"İmparatorluk" adlı kitap, göreceli olarak büyük bir ilgi doğurdu ve değişik anlayışlardan çok farklı eleştiriler aldı. Böylece, etrafında yoğun bir düşünsel üretkenlik yaşandığı izlenimi verdi.
Bu yazının temel amacı, aslında böyle bir üretkenliğin yaşanmamış olduğunu, kitabın analizi adına yapılanların, aslında; "farklı anlayışların kendi bakış açılarının temel tezlerini bir kez de bu kitabın özelinde yinelemeleri, bir dedektif titizliğiyle kitapta kendi nosyonlarıyla çelişen kavramların izini sürüp ortaya çıkarmaya çalışmaları" olduğunu göstermeye çalışmaktır.
"Kendi görüşünün toplumu bütün yönleriyle açıklayabilen yegane teori olduğunu" bilimsel bir veri olarak kabul eden eleştirmen, okuyucunun da kabul ettiğini varsayarak, bütün analizini sadece kendi tezleriyle çelişen noktaların gösterilmesi üzerine kurar. Kendi tezleri daha önce test edilip onaylandığı için, bu tezlerle çelişen yönlerin ortaya çıkarılması, okuyucuyu, kitabın ne kadar kötü olduğuna ikna etmek için yeterlidir.
Bu yüzden, örneğin, sadece altyapı/üstyapı diyalektiğinin adının geçtiğinin, üretim ilişkileri içindeki insanın durumunu anlamak için bile olsa ekonomiden bahsedildiğinin gösterilmesi dahi, bir kitabın tamamen çürütülmesi için yeterlidir. Bu yüzden, altyapı/üstyapı diyalektiğinin kullanılmış olmasının eleştirisi, bu terimlerin kullanılmış olduğu analizin eleştirisinin önüne geçer.
Altyapı/üstyapı diyalektiğinin ne kadar yanıltıcı bir nosyon olduğunu bir kez de burada göstermek için bile olsa, kitabın yaptığı analizin kendisiyle bir teorik hesaplaşmaya girilmez. Çünkü, yasaklar repertuarındaki nosyonlardan birisi olarak sadece kullanılmış olması bile ne kadar kötü olduğunun yeterince güçlü bir kanıtıdır. Rakip kamplardaki okuyucuların felsefe yapma yöntemi de kendi yönteminden farklı olmadığı için, Türkiye'de aslında her eleştirmen ancak, zaten organik ilişkiler içinde olduğu kendi yandaşlarına hitap edebilmektedir.
Ülkemizde egemen olan felsefe yapma yöntemi, bir toptan çürütme ve gündemden tamamen kaldırma yönünde ilerler. Türk insanı olarak düşünce yapımız, bir metinden kısmi olarak etkilenmeye açık değildir. Metinler, bütünlükleri içinde doğru ya da yanlış olmak zorundadır. Bu düşünce yapımız yüzünden, metinler bizde ideolojimizin tek tek parçaları üzerinde bile olsa soru işareti yaratamazlar. Çünkü ideoloji en basit parçasından en kompleks parçasına kadar tutarlı bir bütün olmak zorundadır. En küçük bir parçasından bile kuşku duymak, ideolojinin bütününden kuşku duymak olarak algılanır. Örneğin, bu yüzden daha önsözünde diyalektik yöntemi sorunsallaştıran bir kitap, bir Marksist için daha ilk sayfada bitmiştir aslında. Bundan sonra kitap, tutarsızlıkları, çelişkileri anti-Marksist yönleri bulup ortaya çıkarmak için okunur.
Kullandığımız politika/felsefe yapma yönteminin, daha pek çoğu sıralanabilecek bu gibi patolojik özellikleri yüzünden, "İmparatorluk" gibi göndermeleri, referansları çok olan zor sayılabilecek bir metni tartışmaya çalışmaktansa, verimli bir düşünsel etkileşimin günlük hayat içinde yaratılamamasının nedenlerini aramak daha önemli görünüyor. Bu yüzden, bu yazıda kitapta geçen teorik konular üzerine görüş bildirilmeyecektir. Amaçlanan, düşünsel etkileşimin önündeki engelleri kaldırma yönünde bir şeyler yapabilmenin olanaklarını aramaktır.
Bu yazının, bir "biz" ve "onlar" diyalektiğinde taraf olmasını önlemek için belirtmek gerekir ki, bu satırların yazarının herhangi bir politik cemaatle ilişkisi yoktur, tamamen bağlantısız bir konumdan kendi özgün düşüncelerini dile getirmektedir. Eleştireceği insanlarla da hiçbir ilişkisi olmamıştır.
Politik Cemaatler Neden Etkileşime Kapalıdır?
Bu soru, politik cemaatlerin kapalı olduğunu varsayıyor. Bu varsayımı çürüten oluşumlar da olabilir ancak ülkemizde kapalılığın yaygın durum olduğunu varsaymak gerçeklikten çok uzak bir saptama olmayacaktır. Söz konusu kapalılığın kuşkusuz pek çok tarihsel, sosyolojik nedenleri olabilir. Yazılı kültürümüzün çok yeni olması gibi... Ancak bu yazıda, bu kapalılığın bireysel yönüne vurgu yapılacak, ve politik cemaatlerin bireysel varoluş sorununa cevap olarak oluşmasının kapalılığın önemli nedenlerinden biri olabileceği gösterilmeye çalışılacaktır.
Diğer bütün alanlarda olduğu gibi Türk aydını/entelektüeli, insanlığın evrensel birikimine düşünce alanında da katkıda bulunabilecek düzeye gelememiştir. Bir çeşitlilik ve zenginlik gibi görünen entelektüel/aydın çevrelerin parçalı-çoklu yapısı, düşünsel üretimin doğal bir sonucu olmaktan çok, bir underground romantizmin kolay paylaşılabilir duygudaşlığının sıcaklığı ile belirleniyor görünmektedir.
Bir underground oluşumun ortaya çıkmasında, detaylandırılmış bir teorik birikime, en temel öncüllerini sorgulayabilen, yıkıp yeniden eklemlendirebilen kısacası işleyen kamusal/ortak bir düşünsel üretime gerek yoktur.
Zira "politik-underground alt-kimlikler" insanlığı kurtuluşa götürmek gibi özgeci, fütürist düsturlarla yola çıkmak iddiasında olsalar bile, bireysel ve bizzat bu yüzden çok daha yakıcı ve etkileri dolayımsız hissedilen temel ve mutlak insani bir sorunun, varolmanın dayanılmaz ağırlığının bir hafifletilmesi olarak da oluşabilirler...
Bu şekilde, varoluşun azgın dalgalarına karşı güvenli bir liman olarak da algılanabilen "politik-underground alt-kimliklerin" bütün gereksinimi, bir "tercihler" toplamı olan öncülleri kabul edildiğinde, kendi içinde oldukça tutarlı olabilen ve yeni bir "gerçeklik" yaratabilen söylencelerdir.
