Türkiye’de 2024 sonbaharından bu yana yaşanan gelişmeler, hem siyasal alanın aktörleri hem de toplumsal belleğin taşıyıcıları açısından alışılmadık bir süreci gündeme taşıdı. Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli perspektif mektubu, yalnızca PKK'nin kurumsal geleceğine değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısal dönüşüm sürecine de ışık tutan bir belgeye dönüştü.
5–7 Mayıs tarihlerinde düzenlenen 12. Kongre’de PKK’nin kendini feshetmesiyle birlikte, bu metin etrafında şekillenen tartışmalar derinleşti. Bu söyleşide, tarihsel süreklilik ile güncel dönüşüm arasında sıkışmış olan bir politik momentin, farklı katmanlarını Dr. Sayid Darati ile konuştuk.
Bahçeli’nin çıkışı ve devlet aklının tasarımı
Dr. Sayid Darati, sizi sözlü tarih, kolektif hafıza ve geç Osmanlı-erken Cumhuriyet dönemi ile ilgili Kürt tarihi çalışmalarınızla biliyoruz. Bugün ise hem oldukça güncel ve hararetli hem de tarihsel önem taşıyan bir konuda ne düşündüğünüzü öğrenmek istiyoruz.
Öncelikle, kelimenin tam manası ile benzersiz bir ‘süreç’ yaşıyoruz. Bahçeli’nin 22 Ekim Meclis grup toplantısında “Öcalan gelsin mecliste konuşsun, partisini feshettiğini söylesin” cümlesini duyanlar ‘doğru mu duyuyorum?’ diye yanındaki insanlara sorma ihtiyacı duydular. Ne oldu? Nasıl başladı, neden başladı itina ile adı dahi konulmak istenmeyen bu süreç?
Tanık olduğumuz süreç bir yanıyla benzersiz ama bir yanıyla 1918-23 ile 1975-76 yılları ile büyük benzerlikleri olan bir süreç.
Öncelikle Devlet Bahçeli’nin yaptığı çağrının Türk devlet aygıtından tamamen bağımsız olduğu düşünülemez. Bahçeli’nin “devlet ve hükümet dizaynı” konusunda son 30 yılda oynadığı rol hatırlanırsa bu dediğim daha iyi anlaşılır. Bahçeli ne Erdoğan’dır ne de Özgür Özel. Kaldı ki onlar da bu sürecin dışında değiller. “Devletin bekası” söz konusu olduğu için ilgili herkes bir şekilde meseleye dahil edilmiştir.
Peki nedir mevcut durumda devletin bekası ile ilgili gelişmeler? İki önemli gelişme var: biri iç diğeri dış. Dıştan başlarsak, Sykes-Picot anlaşmasıyla sınırları çizilen Ortadoğu düzeninin sona ermiş olması ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn ediliyor oluşu. Bununla ilgili çok şey yazılıp çizildiği için kısa tutacağım. Sadece bu altüst oluşun sınırları hakkında bir örnek vereyim. Başka bir zaman olsa “deli saçması” denebilecek bir şey bugün “normal” karşılanıyor: Trump, Gazze Şeridi hakkında alelade bir “arsa” gibi planlar yapıyor, bunu duyuruyor, pazarlık yapıyor ve bu duruma kimse “hayatta olmaz” diyemiyor! Sadece bu örnek bile Ortadoğu’nun nasıl altüst olduğunu anlamaya yeter. Süreç, sadece kıyamet “hızında” gerçekleşmiyor, o kadar.
İçteki gelişme ise 2014’te devletin “çözüm masası”nı devirdikten sonra Erdoğan-Bahçeli öncülüğünde girdiği, Kürt hareketinin bitirilmesini hedefleyen “çöktürme planı” -ki bu plan daha önce “Sri Lanka Modeli” olarak Gülenci kadrolar tarafından hazırlanmıştı- ile çıkılan yolun sonuna gelinmesidir.
Hatırlanırsa 2016 yılındaki “darbe modeli” ile yine ilgili tüm tarafların rızası “devletin bekası” hasebiyle alınmış ve anayasa dahil devletin bütün yazılı kuralları askıya alınmıştı. 2016-2023 yılları arasında askeri, siyasi, ekonomik ve diğer temel alanlarda tamamen kuralsız bir yönetim modeli uygulandı. Devleti devlet yapan tüm kurum ve kurallar ayaklar altına alındı. Bunun doğuracağı negatif sonuçlar ise başarılı olacağı düşünülen “çöktürme planı” ile konsolide edilecekti.
Kısacası bu plana göre devlet, devlet gibi değil bir mafya grubu gibi hareket edecek, kural-kanun tanımayacak, bunun sonucunda PKK bitirilecek, toplum da bu “zafer” ile avunacaktı ki bu yanıyla da devletin 1993 yılında Genelkurmay başkanı Doğan Güreş’in ağzından ilan ettiği “topyekûn savaş” konseptine benzer bir plandı bu.
Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve 2023 yılına gelindiğinde PKK bitirilemediği gibi bu sistemle devam etmenin devletten geriye bir şey bırakmayacağı anlaşıldı. Bu itibarla bazı geri adımlara tanık olduk. S. Soylu’nun bakanlıktan alınması, M. Şimşek’in tekrar göreve çağrılması, hatta savruk ekonomi politikasıyla -elbette Erdoğan’ın bilgisi dahilinde- hazineyi boşaltan damat B. Albayrak’ın görevden ve saraydan uzaklaştırılması bu adımlardan bazıları. Ancak bunlar da yetmeyip tam da derin bir ekonomik kriz yaşanırken Ortadoğu’daki çalkantının şiddetlenmesi Türk devleti içinde bazı kesimlerin alarm zillerini çalmasına neden oldu. Bahçeli’nin başlattığı sürecin tetikleyici koşulları bunlardır.
