Arkadaşım Yuli'nin müthiş enerjisine karşılık David'in son derece sakin olması gibi...
Ya da Hollandalı arkadaşım Jonneke'nin dünyanın öbür yakasında, binlerce mil uzaklıktaki Hindistan'dan bir filmciye aşkı gibi...
Aşk kimi zaman imkansızı istemektir...
Kimi zaman farklılıklar uçurur insanı - kendinden sıkılan insan daha değişik birisiyle olmak ister, farklı biriyle, kendi kimliğiyle hiç alakası olmayan bir insanla...
Ama kimi zaman geleneksel olanla modern olan buluşur ve geride yanlış anlamalar, kırık yürekler, anlama ve anlatma, anlaşılma çabaları kalır...
Tombul ahtapotlu bekleyiş
Amsterdam'da mis gibi balık kokulu İspanyol lokantası Centra'da masalarımız hazır oluncaya dek ayaküstü tombul ahtapotları atıştırıyoruz Jonneke'yla... Garson haşlanmış ahtapot parçalarının üstüne kırmızı biber serpiyor, biraz zeytinyağı ve limon ekliyor...Jonneke beyaz İspanyol şarabı içmekte ısrarlı...
"Ben o kadar da sevmem şarabı" diyorum Jonneke'ya...
Hayretler içinde bakıyor yüzüme:
"Ne kadar yazık!"
Buzlukta sergilenen zeytinler, çakistezler, ahtapotlar, beyaz ve kırmızı şaraplar, pancarlar ve İspanyol konyakları önünde alçak taburelerde oturuyoruz...
Jonneke dizini kırmış birkaç yıl önce, bu yüzden rahat değil, hala dizinde kask var... Zaten boyu çok uzun, dizi ağrımasa da yedi cücecikler için yapılmışa benzeyen bu alçacık taburelerde rahat oturamazdı...
"Guatemala'daydım... Sandalyenin ayaklarından biri kırıktı, fark etmedim oturdum... Öyle bir düştüm ki, dizim paramparça oldu... İyileşmesi çok uzun zaman aldı..."
Yaralı gözler
Aslında biliyorum iyileşmenin neden geciktiğini çünkü geleneksel olanla modern olan bir araya gelmiş - imkansız bir aşk yüreğini yaralamış... Asla istediği gibi birlikte olamayacağı Hindistanlı filmci sevgilisinden uzakta yaşamak tedavisi çok zor ve acılı bir hastalık gibi etkilemiş onu...
"Jonneke... Kıbrıs'a geldiğinde böyle yaralı değildi gözlerin... Sonra Brüksel'de buluşmuştuk... Brugge' e gitmiştik..."
"Brugge mü?"
"Hatırlamıyor musun Jonneke?"
Biliyorum, artık hiçbir şey ilgisini çekmez onun... Kıbrıs'ta neler olup bittiğini bile bilmek istemiyor... Gazeteci belleğini yitirmiş sanki... Sanki yalnızca aşk denen bellek kalmış yüreğinde ve o yürek Hindistan'da atıp duruyor... Üstelik her gün ona sevgilisini hatırlatacak bir de bebeği var: Kayla...
"Jonneke, hani Brugge'e gitmiştik birlikte, Anja da vardı..."
"Evet...Anja tuhaflaştı ama... İspanya'da acayip büyük bir evde yaşıyor... Bir roman yazdığını söylüyor... Kimse bilmiyor ne yazdığını..."
"Kıbrıs'a gelsene Jonneke... O kadar çok malzeme var ki radyo için... Kayla'yı da getirirsin, sabahları gidip röportajlarını yaparsın... Don Piedro'yu görür Kayla, bahçede oynar..."
Afganistan'a gitmek
"Ben Afganistan'a gitmek isterdim... Sonra orasının güvenli olmadığı anlaşıldı..."
"Ne yapacaktın Afganistan'da? Orada yeni birşey yok ki..."
"Afganistan'a, Hindistan'a, Pakistan'a özel ilgim var..."
"Hah! Şu mesele!... Ona yakın olmak için gidecektin Afganistan'a..."
"Sonuçta gidemedim işte... Güvenlik açısından sakıncalı bulundu..."
Yürek kabul edene kadar
Aşk öldürür insanı... Kimi zaman her gün çekilen bir işkence gibidir... Alınan bütün kararlar, bir daha konuşmama, terk etme, dönüp tarafına bakmama kararları geçersizdir çünkü her aşkın kendi süreci vardır... Kendine tekrarlanan sözcüklerle ilgisi yoktur aşkın, yavaş bir ölüm gibi acılar çekilecek, imkansızın gerçekten de imkansız olduğunu yürek kabul edene kadar ölünecektir...
"Bir yıl konuşmadım onunla... Sonra Ahmedabad'da deprem olunca kaygılandım, bir not yazdım... Yeniden konuşmaya başladık..."
"Brugge'da da böyle yaralı değildi gözlerin, çünkü o zaman henüz tanışmamıştın onunla... Bak ne çok yaralamış seni..."
"Doğru, yaralandım... Ama harika biri o..."
Geleneksel olan sevgilisinin ne kadar harika bir insan olduğunu anlatıyor bana... Umutsuz bir aşkın çırpınışları... Gözlerindeki acıya bakmaya dayanamıyorum zaman zaman...