Bu "gerçeklik" yanılsamasını daha somut, daha dünyevi kılmak için ardından günlük hayatı kodlayacak, programlayacak bir ritüeller dizgesine gerek duyulur... Böylece oluşan yeni "gerçeklik" yanılsaması içinde birey "mutlak yalnızlığın" dehşetinden kaçabilir, kendini "dostların arasında", "güneşin sofrasında" hissedebileceği bir günlük hayat pratikleri içinde yerini alabilir, varoluşun hiçliğinden çıkıp yüce bir amaca doğru yürüyen "anlamlı" bir hayat sürebilir.
Bu yeni "gerçekliğin" temel öncüllerini sorgulamaya kalkan, hatta sadece, o öncüllerin yarattığı huşu veren büyük bir harmoni içindeki kozmolojik uyuma tam olarak monte edilemediği için ayrık duran başka kimlikler, basitçe farklı bir konumlanışın dile getirilmesinden çok daha önemli, çok daha temel bir şeye, bireyin bütün bir günlük hayat anlamlandırma sürecini anlamsızlaştırmaya yöneldiği için tiksintiyle karşılanır. Bu tiksinti uyandıran kimlikler, rakip politik kimlikler değildir. Aksine rakip politik kimlikler, underground-politik alt-kimliklerin oluşumunun bir bileşenidir. Her kimlik kendini rakip "ötekine" sürekli bir referansla kurmuştur ta en başından. Asıl tiksinti uyandıran kurgulanmış kozmolojide bir yerlere oturtulamayan kimliklerdir. Bu tür kimlikler, öngörülmüş, defalarca prova edilmiş sistemin tez-antitez diyalektiği içine yerleştirilemediği için, sistemin kuruluş ilkelerine bir saldırıdır. Bu yüzden aşina aktörlerden biri haline indirgenmek zorundadır. Aksi takdirde sahnedeki oyuncu, defalarca çalışmış olduğu tiradını dile getiremeyecek, doğaçlama yapmak zorunda kalacaktır. Ancak doğaçlama gerçek sanatçıların işidir, sanatçı oyunu gerçekten yaşadığı için gerektiğinde onu yeniden de yazabilendir.
İnsanların varoluşun ağırlığını unutmaya ya da en azından hafifletmeye çalışmalarında eleştirilecek hiçbir şey yoktur, son derece insani bir gerekliliktir. Ancak aynı soruna başka bir yanıt olan dinler pratiğinde olduğu gibi, politik-entelektüel pratiğin ritüelleştirilmesi bireysel varoluş sorununa kalıcı bir çözüm getirmeyeceği gibi, insanlığın acılarını da hafifletmeyecektir.
Ritüelleşmenin zorunlu sonucu olarak politik-entelektüel pratik kendini sürekli tekrar eden bir yapı haline gelir. Bunun çözümü olarak varoluş sorununu politik-entelektüel pratikten dışlamak ve bu pratiği katıksız bir profesyonel teknokratlar alanı haline getirmek sunulamaz. Zira varoluş sorunu hayatın bizzat kendisidir.
Ama belki, varoluş sorununun farkına varmak ve bilincin altından alıp en üst katmanlarına çıkarmak sunulabilir. Belki böylece politik-entelektüel pratikler, günlük hayat pratiklerinin kendini sadece başka mekanlarda biraz özelleşmiş bir söylem ve eylemle tekrar etmesiyle farklılaşan basit bir uzantısı olmaktan çıkarılabilir. Varoluşun ağırlığının gerçekten farkında olan bireylerin kendi özgün bireysel düşünsel evrimlerinin yolculuğundan geçerek birbirlerini bulduğu ve etkileştiği bir alan haline getirilebilir.
Bu başlangıç için, bireyin bütün ilişkilerinden soyutlanmış haliyle, evrendeki tek insan olarak kendisine katlanabilme düzeyine gelmesi gerekir. Ancak böylelikledir ki, bireyler kendi mutlak yalnızlıklarından kaçmanın bir yolu olarak başka bireyleri ve politik-entelektüel oluşumları kullanmaktan vazgeçebilirler.
Kuşkusuz herkesten bir Zerdüşt-Nietzsche olması, uzun bir inzivadan sonra Pazar yerine inip "Tanrının öldüğü"nü buyurarak bütün insanlara karşı tek başına durmayı bile göze alacak kadar "kendine katlanabilmesi" beklenemez. Ancak politik-entelektüel pratikler, kendine katlanamayan bireylerin, yücelterek kendilerini unuttukları oluşumlar olmaktan çıkarılamazsa, bir yücelterek-kendini-unutuş hiyerarşisinin en alttaki basamağı olmaktan öte gidemeyeceklerdir.
Politik-entelektüel pratik böylece daha etkili ve pratik bireysel yüceltme yapılarına terfi etmek için kullanılan bir okul olarak kalacaktır.
Şadi İdem - Nesrin Bekler'in yazısının eleştirisi
Şadi İdem - Nesrin Bekler'in "İmparatorluk" eleştirisi, temelde Negri-Hardt'ı "Toplumsal Ekolojik" bakış açısının kozmolojisinde bilinen bir yere oturtma operasyonu olarak kurulmuş.
Kozmolojilerindeki ana pozisyonlar, doğanın ve insanın sadece birer ekonomik kategoriye indirilmesine karşı çıkmakla belirlenen kendi "Toplumsal Ekolojik" pozisyonlarıyla, bunun tam karşısında yer alan ve muhtemelen en tipik örneği Marksizm olarak algılanan "iktisadi ideoloji" pozisyonları gibi görünüyor. Bu kozmolojideki ana mücadelenin bu iki pozisyon arasında sürdüğü görülüyor.
Ancak "İmparatorluk" bu mücadelenin içine kolayca çekilebilecek gibi durmuyor, çünkü alışılagelmiş klasik Marksist söylemi kullanmıyor, ayrıksı duran bir şeyler var. "Toplumsal Ekolojik" bakış açısına yakın görüşler de taşıyor ama saf bir "Toplumsal Ekolojik" bakış açısı da denemez çünkü iktisadi nosyonlara başvuruyor.
Bu yüzden çok zor bir durumla karşı karşıya kalınıyor; ya aralarındaki ilişkinin bütün dinamikleriyle birlikte tüm aktörleri ve pozisyonları tanımlanmış, mücadele söylemi ve retoriği sürekli çalışılmış koca bir kozmoloji yıkılıp yeniden kurulacak, ya da bu "İmparatorluk" un arkasındaki gizli yüz açığa çıkarılacak. Altı üstü bir kitap için bütün bir kozmoloji revize edilemeyeceğine göre tabii ki ikinci yol seçilecek. O gizli yüz de hiç sürpriz değil Marksizm. "İmparatorluk" maskesi arkasındaki Marksizm ortaya çıkarılsın ki, o her şeyin yerli yerinde olduğu, dostuyla düşmanıyla gül gibi yuvarlanılıp gidilen mutlu eski günlere geri dönülebilsin. Ve eleştirmenlerimiz yazıların başlarındaki çekingenliği, "İmparatorluk"taki Marksist etkileri bilimsel bir titizlikle ortaya çıkardıkça aşıyorlar, okuyucuyu ve kendilerini ikna etmeye başladıklarını hissettikleri anda niyetlerini cesurca dile getiriyorlar;
"Burada amacımız, Hardt ve Negri'nin ekonomist Marksist bakış açısını ortaya sermektir."
