Oysa ne Türkiye'nin IMF'den yakasını kurtarmışlığı söz konusu ne de IMF-Dünya Bankası ikilisinin dünyadan elini çekmesi, misyonlarını tamamlamış olmaları. Tam tersine,özellikle 1990 sonrası üstlendikleri "küreselleşen dünyada kamuyu küçültüp tüm kamusal alanları piyasalaştırma" misyonunun daha çok başındalar.
IMF, önceki dönemlerde olduğu gibi, sadece ülkelerin ödemeler dengesi sorunlarıyla uğraşmıyor, ona da çözüm olacağına inandığı, kamuyu küçültüp, kamusal alanı piyasalaştırma, metalaştırma, daha fazla ticarileştirme, bu hedef doğrultusunda da Dünya Bankası ile mutabakat içinde çalışma, IMF'nin esas odaklandığı uğraş.
Dolayısıyla, IMF'nin bugün Türkiye ile ilişkilerini tahlil ederken, sadece Türkiye kategorisindeki ülkelerin değil, AB gibi blokların yönelimlerine bakarken de bu optikten gözü ayırmamak gerekiyor. Hedef: Devleti küçültme, kamu sektörünü alabildiğince küçültme, vergilemeden kaçıp sosyal kamusal harcamaları kısma ve kamunun hem sınai hem hizmet üretimini özelleştirip, kamusal varlıkları tasfiye ettirip piyasalaştırma, metalaştırma ve bütün bu kamusal alanın kar ve sermaye birikimi kurallarınca ifasını sağlama. Evet, ana hedef bu.
Bu optikten gözümüzü ayırmadan dönelim bugünümüze. Türkiye-IMF ilişkilerinde bugün neler oluyor?
Türkiye-IMF
Mart başından bu yana Türkiye'de bulunan IMF heyetiyle altıncı gözden geçirme çalışmalarında bulunuluyor. Çeşitli müzakereler sürdürülüyor. Aslında her şey güllük gülistanlık değil. AKP iktidarı, IMF'ye en sadık hükümet icraatını sunmakla beraber hâlâ IMF'yi memnun edebilmiş değil.
IMF'ye verilen faiz dışı fazlayı milli gelirin yüzde 6,5'ine çıkarma hedefinin tutturulup tutturulamadığını hükümet bir türlü açıklayamıyor. Özellikle enerji KİT'lerinin zararlarını şu ya da bu nedenle fiyatlara yansıtmayan AKP hükümeti, IMF'den bir hayli zılgıt yiyor. Geçen yıl IMF'ye taahhüt edilen faiz dışı harcama tavanları da aşılmış görünüyor. En son niyet mektubunda bu konuda verilen taahhüt gereği, limit üzerine çıkan harcamanın belli bir oranında bu yılın bütçesinden kesinti yapılması gerekiyor. Hükümet kabul etmiş görünse de IMF bunu yeterli görmüyor. Çünkü bu yılın kamu dengeleri de çok kötü. KİT açıkları için de tedbir (daha doğrusu zam) istiyor IMF.
Geçen hafta Hazine bu açığın "yapısal önlemlerle", yani zam yapmadan kapatılması için çalışıldığını, IMF ise her türlü önlem üzerinde (yani zam dahil) çalışıldığını söyledi. IMF ile müzakerelerin uzlaşma sağlanamadığı için durduğunu artık herkes biliyor.
Ve gariptir ki, kimse çıkıp müzakerelerin durduğunu ilan edemiyor... Piyasalar ürkmesin!..
Beklentiler
IMF, seçim meçim yılı dinlemeyip hükümetten öncelikle şunların yapılmasını istiyor:
* Hükümet elektriğe, doğalgaza bir an önce zam yapmalı.
* Seçim öncesi sosyal güvenlik reformu kanununu TBMM'den geçirmeli.
* Teşvik uygulamasının sınırlarını daraltmalı, yeni illere teşvik verilmemeli, vergi teşviklerinden vazgeçilmeli.
* Konut sektörünü ve konut kredilerini teşvikte ihtiyatlı olunmalı
* Bütçede, başta sağlık harcamaları olmak üzere gider artırıcı girişimlere son verilmeli.
Bunlar bu hükümetten istenenler... Ya seçim sonu kurulacak hükümete şimdiden verilen görevler neler?
IMF'nin , IV. madde kapsamında yürüttüğü müzakerelerin sonuç bildirisi, IMF'nin, stand-by anlaşmasının biteceği 2008 yılı sonuna kadar GSMH'nin yüzde 6,5'i oranındaki faiz dışı fazla hedefinde ısrarcı olacağını söylüyor. Yani, 2007'de iktidara gelecek hükümete verilmiş "ev ödevi" şimdiden belli.
Ama bundan ibaret değil. Daha önemlisi, IMF, net kamu borcunun GSMH'ye oranının yüzde 30 civarına çekilmesinin orta vadeli hedef olarak benimsenmesinin önemi üzerinde duruyor. Bu, gelecek hükümetin oyun sahasını iyice daraltıyor, IMF'ye bağımlılaştırıyor. Bunun ne mene bir kamu daraltma operasyonu olduğunu ve "seçilmişleri" nasıl yetkisizleştirdiğini verilerle anlatalım.