Bunca acıya değer mi? Bu soruyu seslendirmiyorum çünkü yanıtını zaten biliyorum...
Karidesler ve midyeler
O konuşuyor, bana sevgilisinin yaşamını, onun ülkesini, atalarının Pers soyundan geldiğini, Hindistan'a yerleştiğini anlatıyor...
İspanyol lokantasında tabak çanak sesleri arasında karşılıklı oturuyoruz... Önümüzde domates ve şarap sosu içinde pişirilmiş jumbo karidesler, balık ve midyelerden oluşan zarzuela... Garsonlar masaları temizlerken geleneksel İspanyol şarkıları söylüyorlar...
Duvarlarda istakoz ve yengeç kabukları, boğa boynuzları, İspanyol kılıçları... Duvar resimleri boğa güreşlerini anlatıyor, eski posterler sigara dumanı, gözyaşı ve kahkahalar arasında sararıp solmuş... Dışarıda dondurucu bir hava var - böylesini hiç görmedim... Bir yandan deli bir rüzgar, bir yandan tipi gibi bir yağmur, bir yandan da dondurucu bir soğuk...
Kaşmir şalların sıcaklığında
Evden çıkarken Jonneke Hindistan ve Pakistan'dan getirdiği kaşmir şallarına sarmıştı beni...
"Bak böyle yapacaksın, şöyle omzundan atacaksın..."
"Üstünden de tüylü şalımı bağlayınca tam 'Turkish woman in Amsterdam' olurum, değil mi?!"
Şallara sarılı vaziyette dolaşıyorum Amsterdam'ı ama umurumda değil çünkü tam da Jonneke'nın iddia ettiği gibi sıcacık tutuyor kaşmir şallar...
"Anlıyor musun neden Hollandalıların Akdeniz'i özlediğini? Güneşi ve denizi?"
"Ah çok iyi anlıyorum Jonneke!..."
Ama lokanta sıcacık... İnsanlar gelip gidiyor... Bu ünlü İspanyol lokantasında yer bulmak zor...
Ailenin sevgilisi Kayla
Tıkış tıkış oturuyoruz duvar kenarında... Oğlum için aldığımız peynir ve çikolatayı duvardaki askılığa asıyoruz... Kaşmir şallarını da, montlarımızı da... Kıpırdanacak yer yok çünkü...
Kayla çoktan alışmış bu soğuk havalara, zaten iyi dans edemeyeceği için asla pantolon giymiyor... Ona getirdiğim pembe kürk taklidi mantoya bayılıyor, uyurken bile bunu giymek istiyor!
Bütün gardrobu pembe ve uçuk mavi renklerde... Üç yaşındaki bu inanılmaz bebeğin pembe güneş gözlükleri, pembe bir şemsiyesi, menekşe süetten üzerinde pembe çiçekler olan botları var...
Rujunu sürmeden evden çıkmayı reddediyor, ağzında henüz emzik olsa da, rujsuz yapamıyor! Şeker ve çikolataya, dansetmeye, Teletubbies'den Lala'ya bayılıyor...
Tüm bunlar bana ilkokul yaşlarındayken okuduğum "Küçük Prenses"i hatırlatıyor... Bütün ailenin sevgilisi Kayla... Biz yemeğe gideceğimizde dayısı Alat bakacak Kayla'ya, onu yedirecek, yıkayacak, ona masallar okuyacak... Dağınık, siyah saçlarını özenle tarayacak... Kayla, "Küçük İsim" adını verdiği yumuşacık, oyuncak köpeği kucağında, masalların büyülü dünyasına dalacak...
Hangi yarısı?
Dayısı onu almaya gelmekte geciktiği zaman kaygılanacak:
"Dün akşam dayımla ilgili bir rüya gördüm... Ne olduğunu hatırlamıyorum" diyerek dalıp gidecek... Kafe Prince'te ona içirmeye çalıştığımız çorbaya dokanmayacak, yalnızca dayısını düşünecek ve hüzünlenecek... Gözü kapıdan ayrılmayacak...
Bu çoğu zaman neşeli, kimi zaman hüzünlü, dünyayı renklerle kodlayan, babası gibi seyrek dişli esmer bebek, Jonneke'ya her gün uzaklardaki sevgilisini hatırlatacak...
Belki bu yaz Kayla'yı da alıp gelecek Kıbrıs'a, Hindistanlı sevgilisinin ilgisini çekmiş çünkü Kıbrıs... Bir motosiklet kiralayıp dolaşmak istemiş adamızı... "Hangi yarısına gitmeli?" diye soruyor bana...
Sevgilinin mutluluğu
"Kuzeye gel Jonneke... Bir yerlerden buluruz motosikleti... Karpaz'a gidersiniz, doğanın tam ortasına...Sevgilin mutlu olur... O mutlu olunca sen de mutlu olursun..."
"Olabilir..."
Bu sözcükler havada süzülüp bir proje gibi şekillenecek belki - sevgilisini mutlu etmek için gelecek buralara... Gelenekselle modernin birlikteliğini bir kez daha denemeye... İmkansız olanı bir kez daha istemeye. (SU/NM)