Bu süreç tam da Osmanlı devletinin İttihatçıların savaş siyasetiyle yıkılıp yerine henüz birşey kurulmadığı dönemde Türk devlet aklının M. Kemal eliyle Kürtlere destek için başvurması ve onların desteğiyle yeniden devlet kurmasıyla sonuçlanan 1918-1923 arası dönemle büyük benzerlikler göstermektedir.
Öncelikle, o dönemde de devlet -M. Kemal ve K. Karabekir aracılığıyla- Kürtlerden destek isterken “Kürt aşkı”yla yanıp tutuşmuyordu. Ama Ortadoğu yangın yeri, Anadolu darmadağınık iken devleti kurtarmanın başka bir yolu yoktu. Sosyal ve askeri açıdan Kürtler daha iyi durumdaydı. Hatta Osmanlı ordusunun bile ayakta ve örgütlü kaldığı tek yer Kürdistan’dı. Dolayısıyla Kürtlerden destek istemek “devletin bekası” için tek gerçekçi yoldu.
1918’den 2025’e: Tarihsel tekerrür mü, stratejik yenilenme mi?
Bugün de 1918 yılının bir benzerini yaşıyoruz. Ortadoğu yine yangın yeri, Türkiye derin bir ekonomik ve sosyal buhran içinde. Demirel’in deyişiyle devlet “enkaz halinde”. Bu durumdan çıkışın tek yolu Kürtlerle bir uzlaşmadan geçiyor. Dolayısıyla devlet “aklı” buna çalışıyor. Ancak işler göründüğü kadar kolay değil. Çünkü 2016 yılından beridir bildiğimiz anlamda bir “Türk Devleti” yok. Onun yerine, devletin çürüyen “kabuğu” altında oluşup serpilmiş, her biri kendi hesabına çalışan “devletçikler” var. Evet, devlet 2016-2023 yılları arasındaki kuralsız savaş ve siyasetiyle PKK’yi askeri olarak geriletti ama kendisi de devlet olma vasfını kaybetti, bir mafya-devletçikler koalisyonuna döndü. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden görüşme masasına getiren şey PKK’nin daha da güçlenmiş olması değil, devletin daha da zayıflaması, hatta devlet olma vasıflarını yitirmiş olmasıdır.
Şu anda Erdoğan figürü bu devletçikleri bir arada tutan neredeyse tek şey. Ama Erdoğan’ın da doğal ya da siyasal nedenlerle uzun bir süre iktidarda kalamayacağı ve bu yüzden bu devletçiklerin uzun bir süre bir arada tutulamayacağı ortada. Bahçeli’nin “devlet adına” yaptığı müdahale, aslında devleti yeniden “nizama” çekmek ve bu devletçikleri henüz aleni hale gelmeden tasfiye etme çabasıdır.
Ben bunu tarihte Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecine benzetiyorum. 11. Yüzyılda Selçuklu devletinin kurumlarını bir arada tutan tek figür Nizam-ül Mülk’tü. Nizam-ül Mülk 1092’de öldürülünce, sultan Melikşah ancak 1 ay daha hayatta kalabildi. Hemen ardından, devlet 3 parçaya ayrılmakla kalmadı, o güne kadar devlete hizmet ettikleri düşünülen “Atabeg”lerin, yani askeri eyalet valilerinin aslında uzun zamandır kendilerine çalıştığı ve Nizam ölür ölmez devletin birliğini sağlamak yerine her birinin kendi beyliklerini (Artuklu, Zengi vs) ilan ettikleri görüldü.
Bugünün şartlarında, Türk devletinin farklı kollarını, yani “devletçikleri” bir arada tutma anlamında, Nizam-ül Mülk Tayyip Erdoğan’dır. Erdoğan, hem herşeyi kontrol altında tutmaktadır hem de bütün ipler ellerinden kaymaktadır. Nizam-ül Mülk hayattayken Ortadoğu’nun en güçlü adamı gibi görünüyordu.
Oysa ölür ölmez yönettiği devletten geriye her biri başka bir yöne savrulan “devletçikler” kaldı. Erdoğan da farklı değil. Geride bıraktığı enkaz, o sahneden çekilince ortalığa dökülecektir.
Bu açıdan bakıldığında, bildiğimiz anlamdaki Türk devletinin, yani 1923’te resmen ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 2016’da fiilen sona erdiğini ve devlet aygıtının 2016-2023 yılları arasında İttihatçı bir yapı tarafından kuralsızca yönetildiğini, 2023 yılında da bu ittihatçı rejimin çöktüğünü söyleyebiliriz.
Bu açıdan da Osmanlı’nın yıkılış ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi ile büyük benzerlik var. Tarihsel açıdan, devletler bir savaş veya devrim yoluyla yıkılmamışlarsa bu şekilde yıkılırlar. Son ana kadar taşıdıkları kabuk nedeniyle sağlam ve güçlü görünürler.
Ancak kabuk çöktükten sonra, geriye bakılıp o devletin hangi aşamalarda zayıflayıp çöktüğü daha kolay açıklanabilir.
Devletin çatlaklarında barış arayışı
Ancak Kürt cephesinde farklı bir durum var: O zaman Kürtler silahlı güçlere sahip olmalarına rağmen bunlar aşiret güçleriydi ve hemen her aşiret bir diğeriyle ihtilaflıydı.
