemdeki kararname ise adadaki yer isimlerinin Türkçeleştirilmesiydi.
Açık cezaevi ve zorunlu göçler
Elçin Macar konuşmasının devamında MGK kararları içerisinde yer alan cezaevi meselesinin de 1966’da gündeme geldiğini hatırlattı. Bu cezaevi 30 bin dönümlük bir alanı kaplayacaktı, tam açık bir cezaevi hüviyetinde olacaktı, cezaevinde hiçbir jandarma bulunmayacak ve yalnız savcılar tarafından yönetilecekti.
Cezaevi yapılması kararının ardından altı ay içerisinde 1600 Dereköy sakininin 300’den fazlası İstanbul’a ve Avustralya’ya göç etti.
“Bizi kurtarın, bizi kurtarın”
Adada cezaevi mahkumlarının Rumların evlerine girdiği, mallarını çaldığı, kadınlara tecavüz edildiği şeklinde haberlerin duyulması üzerine İstanbul Başkonsolosu Karandreas hükümetten aldığı izinle 6-11 Haziran 1966 tarihleri arasında iki adayı dolaştı.
Yunan Dışişleri Bakanlığı’na yazılan metin şöyleydi: “Dereköy’de cemaat komitesinin başkanı, papazlar ve iki senedir işsiz olan öğretmenler bıçaklı olarak dolaşan mahkumların yüzünden artık köylerinde yaşamanın imkansız olduğunun altını çizdi.
“Hiçbir kadının evin dışında dolaşması mümkün değil, erkekler kadınları ve çocukları korumak için gece gündüz nöbet tutuyor. Sakinler Yunan hükümetine mübadele olsun dediklerini iletmemi istediler.
“Köyden ayrılırken ‘bizi kurtarın, bizi kurtarın diye’ bağırdılar.”
Başkonsolos hiç ilgi görmediği Bozcadaa için ise şunları not etmişti. “Limandan ayrılırken iki Bozcaadalı yanıma yaklaşarak kısık sesle Bozcaadalıların korkudan beni sıcak karşılayamadıklarını söyledi.”
Adanın istimlakı ile gelen büyük çaresizlik
Macar 1964’den itibaren bir iki yıl içinde İmroz’un üç büyük ovasının istimlak edilmiş olduğunu belirtti. Cezaevinin yanısıra devlet üretme çiftliği kurulmuştu. Topraklarının büyük kısmı ellerinden alınan Rumlar geçinebilmek için hayvancılığa ağırlık vermişlerdi. Bunun üzerine Dereköy içindeki bazı alanlarda ağaçlandırma yapıld ve hayvan sokulması yasaklandı.
Basının kışkırtması
Basının karalama kampanyası bu dönemde yine devreye girdi: “İmroz ve Bozcaada’da Rumlar silahlanıyordu”, “Zaten Yunanistan bu iki adayı talep etmekteydi”, “Yakın zamana kadar Rumlar İmroz’u kaçakçılık merkezi yapmışlardı”, “Rumlar İmroz adasını ikinci bir Kıbrıs yapmaya çalışıyorlardı”. Basında Batı Trakya’daki baskıya değiniliyor Türkiye’nin kozları hatırlatılıyordu.
Macar ayrıca dönem incelemesinde, İmroz’a yönelik politikayı açıkça destekleyen basının, oy kaygısıyla güvenliğin gereklerini yerine getirmeyen DP dönemini basiretsiz politikacılıkla suçladığının görüldüğünü belirtti.
5487’den 200’e düşürülen nüfus
İmrozlu Rumları göçe zorlayan nedenlerin başında temel geçim kaynaklarının tarım olması ve topraklarının istimlak edilmesi geliyordu. Diğer neden ise Rumca tedrisatın yasaklanmasıydı.
Macar ve Kotsanos’un konuşmasını Macar’ın ağzından sonlandırabiliriz:
“Mülkiyetini görece daha kolay terk eden şehirlilere göre köylülerin toprakla ilişkisi daha güçlüydü. Ahlaki değerler ve geçmişe dayanan patrimonyal değerler belirliyordu bunu.
“Dolayısıyla en verimli topraklarının kamulaştırılması köylülerin sadece yaşam vasıtasına değil ata topraklarına ve geçmişine el konulması anlamına geliyordu.
“27 Mayıs’ta uygulanmaya başlanan politika amacına ulaşmış, başta İstanbul olmak üzere Yunanistan’a, Avustralya’ya ve madenlerde çalışmak amacıyla Afrika’ya yoğun bir göç yaşanmıştır. Bu politika günümüzde sadece Gökçeada’da 200 kadar yaşlı bir nüfusun kalmasına yol açmıştır.” (ÖK/YY)