Ayrıca; IMF ile "işimiz bitti" denmesine karşın, geçen yılın sonuna doğru 3 yıllık yeni bir stand-by anlaşmasının yapılacağının açıklanması da 2005 yılı ve sonrasına ilişkin olumlu bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Bundan kastedilen şey, "mali disiplinin devamlılığı ve IMF'nin yeni bir kredi olanağını sağlaması" olarak gösteriliyor.
Oysa; Türkiye'nin iç ve dış borç stoku toplamda 220 milyar USD'yi (Amerikan Doları) aşmış durumda. Bunun 153 milyar dolarını dış borçlar oluşturuyor. Rekor kırdığı belirtilen ihracat, yaklaşık olarak 60 milyar USD'yi bulmasına karşın, ithalat 95 milyar doların üzerine çıkarak patlamış durumda. Dış ticaret açığı tarihteki en yüksek seviyesine, 34 milyar doları bulduğu gibi, cari işlem açığı da 15 milyar dolara yaklaşmış durumda. Bu tablo, Türkiye'nin rantiye ekonomisi cenneti olmaya devam ettiğini, küresel bir mali yağma sahası haline geldiğini ve sistemin endüstriyel temelinin her geçen gün daha fazla aşındığını gösteriyor. Dolayısıyla bu tablonun, önümüzdeki yıllarda yeni ve daha büyük bir ekonomik krize işaret ettiğini söylemek abartma olmayacaktır.
Sıcak paranın yıkıcılığı
Yukarıda çizilen tablonun ayrıntılarına inildiğinde; dış borcun sadece geçen yıl 7.4 milyar dolar arttığı görülür. Üstelik ilk 9 aylık dönemdeki dış borç artışının yüzde 86'sı kısa vadelidir. Kamu kesimi dış borç artışı gerilerken, özel sektör borçlanması 10 milyar doların üzerine çıkmış durumda. Yani genel artış ortalamasının hayli üzerinde. Cari açık GSMH'nın (Gayri Safi Milli Hasıla) yüzde 5'ini aşıyor. Bu da, bırakın borcun ödenmesini, çevrilebilmesini bile riskli hale getiriyor.
Ekonomiye para girişinde (yabancı sermaye) belirleyici faktörün kısa vadeli sermaye olduğu dikkat çekiyor. Yani bu sermaye girişi; hareket kabiliyeti yüksek, ekonominin temel dengelerinden bağımsız davranan ve kısa vadede makro ekonomik planda dengesizlik yaratan bir kaynak olarak tanımlanıyor. Bunun adı spekülatif kâr peşinde koşan ve yatırım sermayesine dönüşmeyen sıcak paradır.
Ankara'nın imzaladığı 2002 tarihli stand-by anlaşmasının Şubat 2005'te son bulması, "IMF'siz bir Türkiye" beklentisi yaratmak bir yana, bu emperyalist tahsilat örgütüyle Türkiye'nin ilişkilerinin daha da girift hale geleceğini gösteriyor. Çünkü, ilk anlaşmanın ödeme takvimine bakıldığında, 2008'e kadar Türkiye IMF'ye 23.1 milyar USD anapara ve faiz borcu ödeyecek. Bu takvimde; borç ödemesinin ağırlığı (yüzde 90'ı), yani 20.9 milyar USD 2005 ve 2006 yılına yıkılmış durumda.
Örtülü moratoryum
Öyle anlaşılıyor ki, hükümet IMF'ye "Ben iki yılda bu parayı size ödeyemem" demiş durumda. Anlaşmaya göre borç ödeme takvimi, ek bir maliyet yaratmadan en fazla 2007 ve 2008'e kaydırılabilmektedir.
Anlaşılan hükümet bunu da ödeyemem demektedir. Bu nedenle 3 yıllık yeni bir stand-by anlaşması yapılacaktır. Türkiye'yi dünyaya örnek gösteren IMF, mali bir çöküşü ya da iflası önlemek için buna "evet" demiştir. Çünkü, Türkiye'nin çöküşü küresel mali sisteme yönelik, zaten epeyce sarsılmış güveni bütünüyle sıfırlayacaktır.