Dolayısıyla Kemalistlerin karşısında örgütlü bir “Kürt Siyaseti” yoktu. Dahası, bu Kürtler Kemalistlere neredeyse açık çek verdiler ve kendilerini hiçbir şekilde güvenceye almadılar. Bugün ise Kürtler bir halk olarak daha örgütlü ve devletin verdiği “sözlere” kanacak kadar saf değiller. Üstelik Kürtlerin (PKK) fesih ve silah bırakma kararının, Türk tarafından beklenen “yasal ve siyasal güvencelere bağlı olduğu” deklare edilmiştir.
Vurgulamak istediğim diğer bir nokta ise, gerek Öcalan gerekse Bahçeli açısından -farklı saiklerle- mevcut İmralı Süreci’nin bir “Erdoğan sonrası” plan olduğudur. Erdoğan bir şekilde plana dahil edilmiştir ancak tam bir rıza gösterdiğini de düşünmüyorum. Hala bozma kapasitesi var ama itiraz edecek gücü yok gibi görünüyor.
Peki, “asla olmaz” denilenlerin olur hale geldiği bu zaman diliminin temel dönüm noktalarından bir tanesi 5 – 7 Mayıs tarihlerinde 12. Kongresi ile kendi feshini duyuran PKK’nin açıklaması oldu. Neden şimdi?
Perspektif metninde benim dikkatimi çeken, bütün başlıklar arasında neredeyse en kısa olanın “fesih” başlığı olmasıydı. Öcalan bu konuda ne yaptığından emin görünüyor. PKK de onunla uyum içinde. PKK’nin yerine ne konulacağı için de acele edilmemesi gerektiğini vurguluyor. “Neden şimdi” sorusuna kişisel cevabım ise şudur: Hayır, aslında “şimdi” değil. En az 10-15 yıldır, Öcalan dışarıda olsa ilk yapacağı şey PKK’yi feshedip yerine yeni bir parti veya hareket kurmak olurdu, diye düşünüyorum.
Bu, tek başına PKK’nin yeterli olup olmamasıyla da ilgili değil, Öcalan’nın tarzıyla ilgili bir şey. Öcalan, genel beklentinin tersine hareket eden ve çoğu zaman da bu nedenle başarılı olan bir lider.
Öcalan’ın PKK’nin 12. Kongresine sunduğu PERSPEKTİF metni büyük tartışmalara sebep oldu. Yoğun bir şekilde konuşulmaya, tartışılmaya devam ediyor. Kürtler içinde büyük bir tartışma devam ederken bir kısım Kürt PKK’nin de kendisini feshetmesi ile “Öcalan Kürt davasını sattı” yönlü ağır tenkitler yapıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Neden bu öfke?
Bahsettiğiniz tartışma daha çok sosyal medya mecralarında yürüyor. Sosyal medyanın ciddiye alınmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Sosyal medya toplumun yüzde en fazla 10’unu temsil eder, yüzde 90’dan habersizdir. O yüzde 10’luk kesim dünyayı kendinden ve sosyal medyadan ibaret gördüğü için orada kıyameti koparır, sonra bu kıyametin gerçek olduğuna inanıp daha büyük kıyamet koparır.
Buna bir örnek vereyim. Bahçeli “Öcalan gelsin mecliste konuşsun” dediği gün, sosyal medyada yer yerinden oynuyordu. Neredeyse herkes herşeyi bırakmış, bu konuda lehte veya aleyhte hararetli bir tartışma yürütüyordu.
Ertesi gün, o güne ait Google Türkiye trend sonuçlarına baktım. Bahçeli’nin çağrısı sanırım 13 veya 14üncü sıradaydı. Ondan önce emekli maaşları, dizi filmler ve maç sonuçları, hatta magazin haberleri vardı. Düşünün, sosyal medyada kıyamet koparan konuşma Türkiye toplumu için, içinde magazin haberlerinin de olduğu 12-13 konudan daha az konuşuluyordu.
Bu yüzden sosyal medyanın, özellikle sosyal medya üzerinden yürütülen Öcalan ve PKK suçlamalarının pek de ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. Toplumun ezici bir çoğunluğu sosyal medyanın konumlandığı ve önemsediği şeylerden farklı bir yerde duruyor.
Kürt kentlerinde toplumsal çürüme ve yeni direniş biçimleri
Bu açıdan, 25 yıldır bir adada izolasyon şartlarında yaşayan Öcalan’ın toplumun nabzını her türlü bilgiye erişim imkânı olan insanlardan daha iyi tuttuğunu düşünüyorum. Öcalan’ı suçlayanlar bugün Kürtlerin hangi koşullarda yaşadığından habersiz görünüyorlar. Bakın, son 10 yılda Diyarbakır’da PKK’nin askeri varlığının sona ermesiyle ortaya çıkan tablo şudur: Şehir mafya özentisi gençlerle doldu. Kente, bahis, kumar, uyuşturucu ve ihale fesadı ile inanılmaz bir kara para akışı var.
Düşünün, nüfusun yarısının işsiz olduğu diğer yarısının da çoğunlukla asgari ücretle çalıştığı şehirde ev kiraları 15-20.000 liradan başlıyor! Şehrin 10 km dışında, bozkırın ortasında inşa edilmiş alelade bir villanın fiyatı 1.5-2 milyon dolar ki bu parayla New York-Queens’te müstakil bir ev almak mümkün. Bir yandan, çoğunluk gün geçtikçe yoksullaşıp açlık sınırına yaklaşırken diğer yandan belli bir kesim elde ettiği paraları koyacak yer bulamıyor.