"Kamu Net Borç Stoku" (KNBS) toplam brüt kamu borç stokundan Merkez Bankası net varlıkları, kamu mevduatı ve İşsizlik Sigortası Fonu net varlıklarının düşülmesi yolu ile hesaplanıyor. Hazine verilerine baktığımızda KNBS'nin 2006'nın 9. ayı itibariyle 267,4 milyar YTL olduğunu görüyoruz.
|
* Tahmin
Borçların serüveni ve AKPKamunun net borçlanması 2001 kriziyle fırlamış. Malum, hortumlanan bankaların kamuya, dolayısıyla topluma yüklediği yükü aşmak için IMF'den alınan krediler ve içeriden yapılan yüksek reel faizli borçlanmalar, 2000-2002 arasında kamu borçlarını yüzde 204 artırdı.
Böylece kamunun net borç yükünün milli gelire oranı 2000'deki yüzde 56 düzeyinden 2002'de yüzde 78,4'e çıktı. 2002 sonunda iktidara gelen AKP döneminde borç yükü azalmadı, AKP, 216 milyar YTL olarak aldığı kamu net borç stokunu 2004'te 274 milyar YTL'ye çıkardıktan sonra izleyen yıllarda büyümesini durdursa da 2006'nın 9. ayında 267,4 milyar YTL olarak kayıtlara geçirdi.
Bu dönemde üst üste büyüme yaşandığı için ve kamuda müthiş bir kemer sıkma politikası izlendiği için borcun milli gelire oranı 2002 sonunda yüzde 78,4 iken 2006'nın 9. ayında yüzde 56,5 olarak gerçekleşti. AKP, özelleştirmeler, dolaylı vergilerle geliri artırıp öte tarafta da kamusal alanı daraltıp harcamaları kısarak borcu ancak bu düzeyde tutabildi.
Borç ödemede de önceliği dış borçlara, özellikle IMF'nin borçlarına verdi. AKP döneminde borç ödemede dış borçlara, özellikle IMF borcuna öncelik verildi ve kamu net borcu içinde dış borcun payı yüzde 41'den yüzde 13'e indirildi.
2006 sonlarına doğru kamu net borç stoku ancak yüzde 56,5'e indirilmiş, ama bu bile yetmiyor IMF'ye. Kamu net borcunuzun milli gelire oranını yüzde 30'a kadar indirin, diyor. Üstelik bunu yaparken vergileri artırmayın, harcamaları kısın, kamuyu devreden çıkarın, yatırımdan çekin, sağlık-sosyal güvenlik alanlarından çekin, eğitimden, güvenlikten çekin ki finansmana, borçlanmaya da ihtiyacınız olmasın, demeye getiriyor. Hükümet de önüne şöyle bir hedef koymuş durumda:
ORTA VADELİ PROGRAM: 2007-2009
|
Kaynak: DPT
Görüldüğü gibi, yeni hükümetin önüne konulan hedef, kamu borç yükünü 2009 sonunda yüzde 34'lere kadar çekmek. Ama bunu yaparken de vergileri artırmayıp vergi yükünü de milli gelirin yüzde 31'ine kadar düşürmek...Sinsi plan
IMF, kamu net borç stokunun milli gelirin yüzde 30'una kadar düşürülmesini lafta bırakmak istemiyor. İşi sağlama bağlamak için, bu amaçla kamu harcamalarına sınır getiren bir mali kuralın devreye sokulmasını istiyor.
9 Mart'ta yapılan açıklamada şöyle deniyordu. "Bu kapsamda (Türk) yetkililere, maliye politikasına ilişkin bir kuralın (harcama artışı veya toplam açığa bir sınır konulması gibi) dikkate alınması önerilmektedir."
Böylesi bir kural, "mali sorumluluk yasaları" denen hukuki düzenlemelerle devreye girecek ve yasa hükmü olduğu için sınırın aşılması yasanın çiğnenmesi anlamına gelecek. Böylece, faizden döviz kuruna birçok ekonomik parametreye hükmetme yetkisinden mahrum bırakılmış, Merkez Bankası'nı "bağımsızlık" adı altında yine IMF idaresine terk etmiş milletin vekilleri, toplanacak vergiye de yapılacak bütçe harcamasına da kendileri karar veremeyecek, yasa gereği verilmiş sayısal sınırlar içinde kalmaya mecbur olacaklar. Bir anlamda, devletin küçülmesi, kamunun yatırımcı ve sosyal özelliklerinin iyice budanması ve kamusal alanın özelleştirilme, ticarileştirilme, piyasalaştırılmasının önündeki tüm engeller, yasal bir düzenleme ile garanti altına alınmış olacak.
Bunun nasıl bir zapturapt olduğunu düşünebiliyor musunuz? Diyelim sosyal demokrat bir hükümet, program olarak vergi reformu ağırlıklı bir yol seçti ve herkesten gücüne göre vergi alınacak bir yöntemle hem vergi gelirlerini artırdı hem de yükün sınıflar arasında dağılımını adilleştirmek istedi. Ve aynı hükümet harcamaları da azaltmak yerine kamuyu daha çok devreye sokup istihdamı artırıcı, bölgesel eşitsizliği giderici, bölüşümü iyileştirici bir icraata, altyapı yatırımlarına, sosyal harcamalara yönelmek istedi. İşte bunları bu çıkarılacak mali sorumluluk adlı IMF yasası nedeniyle yapamayacak.
Dolayısıyla, IMF'nin sessiz sedasız hükümetin önüne koyduğu bu yasal düzenlemenin öncelikle CHP'nin farkında olması ve bir oldu bittiyle bu anti-sosyal, anti-kamusal düzenlemeye fırsat tanımaması gerekir. Argüman olarak ortaya atılacak , "AB'de de böyle sayısal sınırlama yasaları var" gibi ifadeleriyse fazla ciddiye almamak gerekiyor. O sınırlamaların Fransa'da ve Almanya'da nelere yol açtığını da hatırlatmak gerekir. (MS/TK)