Vivet Alevi, Almanya-Türkiye arasında mekik dokuyarak, ABD'li psikolog Marshall Rosenberg'in geliştirdiği şiddetsiz iletişim sürecini Türkiye'de anlatmaya çalışıyor.
Şiddetsiz İletişim Derneği'nin (CNVC) kurucusu Rosenberg, 1940'lı yılların ABD'sinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak çok erken yaşlarda şiddetle tanışmış. Bir soyadının bile şiddete maruz kalma nedeni olduğunu yaşamak, insanların birbirlerine şiddet göstermelerine neyin yol açtığını anlama isteği, barışçıl çözümler sağlayacak alternatifleri araştırmak, onu klinik psikoloji alanında doktora yapmaya kadar götürmüş.
Rosenberg'in yol arkadaşları Sierra Leone, Sri Lanka Ruanda, Burundi, Bosna, Sırbistan, Kolombiya ve Orta Doğu gibi savaşlardan yara almış bölgelerde Şiddetsiz İletişim yöntemi ile arabuluculuk hizmetleri sunmaya devam ediyor. Vivet Alevi de onun öğrencilerinden biri... Şiddetsiz İletişim'in ne demek olduğunu ona sorduk.
Şiddetsiz iletişim metotları ile nasıl tanıştınız?
Benim şu an 26 yaşında olan bir oğlum var 7 yaşındayken babasından ayrıldım ve çok şiddetli bir ayrılık süreci yaşadık. Bu süreç benim için tamamlandığında, "sıfır iletişim, en iyi iletişim" demiştim ve çok rahat ettiğimi sanıyordum. Ama tabii hayat öyle bir yer değil, oğlum 10-11 yaşındaydı.
Bir gün bana geldi dedi ki "Babamla böyle misafirlik hayatı yaşamak istemiyorum, onunla da yaşamak istiyorum." İki seçeneğim vardı, ya "Oğlum senin için en iyisi ben bilirim, doğru bulmuyorum, böyle devam edeceğiz" diyerek gücümü onun üzerinde kullanabilirdim ki anne olarak çocuğumun üzerinde gücüm var. Tam o günlerde bir arkadaşım Marshall'ın kitabını önerdi.
O zaman Almanya'da yaşıyordum, hala da öyle, gidip geliyorum. İki, üç saat içerisinde kitabı bitirdim. Kitabın arkasında eğitmenlerin listesi vardı. Hemen Berlin'deki ilgiliye bir mektup yazdım.
Empati grubundaki çalışmalarımla oğlumun babasıyla iletişimi başlatmaya, bir takım şeyleri görüşür konuşur ve birlikte bir yol alır hale gelmeye başladık. Başlangıçta tamamen kişisel sorunlarımdan dolayı ilgilendim.
Öncesinde kişisel olarak etkilerini görmeye başladınız o halde, arkası nasıl geldi?
68 kuşağından sayılırım, 16 yaşındaydım 68'de. Bizim zamanımızda sosyal konularla ilgilenmek çok olağan bir durumdu, politik olmamak garip karşılanırdı. Dünyanın haliyle ilgileniyorduk. Vietnam savaşı bizi barıştan yana tavır almaya yöneltirken, insan hakları, feminist hareket yayılıyordu.
Bütün bu hareketler içerisinde bugün aktivist denen türden bir yaşantım olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Türkiye'de 80 cuntası ile gelen sessizlik ve benim de gruplara güvenimin sarsılması ile kabuğuma çekildim. İnsanların bir araya geldiklerinde tehlikeli olduklarına dair karamsar bir bakış açısı geliştirdim. Meselelerin barışçıl bir şekilde çözebileceklerine inancımı yitirmiştim.
Motivasyonum şuydu: Bu çok kıymetli bir şey. Bu insanların çok işlerine yarayacak. İlişkilerini düzeltecek. İnsanlar birbirleriyle sesli ya da sessiz kavga halindeler. Bunu yapabilseler hem kendilerini ifade edecekler hem de duyulmayı sağlayacaklar. Hem de karşı tarafta düşman gibi gördükleri birini değil derdini anlatmaya çalışan bir insan görecekler.
Anadilim Türkçe. Ben Yahudi kökenliyim, milliyetçilik yapacak halim yok ama 45 senedir yurt dışında yaşayan biri olarak, tabii ki Almanca'yı da çok iyi öğrendim. Bununla birlikte kendimi yazılı da sözlü en iyi Türkçe ifade ediyorum. Bu ülkenin bana verdiği şeyler var, benim de bu ülkeye vereceğim bir şeyler var. O zaman Türkçe konuşan tek eğitmen olarak bunun görevim olduğunu düşündüm.
Kitap Türkiye'de şimdi 10'nci baskısını yaptı. Şimdi İstanbul , Ankara, İzmierde çeşitli mekanlarda aliştirma, empati toplantıları, çeşitli atölye çalışmaları sürüyor. İlgilenen isteyen herkesle bu çalışmaları ve eğitimleri paylaşıyoruz.