Varılan sonuç gibi duran saptama aslında bütün yazının üzerine kurulduğu çıkış noktası. Başlamadan önce nereye varılacağına karar verilince, "analiz" de kaçınılmaz olarak bilinen sona doğru ilerliyor. Bütün eleştiri bir Agatha Christi kurgusuyla gelişiyor. Hercul Poirot iz peşinde. Cinayet mahallinden toplanan deliller; "Çizgisel Tarih Anlayışı", "İktisat Terminolojisi", "Altyapı/Üstyapı değinmeleri". Deliller, cinayetlerin aynı kişi tarafından işlendiğini akla getiriyor; Karl Marks. Artık yapılması gereken cinayetin nasıl işlendiğinin ortaya çıkarılması.
Yazının daha hemen girişinde Negri&Hardt hakkında yapılan saptama, yazarların kendi kozmolojilerinde, bütünü içinde bir yere oturtamadıkları metinleri aceleci bir transformasyonla "algılanabilir", "tasdik edilmiş" konumlardan birine uyarlama ihtiyacı içinde olduklarının ipuçlarını veriyor. Bu yöntem yüzündedir ki, "İmparatorluk" kitabın belki de bütün ruhunu özetleyebilecek olan "'zorunlu olarak bir doğrultuda' ilerleyecek tarih inancı" eleştirisi, nasıl yapıldığı detaylandırılmayan bir manevrayla geri çevrilip kitabın yazarlarına karşı yöneltilebiliyor.
Bizzat kitabın özetleyici tezlerinden biri, yazarların kendi ana tezlerinden biri, kendilerine karşı kullanılıyor. Çok derin tahlilden geçirilerek bu sonuca varılmış ve yazarların görünürdeki çizgisel tarih anlayışına karşı oluşlarına rağmen, aslında aynı çizgisel tarih paradigması içinde yer aldığının ipuçları bulunmuş olabilir. Yapılması gereken, bu ipuçlarının nesnel bir analizle açımlanmasıdır.
Ancak ortaya konan saptama, çok temel, belirleyici, öznel yorumların yeri olamayacak kadar ana bir ayrım üzerine, hatta paradigmatik bir ayrım üzerine bir tez olduğuna göre, subjektif sanıları, belirlenimleri, varsayımları kesin bir yargı olarak sunmak doğru bir yöntem değildir.
Bu saptamalar, eleştirmenin kendini oluşturan sanılarına, "ötekinde" bulmak istediği dolaylı suç unsurlarına değil, bizzat yazarların kendi söylediklerine dayandırılmak durumundadır. Alıntılar, işte böyle sahibini son derece bağlayan kesin saptamaların yapıldığı yerde kullanılmalıdır ki, eleştiriyi okuyan insanların gerekirse kitabın ilgili bölümüne giderek, Negri-Hardt'ın hangi analizlerinden dolayı çizgisel bir doğrultuda ilerleyen tarih anlayışına sahip olduklarını kendi gözleriyle görebilsinler...
Ama eğer eleştirmen, zayıf bir metafizikle cümlelerin arkasında gizil bir anlam aramaya kalkarsa, Negri-Hardt birer yeldeğirmeni, eleştirmenler de Don Kişot oluverir bir anda.
Hardt ve Negri, kitap boyunca geleceği açıklama yükü altındaki kahinler gibi davranıyorlar... Tarihin ve geleceğin 'eğilimlerinden' bahsetmek yerine, 'zorunlu olarak bir doğrultuda' ilerleyecek tarih inancından hareket ediyorlar.
Bu saptamaya taban tabana zıt olarak, Negri&Hardt'ın tarih anlayışlarının tam da aksine mutlak bir olumsallık üzerine dayandığı, tarihin bir "amacı" olmadığını savundukları da iddia edilebilirdi. Ve bu kesinlikle yukarıdaki saptamadan daha az "bilimsel" de olmazdı. Ancak nasıl yukarda yapılan saptama, detaylı bir çalışmayı gerektiriyorsa, bu da destekleyici çözümlemelerle gösterilmek durumundadır. Sadece saptama yapılıp geçilirse, bu sadece subjektif bir varsayımın/temenninin kesin bir yargı gibi sunulması olur. Bu sadece eleştirmeni bağlayan subjektif bir yargı olmaktan öte gidemez.
Ülkemizdeki okuma pratiklerinin belki de en büyük eksikliğinin, metinlerin tarihsel boyutunun gözden kaçırılması ve her metinin bağımsız, izole bir kendilik olarak algılanması olduğu söylenebilir. Eğer bu tarihsel boyut kaçırılmasıydı, eleştirilen her metinin bizzat kendi dile getirilişleriyle yetinilmez, öne sürülen tezlerin kaynakları da dikkate alınabilirdi ve böylece yazarların aslında taban taban zıt oldukları tezleri, onların teziymiş gibi sunma hatasına düşülmezdi.
Konumuz "İmparatorluk" özelinde ise, kitabın yazarlarının, felsefe tarihine Sokrates'tan beri hakim olan ve Hegel ile en kusursuz seviyesine ulaşan, sistem kuran, tutarlı bir Kozmoloji oluşturan binlerce yıllık egemen felsefe geleneğinden, en tipik örneğini Nietzsche'nin oluşturduğu radikal "kopuşun" içinde yer aldığı hatırlanabilirdi. Bu hatırlama için de aslında çok kapsamlı bir felsefe çalışmasına gerek yoktur. Çok temel, yüzeysel, basitçe bir felsefe sözlüğü karıştırılması ile bulunabilirdi.
"İmparatorluk" yazarları bizzat kitabın içinde pek çok yerde kaynaklarını dile getirir. Spinoza, Deleuze-Guattari, Foucault, Derrida, Nietzsche bu kaynakların en önemlileridir. Yapısalcı, post-yapısalcı bu düşünürlerdeki Nietzsche etkisi en ince felsefe sözlüklerinde bile dile getirilir. Nietzsche-yapısalcılar çizgisinin en önemli belirleyici özelliklerinden biri ise, kapsayıcı bir kozmoloji, ve çizgisel bir tarih anlayışına, evrensel rasyonel bir aklın varlığına karşı çıkıştır. Bu tür kaynaklardan beslenen yazarların "çizgisel bir tarih" anlayışa sahip olduklarını iddia etmek, daha eleştirinin en başında, amacın "İmparatorluk"u anlamak değil de, onu bilinen, algılanan, alışıldık bir konuma oturtmak ve böyle yaparak, alışılmış ve kişiyi artık belirlemeye başlayan varoluş tarzına yöneltilen bir saldırıyı daha savuşturmak dürtüsüyle yazıldığının itirafıdır. Her şey bir kez daha yerli yerine oturtulacak, ve evren hep olageldiği gibi aynı kurgusuyla varolmaya devam edecektir.
