Çalmış bir kapıyı ve kapıyı açana, "Tanrı misafiri kabul eder misiniz" diye sormuş. Ev sahibi "hay, hay" deyip buyur etmiş.
Hoş beşten ve nereden gelip nereye gidersin muhabbetinden sonra, ev sahibi oğluna seslenmiş. "Oğlum, arka bahçeden küçük bir karpuz getir kes. Misafirimiz yoldan gelmiş, acıkmıştır. Karpuzun içini kendisine, kabuklarını evin önünde bağlı duran hayvanına ver. Çekirdeklerini de zayi etme. Akşama eğlencelik yaparız" demiş.
Bunu duyan gezgin, "haydi eyvallah" demiş, "burada bana iş yok. Ben, benden akıllısını buldum".
Evliya Çelebi Diyabekir'de
Vakit, zaman erişmiş. Evliya Çelebi'nin de yolu Diyarbekir'e düşmüş. Kuzey tarafından şehre girmeden patlıcan bahçelerini görünce, "eyvah" demiş, "burada bana çok iş düşecek gibi. Bu şehirde mide şikayeti çok olur".
Sonra surların kapısından girip de şehirde kanlı canlı insanlarla karşılaşıp, deveyle taşınan, kılıçla kesilen Dicle boyundaki karpuzlarla tanışınca karpuzun hikmetini anlamış. "Bu Diyarbekir karpuzudur ki kanı temizleyen, cilde canlılık veren," demiş.
Süleyman Nazif'in medeniyet ölçüsü
Peki Diyarbakır'ın yetiştirdiği ünlü kişilik Süleyman Nazif ne demiş, bilir misiniz?
Şöyle demiş: Diyarbekir'in karpuzlarının büyüklüğü medeniyetinin de büyük olmasındandır.
Karpuzun çizgili olmasını işaret ederek de, "her siyah çizgi bir kavmi ifade eder. Karpuzlar büyüdükçe görünüşte o siyah çizgiler birbirinden uzaklaşır gibi gözükse de tepede birleşirler. Karpuzun yeşil rengi barışı ve hoşgörüyü, içinin kırmızılığı da sıcak kanlı oluşu simgeler. Çekirdeklerinin her biri ayrı gibi tat verse de lezzet de birdirler," diye eklemiş.
Mustafa Kemal Dicle'yi seyrederken
Sonra yakın zamanda Cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal Diyarbekir'e gelmiş. O da hayran kalmış karpuzlara! Ne mi yapmış? Onunkisi daha çarpıcı! Kendisine armağan edilen Gazi (Sem'an) köşkünün terasında oturup, şimdiki üniversite köprüsünün bulunduğu noktadan Dicle nehrine ortadan ikiye ayrılarak içleri boşaltılmış, sonra da içlerine kül ve gaz yağı konularak yakıldıktan sonra nehre bırakılmış karpuzların seyrine dalarak "İşte Diyarbakır'ın çayda çırası" demiştir.
Neden bunca karpuz muhabbetine girdik diye eminim ki kafanızda soru işaretleri oluşmaya başladı, biliyorum. Hemen sadede geleyim o halde. Birincisi bildiğiniz üzere aziz okurlar, Diyarbekir karpuzu nazlıdır. Bütün yaz sıcağını yemeden ve de Eylül ayı gelmeden sofralara konuk olmaz mübarek.
İşte Eylüldeyiz.
Ve geçtiğimiz günlerde 10 Eylül'de dünya alem Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) ikiz kulelerinin bombalanışının ikinci seneyi devriyesini konuşmaya hazırlanırken biz Diyarbekirliler olarak Zazanın "êzinga min" (hani ya benim odunum) kavlinden hareketle, "illa ki karpuzum" dedik.
Karpuz yarışmasında
Karpuz yarışması yaptık. 72 üretici arasından en büyük karpuzu 42 kiloyla yetiştirene ödüller verdik. Sonra da Eylül sonunda yapılacak fuar ve karpuz festivalinde teşhir etmek üzere karpuzumuzu bir taraflara koyduk.
Geçmişte 70-80 kilolara kadar çıksa da bu güne şükür kabilinden iki kişinin ancak ve de deveye ihtiyaç duymadan taşıyabildiği karpuzlarımız halen var. Ve halen Sürme, Pembe, Kara, Yafa ve Ferik Paşa çeşitlerini de eski azametlerinde olmasa da üreticiler eski usulle yetiştiriyorlar.
Her eski şehrin bu küreselleşen dünyada kendisine simge olabilecek bir özelliği var. Kiminin bu simgesel özelliği tarihine, kültürüne kavillidir. Kiminin ise yenecek, yutulacak ürünlerine. Şükür ki, biz Diyarbekirliler olarak midelere de beyinlere de hitap edebilecek olgunlukta bir şehiriz.
Senin karpuzunun suyu da
Surun içine karpuzu yerleştirmişiz. Ama kaderin cilvesine bakın ki tarih boyunca ne surlarımıza ne de karpuzumuza yeterince sahip çıkamamışız. Önce surların taşlarını çalmışız, yontmuşuz, yontturmuşuz, kurda kuşa yem etmişiz. Sonra da karpuzumuzun neslinin bozulmasına göz yummuşuz.
Ve bu hafta 27 Eylül-3 Ekim günlerinde Diyarbakır Karpuz Festivali ve Ortadoğu Endüstri Fuarı var. Şimdi yeniden diriliş vaktidir. Surlarımıza da sırlarımıza da, karpuzumuza da sahip çıkmanın tam zamanıdır.
Gezginle girdik, kendi gezginliğimizde gördüğümüze bağlayalım. Kudüs'ün yakınındaki Lut gölünün çamuru güzellik müstahzaratı olarak şişelenip satılıyor.
Evliya Çelebi "cilde canlılık veren" diye boşuna mı demiş; senin karpuzunun suyu da güzelleştirmez mi be Diyarbekirli! (ŞD/NM)