Bunlara özenen biir kısım yoksul gençlik “kısa yoldan zengin olma hayaliyle” her türlü gayrimeşru işe kolaylıkla kayabiliyor. Böylece Türk toplumunda iyice serpilmiş olan toplumsal çürüme Kürtler arasında da yayılıyor.
Kimlikler ve kolonyal tuzaklar
Kısacası, Türk veya Kürt milliyetçilerinin düşündüğü gibi “kahraman Türk ulusu” veya “yiğit Kürt ulusu” vs yok. Derin bir ekonomik buhranın ortasında, direnmenin ağır bedeli ile işbirlikçiliğin dünyevi avantajları arasında gidip gelen, bu gidiş-gelişler arasında çürüyen bir toplum var. Öcalan’ın çokça eleştirildiği “çöplük” metaforu bu değilse nedir? Birilerinin uzaktan allayıp pulladığı Amed’in son yıllardaki hali maalesef bu. Bakın, Hewlêr’in vs sözünü bile etmiyorum. İsteyen gidip oradaki düzeni de görebilir, berbat durumda.
Peki, Öcalan’ı dediğiniz şekilde suçlayan kesimlerin onun ve PKK’nin mücadelesine alternatif olarak sundukları şey ne? Öcalan’ın terminolojisiyle söylersek “siyasal dilencilik”. İşte İsrail’e yanlamak, ABD’ye ve Avrupa’ya yağ çekmek vs. Oysa dilenmekle devlet kurulduğu nerede görülmüştür? Hangi devlet TC ile onyıllardır süren işbirliğini, Türkiye gibi devasa bir pazarı bırakıp sırf siz yalvardınız diye size devlet kurar? Devlet kurmak, kahvehanede okey masası kurmak gibi birşey mi? Bunlar ipe-sapa gelmez şeyler.
Aslında Öcalan’ın Kürt toplumu ile ilgili kullandığı “çöplük” metaforunu Kürtlerin maruz kaldığı ve buna göre şekillendiği çok katmanlı bir kolonyal sistemin sonucu olarak okumak gerekir. Bu saptamayı Franz Fanon’un “Siyah Deri, Beyaz Maske” ve Albert Memmi’nin “Sömürgecilik ve Sömürgeleştirilen İnsan” konseptleri ile birlikte değerlendirmek meselenin anlaşılmasına katkı sunabilir.
Öcalan’ın metni, Ortadoğu’daki etnik ve inanç temelli sınırların ürettiği çatışma ve otoriter rejimlere karşı alternatif bir siyasal çözüm önerisi geliştirme iddiasını taşımaktadır. Demokratik konfederalizm ekseninde önerilen bu çözümü gerçeklerden kopuk, ütopik bulanlara neler söylemek istersiniz?
Öcalan 50 yıllık pratiğin içinden gelen, 50 yıllık bir halk hareketine askeri, siyasi ve ideolojik olarak liderlik etmiş biri olarak Ortadoğu’daki kronik bir soruna bir çözüm önermekte, liderlik ettiği hareket de yine 50 yıllık tecrübeyle ona onay vermektedir.
Öcalan’ın sunduğu çözüm modelini ütopik bulanlar ciddi iseler daha iyi bir alternatifi ortaya koyup topluma bunu kabul ettirmek ve sonra da kendi alternatiflerinin pratik gereklerini yerine getirmek durumundadırlar. Yoksa sadece Öcalan ve PKK karşıtlığı üzerinden yola çıkarlarsa ciddiye alınmazlar. Zaten sosyal medya dışında bir varlıkları yok. Sosyal medyanın da kendisinin ciddiye alınacak bir tarafı olmadığını yukarıda söyledim.
“Bölge konfederalizmi mutlak bir gereklilik olarak ön plana çıkıyor. İsrail-Filistin çatışması, mezhep çatışmaları, ulus devlet çelişkilerinin panzehiri demokratik konfederalizmdir. Bu çözüm aynı zamanda yeni bir enternasyonali de gerektiriyor. Dostlarla, ertelemeden bir enternasyonal çalışması başlatmak doğru ve tarihî bir adım olacaktır.” Bölgeye dair çözüm perspektifi ile birlikte öcalan yeni bir enternasyolden konuşmaktadır. Ne dersiniz? Yeni bir enternasyonelin zamanı gelmiş midir?
Bir Ortadoğu Konfederasyonu Öcalan açısından yeni bir şey değil. Neredeyse 20 yıldır farklı yazılarında ve konuşmalarında dillendirilen bir şey. Bu metinde yeni olan bir “Enternasyonal” çağrısı ki bunun çalışmasına başlamak başka bir şey hayata geçirmek başka bir şey. Elbette kolay bir iş değil bir Enternasyonal toplamak. O açıdan zamanı gelmiş veya gelmemiş demek beni aşar. Ama böyle bir çağrıya karşılık verecek azımsanmayacak bir kesim vardır diye düşünüyorum.
Öcalan, metin boyunca ulus-devlet temelli sosyalizm anlayışının tarihsel olarak tükendiğini ve bu anlayışın yerine demokratik toplum sosyalizmini ikame etme yönünde bir geçişin eşiğinde olunduğunu belirtir. Siz bu değişimi nasıl okuyor ve ‘demokratik toplum sosyalizmini’ nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Öcalan ulus-devlet modelini alternatif olarak görmediğini nerdeyse 30 yıldır söylüyor. Bu perspektifte yeni olan, sosyalizmi bir toplum modeli -komün- olarak tarif etmesi. Bu, elbette proleterya iktidarı amacı ile hareket eden klasik sosyalist çerçeveye uymayan, bu anlamıyla onu “aşan” bir tarif.