*******************************
Daha sonra ortaya serileceği gibi, Ş.İdem ve N.Bekler 'in kozmolojisinde, bir yanda , doğayla uyum içinde yaşamanın, onu sömürmeye son vermenin mücadelesini veren "Toplumsal Ekolojik" bakış açısını savunanlar var, diğer yanda ise şu ya da bu şekilde "İktisadi aklın" belirlenimleriyle hareket edenler . "İktisadi aklın" belirlenimleriyle hareket edenler çok çeşitlilik gösterebilseler de sonuçta hepsi ekonomist bakış açısının etkisi altındadırlar. Tıpkı Ortodoks Marksizmin kosmolojisinde, "bilimsel" tarihsel materyalizmin izleyicilerinin dışında, sadece sömürüyü devam ettirmek isteyen ve onların bilinçli ya da bilinçsiz hizmetlilerinin olması gibi. Ya da tıpkı feminist kosmolojide erkekler ve onlar tarafından sömürülen kadınların olması gibi. Müminler-Kafirler, Vatanseverler Milliyetçiler- Batı Hayranı Vatan Hainleri, Her Türlü iktidar yapısına karşı olan anarşistler- Bir şekilde iktidarın kölesi olmuşlar.
Rasyonel akıl, bünyede yanlışın/kötünün doğruyla/iyiyle yan yana bulunmasını kabul edemez. Yanlışın /kötünün sürekli ve kademeli bir eliminasyonu sonucunda katıksız bir doğrudan/iyiden oluşan bir yapıya ulaşmayi hedefler. Nieztsche'nin sadece bir kitabının başlığının, "İyinin ve Kötünün Ötesinde", bile çok şeyler dile getirdiği diğer kutuptaki felsefe ise, toplumu sonal ideal bir mutlak iyiye doğru manipüle etme çabasının kaçınılmaz olarak totaliter bir yapıya varmak zorunda kalacağına işaret eder. Doğada iyi ve kötü yoktur. Yanlış olan hiçbirşey yoktur. Toplumu da iyi ve kötünün olmadığı bir doğalcı yaklaşımla analiz etmek kuşkusuz egemenlerin işine yarayacaktır, ama Nieztsche, Deleuze, Negri çizgisindeki düşünürlerin toplumu da böyle algılamaya çalıştıklarını söylemek çok doğru olmayacaktır. Aslında sorunsallaştırılan, "evrensel bir aklın işlemleri" tarafından, toplumsal fenomenlerin iyi/kötü, doğru/yanlış şeklinde kategorileştirilmesinin kaçınılmaz olarak iyinin/doğrunun anahtarını elinde tuttuğunu iddia eden iktidar yapılarını öngerektirmesidir. Ancak böyle bir iyi/kötü, doğru/yanlış standardına sahip olmadan da politika yapılamayacağı gerçektir. Giriş bölümünde belirtildiği gibi, bu yazının amacı Negri&Hardt'in politik felsefesinin bir analizini ya da savunusunu yapmak değildir. Böyle bir çaba ya da karşı yönde bir çaba Ş.İdem- N.Bekler'in de belirttiği gibi çok kapsamlı ve ortak bir çalışmayı gerektirmektedir. Bu paragrafta kısmen açıklanmaya çalışılan Rasyonel Akla karşı yaklaşımın gündeme getirilmesi de, toplumsal politik düzeye yönelik analizlere girme isteği değildir. Amaç hala politik-entelektüel çevrelerdeki, tartışmalı metinlerin okunmasında kullanılan yöntemlerin eleştirilmesidir. Rasyonel aklın indirgemeci mekanizmalarının bu okuma pratiklerindeki izlerini sürmektir hedeflenen. Bu bağlamda da Ş.İdem- N.Bekler eleştirilerinin henüz başlarında dile getirdikleri bazı düşünceler, bu mekanizmaların işletileceğinin ipuçlarını veriyor gibi görünmektedir.
En zor ve en tehlikeli eleştiriler yarı doğru, yarı yanlış argümanlarla bezenmiş yapıtların eleştirisidir. Zordur çünkü yanlışı işaret ederken doğru argümanın değerini azaltma riskiyle baş başa kalırsınız. Tehlikelidir zira, doğru olan argümanlar yanlışın üstünü kesif bir sis perdesi gibi örterek anlaşılmasını engeller. Böylece var olan kadar, varolanda saklı potansiyellerin de görülmesini önler. Bu ikincisi tehlikeli olduğu kadar zararlıdır da.
Yukarıdaki paragrafta kullanılan retorik, , ait olunan kozmolojide, sınırları ve rolü belirlenmiş bir konuma yerleştirilemeyen metinlerin, önceden verili olan, tasdiklenmiş bir konuma transformasyonun sancısız olabilmesinin hazırlıklarının yapıldığının ipuçlarını vermektir. Okuyucu, yapılacak transformasyon işlemine önceden hazırlanıyor ve devam edecek satırlarda, nasıl bir metinle karşı karşıya olacağının bilgisi veriliyor. "Karşımızda tamamen yanlış, ya da tamamen doğrulardan oluşan bir metin yoktur. Kimi zaman doğruların da ön plana çıktığını görüyoruz" İşte bu özellik, metinin kabul edilmiş kozmolojiye monte edilmesini engelliyor. Tamamen yanlış olsaydı, katıksız Marksist "iktisadi ideoloji" olarak yeri hemen hazırdı. Hemen yerine konacak ve bu kitap üzerine belki de bir eleştiri yazma ihtiyacı doğmayacaktı. Ancak bu role uymayan bir şeyler var. Bu aykırılıkları analiz etmek "tehlikeli" bir süreç çünkü haklarını verdiğiniz zaman "zararlı" yanlışların üzerini örtecek, bir Truva atı işlevi görebilecektir. Bu bünyede "zararlı" yanlışlar vardır doğruların yanında. Ancak bu haliyle ona kozmolojide yeni bir konum açmak, mutlak bir tutarlık ve kusursuzluk içinde olduğu varsayılan kozmolojinin eksikliğini kabul etmek anlamına gelecektir. Kozmolojinin eksik olduğu söz konusu bile edilemeyeceğine göre, bu metin olsa olsa kuzu postuna bürünmüş bir kurttur.
"Kitabı kısaca özetleyecek olursak, İmparatorluk küresel kapitalizm çağını irdelerken gelecek için 'öngörülerde' de bulunur."
Transformasyon mekanizması yavaş yavaş ivmeleniyor. "Toplumsal Ekolojik" kozmolojide "öteki" konumunda bulunan aktörler "öngörülerde" bulunur. "Öteki" aktörler, iktisadi yapıların yasalarının bütün toplumsal dinamikleri belirlediğini düşünürler. İktisadın yasaları bilimsel kesin olgular olduğu, dinamikleri ampirik verilerle tanımlanabildiği için , gelecekti seyirleri de önceden "öngörülebilir". Önümüzdeki bu kitap ta "öngörülerde" bulunur. Öyleyse bu metin de "Toplumsal Ekolojik" kozmolojideki, "Öteki" nin bir türevidir.