Şiddetsiz İletişim çemberlerinde duygu durumları ve ihtiyaçlar tartışılıyor, pratik yapılıyor, oyunlar oynanıyor.
"İyi iletişim birbirimizi duyabilmekten geçiyor"
Peki şiddetsiz iletişimden ne anlamalıyız. Hristiyanlıktaki "Sana vurana diğer yanağını uzat" benzeri bir felsefesi mi var?
Aslında biliyorsunuz ona da itirazlar var, "İsa öyle demek istememişti" diyorlar şimdi.
Şiddetsiz İletişim dikkatimizin odağını doğru-yanlış dünyasından ihtiyaçlar dünyasına çevirerek, bize içimizdeki doğal şefkati aşığa çıkaran, ilişkilerimizde kopan bağların yeniden kurulması için ihtiyacımız olan araçlar sunuyor. Niye öyle diyorum biliyor musunuz?Metot olarak sizin elinize öğrenilebilir, uygulanabilir bir araç veriyor. Bunları kullana kullana ustalaşıyorsunuz. Şöyle düşünün elektrikçi olmak istediğinizde size bu araçları verseler onları kullanamazsınız. Bu aletleri kullanma yeterisi ve becerisini kazandıkça elektrik işlerini iyi yaparsınız.
İyi bir iletişim nedir, birbirimizi duyabildiğimiz, birbirimizi anlayabildiğimiz ve aramızdaki bağ koptuğu zaman bunu yeniden onarabileceğimiz yol yordam bilmek. Şiddetsiz iletişim bize bu yol yordamı veriyor.
Şiddetsiz iletişimin bize empati kurmanın yollarını öğretiyor. Aslında herkes empatiden bahsediyor. Herkes empati yaptığını zannediyor, biz şiddetsiz iletişimde empatik bağlantı kurmaktan söz ederken, bir diğeri için mevcut olabilmekten, onun dünyasını ziyaret edebilmekten, bunu yaparken kendimizi unutmamak ve özen göstermekten bahsediyoruz.
"Aramızda yargı varsa anlaşmamız mümkün değil"
Örneğin güven dediğimiz zaman herkes "evet" diyor, sevgiye herkesin ihtiyacı var, anlayışı, duyulmayı herkes özlüyor. Dikkatimizin odağını ihtiyaçlara çevirebilirsek birbirimizi anlamamız mümkün. Oysa ki eğitimimiz, koşullandırmalar bizi hep neye yönlendirmiş, "ne yanlış", "ne doğru", "kim iyi", "kim kötü", "kim haklı", "kim haksız", "kim normal", "kim anormal", "kim güzel", "kim çirkin"... Zihnimizde bu sorularla yaşıyoruz. Sabahtan akşama kadar 24 saat belki rüyalarımız da böyle çalışıyor yargılar bir haldeyiz. Benim ile sizin aramızda bir yargı varsa bizim birbirimizi anlamamız mümkün değil.
Şiddetsiz iletişimde yargılarımı fark ediyorum. Biz ahlakçı yargılar yapıp yargı kötüdür demiyoruz. Şu an yargı yapıyorum, bu yargıyı yaparken de bir ihtiyacımı karşılıyorum. Yargımda takılıp kalacağıma, zihnimde kurmaya devam edeceğime ben bu yargıları yapıyorsam hangi ihtiyaçtan motive oluyorum. Dikkatimizi buraya çevirmeyi öğrenmekten bahsediyoruz. Çünkü ihtiyaç bilinci çok önemli. Orası bizim bağlantı kurabileceğimiz alan.
Biz insanlar aslında iyi veya kötü değiliz. Sosyalleşme koşullarımız, kültürel şartlanmalarımız bizi kötülüğe inanmaya da sevk edebilir, iyilik dediğimiz empatik halimizi korumamıza da yardım edebilir.
"Çocuklara şiddeti 2.5 yaşına kadar öğretiyoruz"
Max Planck Enstitüsü'nün davranış bilimleri araştırmaları bölümünde küçük bebekler üzerinde yaptıkları araştırmalardan ilginç sonuçlar alındı. Biri mavi, biri yeşil iki Playmo figürü yardımı ile 6 aylık bebekle bir deney yapıyorlar. yaptıkları deneyde yeşil olanı bir tepeye tırmanıyor, tepede de mavi pleymo. Yeşil yukarıya vardığında mavi ona vurup düşüyor.
Bu sahne birkaç defa tekrarladıktan sonra seçmeleri için pleymo figürlerini bebeklere gösteriyorlar. 6 aylık bebeklerin yüzde 97'si yeşil bebeğe uzanıyor. Şefkat gösteriyorlar yani, merhamet duyuyorlar.