Hatta bir yanıyla da Şeyh Bedreddin takipçilerinin 15. Yüzyılda Ege kasabalarında kurdukları düzeni hatırlatıyor bu demokratik toplum sosyalizmi. Bu konuda kişisel fikrimi soruyorsanız, gelecekte sosyalizmin 19. Yüzyılda öngörüldüğü gibi işçi ihtilalleriyle değil M.S 1 ve 2. Yüzyıllarda Hristiyanlığın yayılmasına benzer şekilde yayılmasının daha olası olduğunu düşünüyorum.
Abdullah Öcalan, mektubunun “giriş” bölümünde “Kürt varlığında ve sorunsallığında bir dönemin sonu, yeni bir dönemin eşiğindeyiz” ifadeleriyle tarihsel bir kırılma noktasını işaret eder. Bu ifadenin arka planında, Kürtlerin tarihsel varlık bilinci ile bu bilincin egemen ideolojiler tarafından nasıl manipüle edildiğine dair kapsamlı bir eleştiri yer almaktadır. Ancak bu eleştiri bir kısım Kürdün yoğun tepkilerine sebep oldu. Hatta bu tepkiler zaman zaman eleştiri mahiyetini de aştı. Neler söylemek istersiniz bu konuya dair? Bir kısım Kürtler, milliyetçi Kürtler demek buna uygun düşer mi, ve neden bu kadar öfkeliler?
Bu konudaki tepkiler daha çok okuduğunu anlamamakla ilgili olabilir. Art niyetli okumalar da var tabii. Yoksa söylenen açık: Kürt varlığı ve onun “sorun” olarak belirgin hale gelmesi tamamlandı, şimdi çözüm arayışındayız diyor, özetle.
Tepki gösterenlerin gözden kaçırdığı iki önemli nokta var. Birincisi, Öcalan bunu kendi örgütünün kongresine gönderiyor ve genel çerçeve içindeki saptamalardan bir tanesi bu. Bunu kabul edip etmemek onun muhatabına, yani PKK’ye kalmış bir şey ki onlar da kabul etti.
Hem PKK’ye karşı olup hem de PKK’ye yazılmış bir kongre perspektifi üzerinden kıyameti koparmak aslında zimnen de olsa Kürt siyasetini belirleyen gücün Öcalan ve PKK olduğunun kabulüdür. Aksi halde, Öcalan’ın ve örgütünün ne yaptığı sizi niye bu kadar ilgilendirsin? Varsa bir sözünüz, söylersiniz. Tutar ya da tutmaz. İkincisi, saplantılı bir şekilde bu metin etrafında dönüp dolaşmak, buradan dünyalar kurup yıkmak, bunu bir kıyamet alameti gibi sunmak sağlıklı bir düşünme eyleminden çok mental bir sorun gibi görünüyor.
Bir de 50 yıldır bütün siyasi hayatlarını PKK ve Öcalan karşıtlığı üzerine kurmuş olanlar var. Burası da benim yukarıda “süreç bir yönüyle de 1975-76 yıllarına benziyor” dediğim konu. PKK 1975-76 yıllarında bir grup olarak ortaya çıkıp “Kürdistan Sömürgedir” teziyle eyleme geçtiği zaman, sağ,sol, milliyetçi, ulusalcı vs her çevreden yaylım ateşine tutuldu. Yerleşik Kürt örgütleri bu grubun açıkça “Kürdistan, sömürgecilik, silahlı mücadele” gibi söylemlerle devleti kışkırttığını, devletin bunun acısını gariban Kürt halkından çıkaracağını söyleyip PKK’yi provakatif olmakla suçlar hatta onunla silahlı çatışmalara girerken, sol-sosyalist gruplar bu grubu Kürt emekçilerini ayrılıkçılığa sevkederek birleşik işçi-emekçi ve sosyalizm mücadelesini zayıflatmakla suçluyordu. Öte yandan Aydınlık çevresi Öcalanı “Doğunun Başbuğu” diye manşetlere çıkarıp PKK’yi ülkücülere benzetiyorken; liberal, sosyal demokrat çevreler Apocu grubun “goşist” olduğunu söyleyerek devleti harekete geçmeye çağırıyordu.
O zamandan bugüne Öcalan ve PKK Ortadoğu’da önemli bir aktör haline geldi ve onların yürüttüğü mücadeleyle Kürt meselesi bölgesel bir mesele haline geldi. O gün Öcalan’ı ve PKK’yi suçlayanlardan geriye ya birşey kalmadı ya da hala o gün durdukları yerden aynı şeyleri söylemeye devam ediyorlar.
Bu yüzden, son 6 aydır 1975-76 yıllarının bir tekrarını yaşıyoruz. Öcalan da bunları ciddiye almamış olacak ki “süreç karşıtlarının hiç şansı yok. Yenilecekler” diyor.
Öcalan, Kürtlerin kolektif hafızasında yer edinen figürlerden Şeyh Sait ve Seyit Rıza’nın temsil ettiği dini kimliklerin (Sünnilik ve Alevilik) ulus-devlet ideolojisinin bir uzantısı olarak yeniden kurgulandığını savunur. Ona göre, bu kimlikler Kürtlerin özgün toplumsallığının bastırılması ve dönüştürülmesi için kullanılan “uydurma” kategorilerdir. Bu konuyu biraz daha derinleştirmek nasıl mümkün olabilir?