Öngörüde bulunmak, klasik egemen felsefe geleneğinde olduğu gibi bütün fenomenlerin arkasındaki dinamikleri yöneten evrensel bir aklın, bir "Mutlak Tinin" olmasını öngerektirir. Oysa Niztsche-postyapısalcılar-Negri&Hardt çizgisindeki felsefe kendini böyle bir evrensel aklın, zorunlu bir neden-sonuç ilişkisinin eleştirisi olarak da kurmuştur biraz. Bu düşünürlerin Tarihsel Materyalizm ya da Liberizmde olduğu anlamıyla "öngörüde" bulunmaları, kendi felsefi oluşumlarının kurucu öğelerini yadsımaları anlamına gelir. Yine sahibini son derece bağlayan, belirleyici bir saptama. Ancak yine, Tarihsel Materyalizmin yaptığı anlamda bir "öngörünün" yapıldığı somut bir alıntı yapılmamış..
Negri&Hardt'ın etkilendiği düşünürler, özellikle "Bin Yayla" da Deleuze-Guattari , "öngörüde" bulunmaz, bulunabileceğini düşünmez. Toplumsal fenomenler ile toplumsal özneler arasındaki ilişkiler süreğen bir değişim içindedir. Birbirlerine olan uzaklıkları ve açıları sürekli değişir. Ve bu değişiminin dinamiklerini mutlaklaştıracak bir epistemoloji de yoktur. Sadece anın betimlemesi yapılabilir ve pek çok olası gelişim çizgilerinden bazılarından bahsedilebilir. "Öngörülerde" bulunuluyor gibi görünen yerlerde aslında yapılan sadece mevcut durumun eğilimlerinin bir betimlemesidir. Ve bu betimleme Marx'da olduğu gibi analitik bir ortaya koyuş değildir, daha çok edebi, literer anlamda bir betimledir. Tıpkı bir öyküde, bir sonbahar gününde kırların betimlemesi gibidir. Hava ağir ve kara bulutlar kümelenmiştir. Ama okuyucu bundan zorunlu olarak yağmur yağacağı beklentisi içine girmek zorunda değildir. Aslında hem yazar, hem de okur bu yağmur yağma beklentisi ile ilgilenmezler de.
Belki de "İmparatorluk" taki bu edebi betimlemelerden, analitik "öngörüler" çıkarmak aslında okurun kendisinin beklediği ve istediği bir şeydir. "Öngörülerden" hoşlanmasa bile, içine verili olduğu toplumunu "öngörü" yapma üzerine kurulmuş olan düşünsel süreçlerinden etkilenmeden çıkmış olması çok ta kolay değildir. Havaların nasıl, enflasyonun yüzde kaç, memleketin halinin ne olacağını öngörmek üzerine kurulu bir düşünsel yapı içine verilmiş olduğundan, toplumsal fenomenleri bir çeşit edebi betimlemeyle dile getirilmesini anlayamıyor. Dolayısıyla politik-felsefe üzerine bir kitabın da, hatta özellikle böyle bir kitabın, "öngörülerde" bulunmak zorunda olduğunu varsayıyor. Bu yüzden olsa gerek, "İmparatorluk" adlı kitabın etrafında dönen tartışmalarda en sert eleştirileri, Ulus-devletin de facto çözülme ibareleri gösterdiği süreçlerin betimlenmesi, iradi müdahalelerle Ulus-Devletin "de jure" yok edileceğini belirten bir "öngörü" gibi algılanıyor. Etnik çatışmaların yükseldiği bir çağda ise, böyle bir "öngörüde" bulunmak, savunulması mümkün olmayan zayıf bir politik teorinin dile getirilmesinin kesin kanıtı gibi algılanıyor.
Ş.İdem- N.Bekler'in yukarda alıntılanan saptamalarından, aşağıdaki alıntıdaki yapılan yargının bulunduğu satırlara kadar, Negri&Hardt'ın politik tezlerinin ana hatları ortaya konuyor, ve Kapitalizmin almış olduğu yeni biçim hakkındaki görüşleri özetleniyor. Bu özetler üzerine görüş bildirmek bu yazının amacı değildir, ancak bu özetlerden aşağıdaki eleştirilerin çıkarılabilmesi son derece problemli görünüyor.
Ancak bu, hiçbir şekilde kapitalizmin 'doğal' bir görüngü olduğu anlamına gelmediği gibi, emperyalizm ve imparatorluk aşamalarının ardından 'zorunlu sona' yaklaştığı anlamına da gelmemektedir. Bunu bir 'zorunluluk' olarak ifade etmeyi, geleceği öznelliklerin yaratacağı fikrinden beslenen 'devrimci söylem' in karşısına dikilen bir engel olarak algılıyoruz.
Ş.İdem- N.Bekler, söz konusu bölümlerde ,Polanyi'den yaptıkları alıntılar ile de, yukarıdaki yargıya kaynaklık eden, kapitalizmin bir "doğal" süreç olamayacağı, ince düşünülmüş dışardan yerinde müdahalelerle revize edilen, sürekli yeni yapılarla, kurumlarla kendini yenileyen, ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara göre dönüştürülen bir sistem olduğu görüşünü dile getiriyorlar. Bu yüzden ABD, Rusya, Çin gibi ulus-devletlerin "emperyal" güçler olma yolunda ilerledikleri bir ortamda, ulus-devletin yok olmakta olduğundan bahsedilemeyeceği vurgulanıyor. Bu mantık zincirinin arkasında yatıyor gibi görünen akıl yürütme, şu kutupluluğa dayanıyor gibi görünmekte;
"..., kendini "tahayyüllerin ötesinde" yenileyebilen ve dönüştürebilen bir sistem.. " olarak kapitalizm/emperyalizm, ulus-devlet varlığıyla bağlantılandırılıyor.
"Zorunluluk" / doğal süreçlerinin dayatması sonucu da, ulus-devletlerin ortadan kaldırıldığı "İmparatorluk" durumuna varılıyor.
Yani bu senaryoya göre, Negri&Hardt ,bir doğal/"zorunluluk" yasası uyarınca, kapitalistlerin bile kontrolü dışında ulus-devletlerin kaybolduğu, "İmparatorluk" durumuna gelindiğini savunuyorlar. Oysa Ş.İdem- N.Bekler'e göre "..., kendini "tahayyüllerin ötesinde" yenileyebilen ve dönüştürebilen bir sistem.. " olarak kapitalizm, birileri tarafından sürekli yönlendiriliyor, manipüle ediliyor ve kendi çıkarları doğrultusunda daha da etkilileştiriliyor.