Türkiye'nin IMF ile yapacağı yeni stand-by anlaşması, "örtülü bir moratoryum" olarak da yorumlanıyor. (Bkz. Ekonomist Mustafa Sönmez'in bianet'teki son yazısı). Bu yorum doğrudur. Hükümet, "2005 ve 2006'da benden birşey isteme, ödeme takvimini 3 yıl daha uzat" diye IMF'ye başvurmuştur.
Gelinen aşamada, 2005-2007 yılları arasında 10 milyar USD tutarında yeni bir IMF kredisinin açılması beklenmektedir. Ayrıca, şimdiki ödeme diliminde ileriye doğru kaydırmalar yapılarak Türkiye'nin isteğinin karşılanacağı anlaşılmaktadır. Böylece önümüzdeki 2 yılın yükü hafifleyecek ama, 2011'e kadar her yıl IMF'ye yapılacak ödemeler yeni kredi girişlerini aşacaktır. Faizlerle birlikte sadece IMF'ye yapılacak borç servisi 34 milyar USD'nin üzerine çıkacaktır.
Bütün veriler, hükümetin "günü kurtarmak" anlayışla hareket ettiğini göstermektedir. Burada günü kurtarmak, 2005 ve 2006'yı atlatmak anlamına gelmektedir.
Erken seçim olasılığı büyüyor
AB'nin 17 Aralık kararlarına göre 3 Ekim 2005'te müzakere süreci başlayacak. Bu tarihe kadar olağanüstü bir olay yaşanmaz ise ilişkilerde "kötü" bir gelişme de (şimdilik) olmayacak demektir. Prof. Korkut Brotav'ın çok iyi özetlediği gibi (Cumhuriyet, 29.12.2004), bu durumda önümüzdeki birkaç ayın beklentisi şöyle özetlenebilir: "Döviz fiyatları sabit kalır, hatta düşerken yüksek seyreden nominel faizler yabancı finans/rantiye çevreleri için çekici beklentiler yaratır. Ekonomiye önemli boyutlarda sıcak para girer. Ekonomideki canlılık, rantiye ekonomisini beslemeye devam eder."
Bu bir "balon ekonomisi" demektir. Ve bu durumda sıcak para girişiyle şişen balonun patlama olasılığı da artacak demektir. AKP hükümeti için tek seçenek balon patlamadan halktan yeni bir iktidar onayı almak gibi görünüyor. Eldeki veriler değerlendirildiğinde, uygun tarihin 2005'in sonu ya da 2006'nın başı olabileceği düşünülebilir.
Diğer taraftan, AB ile üyelik müzakerelerinin 3 Ekim 2005'te başlayacağı hatırlanmalıdır. Bu tarihten önce Türkiye, Kıbrıs başta olmak üzere, önüne konulan ağır koşulları yerine getirmek durumunda. Atılacak her adım, kaçınılmaz olarak ülke içindeki politik dengeleri de sarsacaktır.
Yeniden IMF ile yapılan "örtülü moratoryum" konusuna gelirsek; bu anlaşma sadece 2005 ve 2006'yı kurtardığına göre, yeni bir ekonomik krizin altında ezilecek halkın tepkilerinin hükümete yönelmesinden ve ağır AB koşullarının yaratacağı kırılmanın önce, AKP'nin yeni bir iktidar dönemini garantilemek isteyeceği açıktır. Bunun yolu da baskın bir erken seçimdir.
Sonuç olarak; Brüksel kararları ve IMF anlaşması ile bu kararlar ve anlaşma şartlarının her soydan liberal üzerinde yarattığı etkinin kaçınılmaz iç politik yansımaları da olacaktır. Önümüzdeki dönemde hep birlikte politik dengelerin ağır ağır değişmeye başladığını göreceğiz. Türkiye, yeni yılla birlikte sürprizlere açık ve gerilimli bir döneme de girecek. (MY/YS)