Metinde uydurma kategoriler olarak tarif edilenler Nakşibendilik ve Alevilik. Bunların aynı zamanda “ölü gerçeklikler” olduğunu ve devletin Kürtleri uyutmakta bu kategorileri kullandığını söylüyor ki 20. Yüzyıl Kürt tarihini biraz bilen birisi zaten yabancı değildir bu gerçekliğe.
Burada sorun şu, hatta sadece bu noktada değil, metnin bütününde sorun şu: Benim anladığım kadarıyla Öcalan online olarak katıldığı kongreye yazılı bir metin sunmuyor. Başlıklar halinde aldığı notları irticalen sunuyor kongreye. Bu anlamıyla bu bir yazılı “metin” değil aslında. PKK de bu konuşmanın ses kayıtlarını hiç dokunmadan olduğu gibi yayınlamış. Bu açıdan cümleler arası anlam kopuklukları, “metin” içinde boşluklar vs var. Bu nedenle bunun bir akademik kongre bildirisi gibi eleştiriye tabi tutulması da yersiz . Onun yerine başlıklar altında formüle edilmiş bir konuşma metni olarak okunması ve öyle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle yapıldığında orada vurgulanan Nakşibendilik ve Alevilik kategorilerinin uydurma olarak tanımlanması ve devletin bunları kullandığının belirtilmesi özellikle sol-sosyalist perspektiften gayet anlaşılır şeyler.
Öcalan, ulus-devletçi paradigmanın bu tür dini ve etnik kimlikleri araçsallaştırarak Kürt geleneksel varlığını tasfiye ettiğini ifade eder ve ulus – devlet formu örgütlenmeler yerine komünalist / konfederal örgütlenmelerden bahseder. Ancak gene bir kısım Kürt için bu yaklaşım Kürt davasına ihanet etmek olarak görülüyor, bu durumu nasıl açıklamak istersiniz? Bu durumdan sizce ne anlaşılmalıdır?
Bu söylemleri ciddiye alacak olursak, 50 yıl önce devasa bir Kürt kimliği ve Kürt hareketi vardı, PKK gelip üstüne kondu, o zamandan beri de bu mirası çarçur ediyor! Anakronizm tam olarak budur. 50 yıl önce en değme Kürt örgütleri bile “Doğu Sorunu”, ”Doğu Halkı” söyleminden öteye gidemiyordu. Halkın da pek Kürtlük derdi yoktu zira Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtler arasında güçlü bir etnik-ulusal bilinç yoktu. Öcalan “Kürdistan Sömürgedir” derken Kürt örgütleri ve aydınları arasında yüksek sesle Kürdistan ve sömürgecilik bahsi edenler istisnaydı.
Dolayısıyla Kürt meselesini doğrusu ve eğrisiyle o noktadan buraya getirmiş bir harekete ve onun liderine mevcut durum üzerinden “ihanet etti” vb suçlamalar yapmak basit ve sığ yaklaşımlardır. Meselenin deriniliği bu sığ yaklaşımların çok ötesindedir.
Bunu en iyi anlatan deyim “Kürt Kapanı”dır ve bu kapanı en iyi anlayan ve anlatan -en azından benim okuduğum metinler arasında- yine Öcalan’dır. Bu kapandan bahsederken “tarihsel olarak kurulmuş Kürt kapanı öyle bir tuzaktır ki isyan edersen başına gelmedik şey kalmıyor. İsyan etmezsen daha kötüsüyle karşılaşıyorsun” der. Yani, sistemin kurduğu Kürt kapanı ile direnenler acı çekerken direnmeyenler ise haysiyetlerini yitiriyor. Ama her iki durumda da kazanan sistem, kaybeden Kürtler oluyor. Öcalan’ın bütün çabası Kürtleri bu kapandan kurtarmaya çalışmak ve bir defa olsun Kürtlere kazandırmak. Maalesef uluslararası sistem şöyle işliyor: Kazanmadıktan sonra ne kadar direndiğiniz önemli değil. Ancak masadan birşey alarak kalktığınızda direnişinize saygı gösteriliyor. Öcalan, masadan birşey almadan kalkmamaya kararlı görünüyor.
Öcalan, önderlik pozisyonunu, “Kürt-Kürdistan tarihinde sosyalist önderliğin inşasıdır. Apo bir önderlik inşasıdır; bir kişi kültü değil, kolektif önderlik inşasıdır.” Bu tanım, hem reel sosyalist deneyimlerdeki lider tapınmacılığından hem de Ortadoğu’daki geleneksel ataerkil otorite kalıplarından uzak durma iradesini yansıtır, şeklinde ifade etmesine rağmen kimi çevre ve kişilerce de ‘Apo kendisini dokunulmaz kılıyor’ eleştirileri yapılıyor. Bu konuya dair neler söylemek istersiniz?
Mahir Sayın 1996 yılındaki röportaj kitabının girişinde Öcalan için “övmenin yasak, sövmenin serbest olduğu kişi” diyordu. Halen de öyledir. Onu övenler devlet tarafından cezalandırılırken sövenler ödüllendiriliyor. Dolayısıyla ben öyle bir dokunulmazlık falan görmüyorum. Tersine, 25 yıldır politik nedenlerle hapiste tutulan ve kendini savunma imkânları elinden alınmış bir insanın değil dokunulmadığını, adeta çuvaldızla delik deşik edildiğini görüyorum.