Aynı denek grubuna 27 aylıkken tekrarlandığında yeşil bebek ile özdeşleşme oranı yüzde 27'ye düşüyor. Yani güçlü olan, zorbalık yapanla özdeşleşmeyi daha erken yaşta aile içinde öğreniyorlar. Bu çok çarpıcı bir bilgi.
"İletişim kanalını açmanın yolu ihtiyaçlara bağlanmak"
Şiddetsiz İletişim İnsanların doğasının şefkatli olduğu varsayımına dayanır. Ancak içinde yetiştiğimiz ortam içimizdeki şefketi açığa çıkarır ya da bastırarak şiddeti öğretiriz. Nelson Mandela Mademki şiddet öğrenilebiliyor, sevgiyi de öğrenebiliriz diyor. Şiddetsiz İletişimin çok önemli bir varsayımı da, bütün insanların yaptıkları bütün davranışları bir ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıklarıdır. Davranışlarının gerisindeki ihtiyaçları anlamak, bu ihtiyaçları karşılamak için daha şiddetsiz stratejiler seçme olanağını doğurur.
Biz eğer insanın ihtiyaçlarıyla bunları karşılamak için seçtikleri eylemlerini ayrıştırabilirsek, eylemlerini kabul etmemekle birlikte empati gösterebiliriz. Yani yapılan eylem, bana zarar verdi, sana zarar verdi, doğaya zarar verdi, hiç kabul edebileceğim bir şey olabilr ama bu eylemi yaparken hangi ihtiyacını karşılamaya çalıştığına odaklandığımda bağlantı kurabilirim.
Böyle yaptığım zaman iletişim kanalı açılmış olur. Karşımızdakini yargılamadan anlarsak, onun da bizi duyması mümkün olur Çünkü biz de karşımızdakinin bizimle bağlantı kurasını istiyoruz. İhtiyaçlar evrensel ve din,dil, ırk ve tercihlerinden bağımdsız, bütün insanlık olarak aynı ihityaçları paylaşıyoruz. Bu düzeyde bir birimizi duymamız anlamamız ve bağlantı kurmamız, işbirliğinin zemininin yaratır.
"Bedensel şiddet buzdağının görünen kısmı"
Daha çok "kibar olma hali" algılanıyor Şiddetsiz İletişim denilince ki o da kötü bir şey değil ama tam olarak bu mudur özü?
Nezaketi önemli buluyorum. Ama kibarlık budalalık şeklinde de algılanıyor. Yani kibar olmak kendini gizleyerek "-mış gibi yapmak" oluyor. Nezaketi şöyle anlıyorum, mesela ben insanlara özen göstermeyi önemsiyorum, insanların kalplerinin hassas olduğunu ve kırılabileceğini biliyorum. Benim kalbim de hassas ve kırılgan.
Benim eylemlerim zarar verecekse, bile bile bunu yapmak istemem. Dikkatim şefkatli ve özende, aynı zamanda bunu kendime rağmen yapmıyorum. Burada kendimi de gözetiyorum. En başta ben en kıymetliyim, kendime gösterdiğim şefkat kadar şefkati karşımdakine gösterebilirim.
Bizim kendimize kıymet verme ya da suçlama hallerimiz?
Evet bir de öyle bir durum var... Zihnimizde sürekli kendimize "bunu yanlış yaptın sen", "eksik oldu bu", "yeteri kadar iyi yapamadın", "bak onu da yapmalıydın", "-melisin", "-malısın" ekleriyle eleştirerek çok şiddet uyguluyoruz.
Bedensel şiddet buzdağının görünen kısmı, bunun altında duygusal, zihinsel bir şiddetle karşı karşıyayız. Kendimizi, birbirimizi yargılıyoruz. Mesela acı veren sözlerle birbirimizin kalbini kırabiliyoruz, günlerce canımız sıkılıyor, Bunu bana nasıl yapar diye uykularımız falan kaçıyor. Ya da kendi kendimize şiddet uyguluyoruz "Allah beni nasıl bilirse öyle yapsın", "Ay ben bunu nasıl yaptım" diye kendimizi dövüyoruz.
Hata yapmanın ağır ceza gördüğü bir sistemde yaşıyoruz. Her şeyi mükemmel yapmamız beklenen bir sistem. Oysa ki öğrenmek "hata" dediğimizi yapmakla olabilir. "Hata yapmak" çok önemli. Ancak yapıp bozarak, uğraşarak, çabalayarak, deneyimleyerek öğrenebiliriz. Buna izin verilmediğinde hata yapma korkusu olduğunda, hep birilerinin işin doğrusunu söylesini bekleriz.
Bizim kültürümüzde bir bilene danışmak çok önemlidir. Bir şey yapacaksınız, içinizdeki en temel kaygı acaba bunun doğrusu ne? En iyisi önce bir bilene sorayım, tam öğreneyim ondan sonra harekete geçeyim. Bunun sonucunda inisiyatif almıyoruz. Oysa kendimize güvenmeyi birşeyleri deneyerek öğrendiğimizde kazanıyoruz. (ÇT)