Bu yorumlarda merkezi bir öneme sahip "zorunluluk" kategorisi "İmparatorluk" durumuyla ilintilendiriliyor. Gerçekten de "İmparatorluk" diye nitelenen durum, klasik Marksizm göre de kapitalistin bir birey olarak , "öznelliğinin" bir dışavurumu olarak seçilmiş bir tercih değildir. Sermayenin kaçınılmaz olarak genişleme zorunluluğunun bir sonucudur. Ama aynı zamanda kapitalistin kendi seçimidir de. Zira kapitalist , bütün bireyselliği ile sermayenin vücuta gelmiş halidir. Dolayısıyla sermayenin zorunluluğu kapitalistin bireysel seçimidir de. Doğal/zorunluluk dinamiklerinin sonucu olarak, kapitalizm "..., kendini "tahayyüllerin ötesinde" yenileyebilen ve dönüştürebilen bir sistem.. " dir. Kısacası aslında doğal/zorunluluk dinamikleriyle kendiliğinden ilerleyen kapitalizm ve dışardan müdahalelerle, korumalarla, yeni durumlarla, kendini dönüştürmelerle ilerleyen kapitalizm diye bir kutupluluk durumu yoktur. Her ikisi de bir ve aynı şeydir. Sermaye kendi ihtiyaçlarına göre yeni kurumları yaratamayacağına göre, bunları kendisi için yapacak bireylere, yani kapitalistlere ihtiyaç duyar.
Dolayısıyla Ş.İdem- N.Bekler'in "zorunluluk" ve "öznellik" ayrımı, bu iki kategorinin kendi kozmolojilerindeki zıtlığından dolayı, bir arada "devrimci" bir etkileşim içinde olabilecekleri olasılığını dışlıyor. Çünkü "zorunluluk" o kozmolojide, "kötü" rakip aktörün kategorisidir. "Öznellik" ise "Toplumsal Ekolojik" bakış açısının. Bunlar aynı "devrimci" pratik içinde yan yana gelemez. İşte daha eleştiriye başlamadan sahip olunan bu kutupsallık, eleştirinin bütün seyrini de belirliyor. Dolayısıyla "İmparatorluğun" bir okumasından bu kutupsallığın doğruluğuna dair sorular oluşturmak yerine, bu kutupsallığın ihtiyaçlarına göre "İmparatorluk" adlı kitap dönüştürülüyor. Yazarların, "İmparatorluğun" sermayenin bir "zorunluluğu"/doğal gelişimi sonucunda oluştuğu izlenimini veren retrospektif betimlemelerinden, fütürist bir "zorunluluk" ilkesine dayanan politik eylem planı öne sürdükleri sonucuna varılıyor. Bu bir "ad hominem" eleştiri yöntemidir. Yani, eğer bu adamlar kapitalizmin "İmparatorluk" durumuna "zorunluluk" mekanizmalarıyla geldiğini savunuyorlarsa, öyleyse gelecekte de zorunlu olarak bir yerlere gideceğini savunacaklardır. Oysa, olaylar olup bittikten sonra, onları doğuran neden-sonuç ilişkisi, başkaları arasında öne çıkan bir "öznellik" kategorisinin seçimi olmasına rağmen , bir zorunluluk olarak görülecektir. Aynı şekilde bugünün konjoktüründeki pek çok "öznellikler" arasında birisi, geleceğin "zorunluluğunun" bir belirleyicisi olacaktır.
Aslında Hardt ve Negri, kitap boyunca geleceği açıklama yükü altındaki kahinler gibi davranıyorlar. Öznelliklere ağırlık verdiklerini iddia etmelerine karşın geleceğin yol alabileceği bir çok seçeneği - bu bağlamda, aslında bugünün potansiyellerini de- azaltarak, tarihin ve geleceğin 'eğilimlerinden' bahsetmek yerine, 'zorunlu olarak bir doğrultuda' ilerleyecek tarih inancından hareket ediyorlar. Aslında bu durum 'öznelliklerin' gücünü 'nesnel' bağlantıda eritmekten başka bir işe yaramaz.
Ş.İdem- N.Bekler, bu şekilde Negri&Hardt 'da bir "zorunluluk" kategorisine bulunduktan sonra,
(ki , teorik olarak çok titiz bir çözümleme gerektiren böylesine sahibini son derece bağlayan saptamaları destekleyecek hiçbir kanıtlayıcı alıntı olmamasına rağmen) bilinen kimliklere transformasyonu daha da ilerletmek için, Negri&Hardt' da , kendi "Toplumsal Ekolojik" kozmolojilerindeki en uygun "rakip" kimliğin diğer belirleyici niteliklerinin de izini aramaya koyulurlar. Negri&Hardt'ta" zorunluluk" kategorisinden sonra bulunması gereken "iktisadi aklın" izleridir. Böylelikle Negri&Hardt itiraf etmeseler de, aslında bildik bir Marksist iktisadi ideolojinin tekrarını yapmaktan öte gidemedikleri daha da açık olacaktır. Bunu yaparken o kadar ileri gidiyorlar ki, nerdeyse salt "Ekonomi" terimini kullandıkları için Negri&Hardt'i iktisadi aklın temsilcileri olarak suçluyorlar. İnsanları iktisadi ilişkilerin boyunduruğundan kurtarmak için kullanılacak yöntem, bütün iktisadi teknik analizleri bir tabu haline getirmek olmamalı. Ekonomi kelimesini bile yasak elma haline getirmek çözüm değildir.
Hardt ve Negri'nin işaret ettiği maddi olmayan emekle birlikte diğer tüm emek biçimlerinin "bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerine tabi oluşu " fikri, proletaryayı kapitalistten ayırt etmez tam tersine, aynı üretim ilişkisinde yollarını birleştiren bir duruma işaret eder.
İnsanların "bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerine tabi" olduğunu söylemek, bireyleri yüce ekonomi biliminin nesneleri durumuna indirgemek değildir. Bu basitçe ampirik bir verinin dile getirilmesidir. Bu gezegende yaşayan 6-7 milyar insanın hayatta kalabilmek için çalışmak zorunda olduğu gibi son derece genel bir olguyu dile getirmektir, uygarlığın bundan sonra alacağı gelişiminin yönü hakkında bir isteği ortaya koymak değildir.. Bir ütopyaya doğru ilerlemek için, mevcut verili durumu analiz edebilmek ve ardından aşabilmek için, açıklayıcı bir terminolojiye ve teoriye sahip olmak kaçınılmazdır. Değişik emek kategorilerini yada Proletaryayı "Ekonomik bir kategorinin kişileştirilmiş hali " olarak görmek, ekonomik kategorilerden nihai kurtuluş yönünde ilerlemek isteyen teorik çabanın başvurmak zorunda kaldığı bir soyutlamadan başka birşey değildir. Bütün bir toplumsal sınıfın bireylerinin tek tek "öznelliklerini" analize katarak ilerlemek yöntemsel olarak mümkün değildir. Bu basitçe benzeşen tikellerden, tümeller yaratmaktır. Yalnızca ekonominin değil tüm bilimlerin bavurmak zorunda olduğu yöntemsel bir kolaylıktır.