Öcalan, barış inşasının savaş kadar karmaşık ve zorlu bir süreç olduğunu vurgular. İkincil ve üçüncül aktörlerin değil, doğrudan çatışmanın tarafı olan birincil öznelerin bu süreci yürütebileceğine işaret eder. Bu noktada barış, sadece bir siyasi hedef değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden inşa süreci olarak görülür. Türk tarafında nasıl değerlendiriliyor bu konu sizce?
Elbette kimler savaşıyorsa onlar barışır. Hatta bunların direkt birbirleriyle muhatap olması çoğu zaman -ama her zaman değil- işleri kolaylaştırır. Tabii barış meselesinden her iki tarafın anladığı aynı şey değil. Zaten pratikte de bunu görüyoruz. Dahası, bu sürecin başarıya gidip gitmeyeceği de henüz belli değil. Ama ortada bir savaş varsa bunun bir barışı da olacaktır ve barış antlaşmaları savaşanların konuştuğu ama sonuçta hiçbirinin tam razı olmadan imzaladığı metinlerdir.
Öcalan açısından barış, sadece bir siyasi hedef değil, aynı zamanda toplumsal bir yeniden inşa süreci olarak görülüyor, doğru. Ama devlet tarafında henüz bilindik ezberlerin dışında ciddi birşey duymadık. Kimse, hiçbir grup -ya da yukarıdaki deyimle devletçik- rengini açık olarak belli edemiyor zira bu devletçikler aynı zamanda biribiriyle rekabet halinde ve bu rekabetin sembolize edildiği alan milliyetçilik yarışı. Hiçkimse erkenden öne çıkıp kendini diğer taraflara hedef yapmaya niyetli değil. Özellikle vuguladığım ittihatçı mantığın 2016-2023 yılları arasında yarattığı ultra-milliyetçi-kafatasçı atmosferi ve bundan etkilenen yapıları gözönüne aldığımızda Türk tarafının işinin hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Kadın, Cinsiyet ve Toplumsal Yeniden İnşa: Jinoloji’ye Yeni Katkılar mı?
Öcalan, cinsiyet farklılıklarına dair yaptığı değerlendirmede biyolojik determinizme karşı çıkar. Einstein’ın E=mc² formülünü referans alarak, maddenin enerjiye, enerjinin maddeye dönüşümüne dair fiziksel gerçekliği toplumsal analizlerinin temel dayanaklarından biri haline getirir. Öcalan’ın bu okuması için neler söylemek istersiniz?
Bir önceki soru ile birlikte düşünürsek Öcalan, ilk defa bu derinlikte LGBTİ+ bireylerin varoluşunu tartışmaya açar. “Dişi ve eril arası aşılmaz bir uçurum yoktur” ifadesiyle, ikili cinsiyet sistemine yönelik eleştirisini net bir biçimde ortaya koyar. Ancak bizler Jinoloji eğitim ve seminerlerinde kadın yoldaşlara ‘ikili cinsiyet rejim eleştirisi yapıyorsunuz, ancak ikili cinsiyet anlatısında da çıkmıyorsunuz, bunu nasıl anlamalıyız?’ sorularımıza cevaplar alabilecek miyiz?
Aynı bağlamda üçüncü sorum ile devam ediyorum, Öcalan’ın “Bunda dikkat çeken nokta dişi-eril arası aşılmaz bir uçurum olmamasıdır. Tabii ki bunun felsefi, sosyolojik, ahlaki boyutu var. Topluma yansımış hali var. Bunlar diyalektik düşünce ile aşılabilir,” değerlendirmesi ikili cinsiyet anlatılarına yeni bir form kazandırabilecek mi?
Üç soruya ortak bir cevap vermek gerekirse Öcalan’nın 30 yıldaki değişimini işaret etmek isterim. Yine Mahir Sayın ile yaptığı röportajda “eşcinsellik bir hastalıktır” diyen Öcalan’dan 25 yılı hapiste geçmek üzere, 30 yıl sonra dişil ve eril cinsiyetler arsı geçişkenlikleri doğanın bir parçası gibi yorumlayan, Einstein’in fizik formüllerini toplumsal ve biyolojik cinsiyet meselelerine uygulayan Öcalan’a... Bu hem ciddi bir değişim ve dönüşüm hem de yine bizzat kendi geliştirdiği kadın ve cinsiyet teorisine eleştirel bir katkı. Bunun, bahsettiğiniz “ikili cinsiyet anlatımı”na da ciddi bir yön vereceğini düşünüyorum.
Öcalan ‘Kongreye Perspektif’ metninde kadın merkezli klan toplumunun yalnızca biyolojik annelikle değil, aynı zamanda bakım, kültürel aktarım ve etik örgütlenme ile tanımlar. Bu yönüyle toplumsal düzenin ilk biçimsel yapısını oluşturan bu klanlar, modern anlamda siyasi birimlerden ziyade, ortak yaşamın ahlaki ve duygusal koordinatlarını belirleyen birimlerdir. Öcalan’a göre bu yapı, kapitalist modernite tarafından dağıtılmış ve yerine ataerkil, sınıf temelli ve militarize edilmiş ulus-devlet modeli geçirilmiştir. Komünlerin yeniden inşası konusunda iyimser olmalı mıyız?