Ve transformasyon işlemi tamamlanıyor.
Bu bakış açısı insanları nesneleştirmekle kalmaz, tahakkümün ve sömürünün devamına yataklık eden "iktisat ideolojisi"ni yeni bir formda, "enformatik formda" ve yeni bir tarzda "post-modern tarzda" yeniden üretir. Bunun ise, insanı insan yapan toplumsal ve politik ilişkilerden yeşerecek, insanların bizatihi kendilerinin "yaratacağı", ekolojik yönelimli, özgürlükçü ve demokratik bir toplum yaratma yönündeki çabaların önünde önemli bir engel oluşturacağını düşünüyoruz.
İlk adımda , Negri&Hardt'ın en temel düzeyde felsefe tarihinden haberdar olan insanlar için skandal olabilecek bir saptamayla daha yazının ilk paragrafında Negri-Hardt'ın çizgisel bir tarih anlayışına sahip olduğu bildiriliyor. ( Ve sadece bildirilmekle de kalıyor, bunun altını doldurmak için bir yazarlardan yapılan bir alıntıya dayanan bir analiz yok ). Sonra gene aynı "yöntemle"; yani "bildirilerek", "ilan edilerek" Negri&Hardt'ın toplumsal fenomenleri açıklamak için"zorunluluk" kategorisini kullandıkları saptaması yapılıyor. Bunun "öznellikleri" yok edeceği uyarısı yapılıyor. Sonra, sadece ekonomi kelimesini kullandıkları için iktisadi aklın etkisi altında kaldıkları bildiriliyor. Ve böylece Negri&Hardt'ın "iktisat ideolojisini" yeni bir bir formda tekrarı olduğunu hükmü verilerek huzura eriliyor. Hüküm verildikten sonra, sanki hüküm tarafsız bir makam tarafından verilmiş gibi, ya da çok sağlam bir akıl yürütme sonucunda kuşukuya yer bırakmayacak şekilde Negri-Hradt'ın iktisadi ideolojileri gözler önüne serilmiş gibi, başlangıçta duyulan, kendinden emin olamama durumu, teorik ürkeklik, güvensizlik bizzat kendi verdikleri hükümden sonra sağlam bir gerçeklik zeminine ayak basmış olma yanılsaması yaratarak yerini kesin bir gözüpekliğe bırakıyor; Birkaç paragraf ilerde , Ve işte o an;
"Burada amacımız, Hardt ve Negri'nin ekonomist Marksist bakış açısını ortaya sermektir "
Bizim de burdaki amacımız, Ş.İdem- N.Bekler'in "İmparatoluk"un belkide daha ilk paragraflarında , hatta belki okumadan önce (muhtemelen sözlü ya da yazılı aktarmalar esnasında), Hardt ve Negri'deki ekonomist bakış açısını ortaya sermeye karar vermiş olduklarını göstermek. Çünkü bir kitap eğer "Toplumsal Ekolojik" bakış açısına sahip değilse, geriye yalnızca "iktisadi ideoloji" olma olasılığı kalıyor. Bir kitabın da "Toplumsal Ekolojik" bakış açısına sahip olmadığı okumadan önce de anlaşılabilir. İçinde bulunulan "Toplumsal Ekolojik" cemaat içinde bu bir şekilde duyulur.
Ş.İdem- N.Bekler sonraki bölümde "iktisadi ideoloji"nin, "çizgisel tarih anlayışının" izlerini Negri ve Hardt'da bulma işine kendilerini öyle bir kaptırıyorlar ki, yazarların "Bu yaklaşım yöntemsel bakımdan her tür tarih felsefesinden ayrı durur, çünkü her tür belirlenimci tarihsel gelişme kavrayışını ve sonuçların her tür "akılcı" kutlanmasını reddeder." şeklindeki çok sarih ve net bir dile getirişine inanmaktansa, yazarların "Emperyal normatifliğin kaynağının", "yeni bir ekonomik-endüstriyel-iletişimsel makineden", kısacası, "küreselleşmiş bir biyo-politik makineden" doğduğunu söylemesinden, ya da "imparatorluğun doğuşunda gerçekten de işleyen bir akılcılık vardır ki bu, tüzel gelenekten daha çok, endüstriyel yönetimin ve politik teknoloji kullanımlarının genellikle gizli tarihi açısından bakıldığında anlaşılabilir. (...bu çizgide ilerlemenin sınıf mücadelesinin dokusunu ve kurumsal etkilerini de ortaya sereceğini aklımızda tutmalıyız...)." demelerini, yazarların gerçek yüzlerini ortaya çıkardığını düşünebiliyorlar. Bu alıntılardan nasıl böyle bir sonuca , üstelik bir önceki alıntı bağıra bağıra aksini söylerken, varabildikleri sorusuna cevap arandığında, ortaya inanılması güç tablo ortaya çıkıyor; Ş.İdem- N.Bekler'in ciddi ciddi, "ekonomi", "endustriyel", "makine" gibi kelimelerinin salt kullanılmış olmasından birilerinin "iktisadi ideolojinin" temsilcileri olduğunu düşünebildikleri akla geliyor . Zira söz konusu alıntılarda bu kelimelerin kullanıldığı yerde dile getirilen şey, insanlığın bütün geleceğinin ancak ekonomik terimlerle açıklanabileceği yönünde bir görüş değil ki. Sadece şu anda gelinmiş olunan ve İmparatorluk diye tanımlanan durumumun normlarının, akılcılığının "daha çok" (yani diğerlerinin yanında, mesela tüzel gelenekten daha çok ) endüstriyel yönetiminin ve politik teknoloji kullanımlarının gizli tarihiyle anlaşılabileceğinin dile getirilmesidir. Ve bu saptama "İmparatorluk" kitabı diyince hemen akla gelecek önemli saptamalardan biri de değildir, çünkü dünya yakın tarihinin birazcık farkında olan hiç kimsenin yadsıyamayacağı çok genel bir saptamadır bu. Tarihin hiçbir döneminde benzeri bile görülmemiş olan, inanılmayacak kadar kısa bir sürede toplumun her alanında dev dönüşümler yaratan bilgisayar devrimini, ekonomik-endüstriyel-iletişimsel makineden ziyade "öznellikler" ile açıklamak için insanın ancak çok inançlı bir "Toplumsal Ekolojik" bakış açısına sahip olması gerekir. Arkadan gelen ve altı çizilmiş olan bir satır var ki, altının neden çizilmiş olduğu esrarengiz bir sır olarak havada öylece asılı duruyor. Ancak öyle bir olasılık var ki, inanması hayli güç, komplo teorisyenlerinin akıl yürütme silsilesini çağrıştırıyor. Yoksa bu altını çizme, ta en başından beri başka bir muamma olarak duran, skandal niteliğindeki Negri&Hardt'ın "çizgisel bir tarih" anlayışına sahip olduklarının neye dayandırıldığının bir cevabı mı? Burda altı çizilen çizgi kelimesinden yola çıkılarak mı, çizgisel bir tarih anlayışı bulunuyor Negri&Hardt'ın kitabında?. Böyle bir olasılığı akla bile getirmek bile insanı Türkiye'in entelektüel geleceği konusunda karamsarlığa itmek için yeterlidir. Ancak maalesef Türkiye'de sahip olduğumuz okuma pratiğinin ne düzeyde olduğu hakkında bir ibret belgesi gibi duruyor aşağıdaki alıntı;
Bu tıkır tıkır "işleyen akılcılığın" sınıf mücadelesi bağlamında "çizgisel bir ilerleme" nosyonuyla tanımlanması, çizgisel evrimci Marksist tarih nosyonu ile örtüşür. Burada amacımız, Hardt ve Negri'nin ekonomist Marksist bakış açısını ortaya sermektir. Her ne kadar öznellik yüklü terimler kullansalar ve göndermelerde bulunsalar da aslında, alt yapı-üst yapı sorunsalından kendilerini sıyıramazlar.