Bahsettiğiniz yapının dağıtılmasının çok daha erken dönemlerde, Sümerlerde yaşandığından bahsediyor, Kapitalist modernite ise buna şimdi bildiğimiz şeklini vermiştir minvalinde açıklıyor. Bu görüşünü daha önce kitaplarında da dile getirmişti. Bu perspektifte yeni olan -en azından benim daha önce Öcalan’ın yazılarında raslamadığım- şey, anaerkil dönemin Tanrıça kültürü üzerinden bir tür iktidar alanı olarak değerlendirilmesidir. “Tanrıça kendisiyle kutsal evliliği yapan kişinin öldürülmesini sağlıyor. Bunun da sosyolojik açıklaması şudur, tanrıça yerini erkek tanrıya bırakmak istemiyor” diyor ki buradan kadın-iktidar-anaerkil dönem konularında bayağı tartışma başlığı çıkacak gibi görünüyor.
Ataerkil, sınıf temelli ve militarize edilmiş ulus-devlet modeli yerine komünlerin inşaası konusunda ise elimizde pratik bir model var: Rojava. Sanırım Rojava modeline bu teorinin somut uygulaması olarak bakarsak bu modelin işleyip işlemeyeceği konusunda da daha somut bir fikrimiz olur.
Kapitalist Modernitenin Eleştirisi ve Yeni Toplumsallığın Arayışı
Öcalan’a göre kapitalist modernite, ulusu bir askeri toplum haline getirerek, savaşın ve şiddetin kurumsal olarak sürekliliğini sağlar. Bu sistem, yalnızca ekonomik bir sömürü mekanizması değil, aynı zamanda kadın kimliğini bastıran, doğayı metalaştıran ve toplumsal ilişkileri parçalayarak bireyi atomize eden bir toplumsal tahakküm biçimidir. Bu bağlamda, Marx’ın endüstriyalizme dair çözümlemelerinin sınırlı kaldığını ve sosyalist teorinin moderniteyi aşma konusunda yetersiz olduğunu vurgular. Ona göre, “sadece anti-kapitalist bir söylemle” alternatif bir sistem inşa edilemez. O zaman ne yapmalı?
Bu konuda “Ne yapmalı”yı bilmiyorum ama “ne yapmamalı”yı biliyorum. Her seferinde aynı deneyi aynı koşullarda yapıp farklı sonuç beklememek gerek çünkü böyle bir sonuç çıkmaz. Marx’tan beri toplumların ve işçi sınıfının yaşadığı değişimleri görüp ona göre farklı çözüm önerileri getirmek gerekir.
Öcalan, endüstriyalizmin ulus devlet ve savaş teknolojilerinin geliştirilmesi ile içiçe olduğunu söyleyerek sadece ulus-devlete değil, endüstriyalizme de bir tür reddiye geliştiriyor. Marx’ta endüstri devrimi sadece kaçınılmaz olarak değerlendirilmiyor, aynı zamanda komünizme giden yolun mihenk taşlarından biri olarak tarif ediliyordu.
O günkü koşullarda endüstriyel devrime dair muhtemelen en mantıklı sosyalist açıklama buydu. Aradan 200 yıl geçti. Özellikle internet teknolojisi ile son 30 yılda 300 yıllık yol alındı.
Dolayısıyla zaman değişti. Öcalan’ın deyimiyle “zamanın ruhu”nu doğru okumak ve ona uygun çözümler bulmak gerekir. Öcalan kendi cephesinden zamanın ruhunu tarihsel dayanaklarıyla birlikte okumaya ve buna dair doğru çözümler sunmaya çalışıyor.
Sınıfın yerine komünü koyması, sadece anti-kapitalist söylemle yetinmeyip onun ötesine geçmeye çalışması vs hep bu çabanın ürünü. Beynelmilel sol-sosyalist perspektiften bakıldığında önemli ve değerli bir çaba. Ancak Türkiye’de kısır tartışmalara konu oluyor maalesef.
Sonuç olarak, barış süreci Öcalan’a göre yalnızca silahların susması değil; yeni bir toplumun, yani demokratik, ekolojik, cinsiyet özgürlükçü ve komünalist bir yaşam biçiminin inşa edilmesidir. Bu yaklaşım, yalnızca Kürt meselesine değil, bölgesel ve küresel çatışmalara da müdahale kapasitesi olan, evrensel iddia taşıyan bir siyasal ve etik vizyonun ifadesidir. Sizler bu bağlamda sonuç olarak neler söylemek istersiniz?
İki konuyu -Öcalan’ın genel politik-ideolojik duruşu ve Perspektif metni- birbiriyle bağlantılı ama birbirinden ayrı ele almak gerekir diye düşünüyorum. Öcalan’ın ideolojik-politik duruşunu tarif ettiği pekç ok kitabı var.
Ne düşündüğünü tam olarak anlamak isteyen bunları okuyabilir. Sadece kendi örgütünün kongresine sunduğu bir konuşma metni üzerinden bir Öcalan okuması yapmak ve bu konuşma metnindeki vurgulamalar üzerinden bir zafer veya yenilgi, kahraman veya hain hikâyesi çıkarmak beyhude bir çabadır.
Kaldı ki Perspektif metni kendi içinde bütünlüklü ve anlaşılır bir vizyon sunuyor. Güncel durumu tarihsel perspektiften açıklayan ve hem yerel hem de evrensel düzeyde iddia sahibi olan bir metin. Yakın zamanda bu perspektifin daha iyi anlaşılacağını, bugün bu metin üzerinden Öcalan’ı eleştiren pek çok kimsenin de zaman içinde ona hak vereceğini düşünüyorum.
(EJA/EMK)