Maalesef çok açık bir biçimde görülüyor ki, Ş.İdem- N.Bekler, yazarların tamamen bir anlatım tarzı, bir metafor olarak kullandıkları "çizgi" kelimesinden, "çizgisel evrimci Marksist tarih" kavrayışına sahip olduklarına çıkarsayabiliyor. Tıpkı Nazım Hikmet'in soyadının Ran olmasından komünist olduğunu çıkarsamak gibi. Ran tersten okursan Nar, Nar kızıldır, demek ki Nazım da kızıldır. Halbuki yazarların burda anlatmaya çalıştığı şey, eğer bir önceki saptamada belirtilen "çizgide", yani "imparatorluğun doğuşunda ... işleyen akılcılığın, tüzel gelenekten daha çok, endüstriyel yönetimin ve politik teknoloji kullanımlarının genellikle gizli tarihi açısından bakıldığında anlaşılabileceği" saptaması "çizgisinde ilersek", bu saptamanın "sınıf mücadelesinin dokusunu ve kurumsal etkilerini de ortaya sereceğinin" belirtilmesidir. Anlatılmaya çalışılan, imparotluğun doğuşundaki endüstriyel yönetim ve politik teknoloji kullanımının, sınıf mücadelesinin de dokusunu ve kurumsal etkilerini de açıklayacağıdır. Çok net bir pasaj olmasada, burdan "çizgisel evrimci Marksist bir tarih nosyonun" izini bulmak için hakikaten inançlı bir "Toplumsal Ekolojik" cemmati müridi olmaktan başka bir alternatif yok.
"Iktisadi İdeoloji" ye karşı duyulan paranoyanın, sağlıklı ve nesnel düşünmenin önüne geçen büyük bir engel olarak çıkmasının ilerleyen bölümlerde daha pek çok örneği var, ancak yazı makul bir uzunluğun aştığı için, terimlerin günlük kullanımlarından farklı olarak, felsefi bir jargona ait bir terim olarak kullanılışların da nasıl yanlış yorumlara yol açtığının bir örneğiyle bitirmek istiyorum. Aynı pasajda kullanılan "akılcılık" için Ş.İdem- N.Bekler şöyle bir yorum yapmışlar;
İnsanın kendisine ve doğaya bu denli yabancılaştığı, kendi yaşamını olduğu kadar doğal yaşamı da tahakküm altına alarak var oluşu için gerekli ekosistemi geri dönüşümsüz şekilde yok etme düzeyine yaklaştığı bir düzende, hangi akılcılıktan bahsedilebileceğini sorabiliriz. Bu açıdan baktığımızda, küresel kapitalizmle istila edilen günümüz toplumu, olsa olsa akıl-dışı olarak tanımlanmaya daha müsaittir. Ancak burada neyin akılcı neyin akıl-dışı olduğu gibi, başlı başına bir konu işgal eden tartışmaya girmeyeceğiz.
Görüldüğü üzere arkadaşlarımız burada "akılcılığa" günlük hayatta olduğu gibi olumlu bir anlama yüklemişler. Akılcı olan bir şey hoştur güzeldir. Negri-Hardt'da böylesine akıl dışı olan "İmparatorluk" denen durumu güzel birşey olarak görüyorlar. Oysa Negri-Hardt'ın "akılcılık" kullanımı negatif bir kullanımdır, akılcılığı yüceltmezler. Bunu açıklamak için bütün bir modernizm-Fransız Aydınlama felsefesi eleştirisine girmek gerekir ki, bu yazıda olabilecek birşey değil...Buradaki kullanımıyla "akılcılık", Aydınlanmanın pozitivist, bilimci akıl anlayışıdır ki, Negri-Hardt'ın geleneğinde şiddetle eleştirilen bir yaklaşımdır.
Tabii kavramlara böyle kendinize göre anlamlar yüklerseniz, bütün bir tabloyu baş aşağı çevirirsiniz. Yazarların, emperyalizme göre bir aşama olarak algılasalar da yine de insanın insanı sömürüsünün yoğun olarak devam ettiği ve yeni dinamikleriyle yok edilmesi gereken bir durum olarak gördükleri "İmparatorluk" u , "akılcı" güzel bir şey olarak düşündüklerini ve bütün tezlerini onu yüceltmek üzerine kurduklarına inanırsınız. Ve insanlara gerçekte olmadıkları kimlikleri zorla atfederek, kendi yarattığınız sahte düşmanlarla kavga eder durursunuz. Kendi kozmolojinizin indirgemeci totaliter yapısını sorgulayacağınıza, iradeleri dışında bütün insanları ve toplumu o şablona uydurmaya çalışırsınız. Bunu için kavramları, metinleri bile değiştirmekten geri durmazsınız.
4. Sonuç:
Tek başına toplumu ve bireyi bütün yönleriyle açıklayabileceği ve mutlak kurtuluşun bilgisine sahip olduğu iddiasındaki her teori totaliter olmak zorundadır. İnsanlığın bütün sorunlarının sadece "Ekolojik" bakış açısıyla çözülebileceğini savunmak,toplumu her yönüyle ekonomik kategorilerle açıklamaya kalkmak kadar gerici ve durağandır. Yüzlerce farklı sömürü mekanizmalarından, sınıf sömürüsü, cinsiyet sömürüsü, etnik kimlik sömürüsü vb. biridir doğanın sömürüsü de. Herkes kendi payına düseni kendi perspektifinden, kendi birebir doğrudan hissettiği yönüyle yaşar, düşmanın pek çok yüzünden kendine dönük olanı görür. Herkesin aynı yüzü görmesini sağlamaya çalışmak değil, herkesin kendi ilişkileri içinde savaştığı kendilerine dönük yüzlerin bileşiminden büyük gerçek yüzü ortaya çıkarmaya çalışmak lazım belki de. Kendimize dönük yüzün asıl gerçek yüz olduğunu iddia etmek ile bir ilerleme kaydetmek pek mümkün görünmüyor.
Sağlıklı bir iletişim dileğiyle.