Serdar Turgut'un Akşam gazetesinde yer alan pişmanlık yazısı da bu yazıyı kaleme almasını kaçınılmaz hale getiren ilk yazısı gibi, şikâyetlere ve infiale kapı aralayan bir yazı olabilirdi. Öyle ya, yazıda adları geçen "yayın yönetmenleri" kanunun suç saydığı bir fiili övdüğü, özendirdiği ve üstelik bunu basın yoluyla yaptığı için şikâyetçi olabilir ve Turgut hakkında kamu davası açılmasını talep edebilirlerdi.
Türkiye gibi, sadece cinayete kurban giden gazeteciler üzerinden karanlık ve uzun bir tarih yazabileceğimiz bir ülkede, adları "yüzlerce kez" öldürme arzusuyla birlikte anılmış kimi gazeteciler, kendilerini tehdit altında hissedebilirdi. "Don Juan"laştırılan bir başka gazeteci de hafife alındığını ve hakarete uğradığını iddia edebilir, en azından ciddi bir alınganlık sergileyebilirdi.
Elbette ne gazeteciler ve yayın yönetmenleri yazının içerdiği tehdit, küçümseme ve alaycılığı kişiselleştirecek, ne de yazarın üslubuna açık ya da örtük bir müdahaleyi akıllarından geçirecekti; eğlenceli bir yazıyı gereğinden fazla ciddiye alanlara, bıyık altından -yoksa hepsi bıyıksız mıydı- gülümsemenin yeterli bir yanıt oluşturduğu düşünülecekti.
Turgut'un yazısında, gazeteciler dışında, adına "özel olarak" yer verilmiş iki kişiden biri olan Rojin'in "hassasiyeti"ni de piyasa mantığı içinden kavrayacak; seks köleliği ve toplu seks partileri ile yan yana anılmayı, "iyisi," "kötüsü" olmayan bir reklam addetmenin en uygun davranış olacağını ima edeceklerdi. En kötü ihtimalle, "amacını aşan" bu münasebetsizliğin, "belleksiz bir toplumda" tez zamanda unutulacağını temin edeceklerdi.
Hatta bu teminat, "ben Serdar Turgut tarafından iki yüz bin kez öldürüldüm, seksen bin kere bıçaklandım, hala hayattaysam, merak etme, senin iffetine halel gelmez" sözleriyle, teskin edici bir tona bürünecekti. Böylelikle, namus teminatı vermekten öteye gidilemeyen "erkek" bir yayıncılık dünyasında, namusun ne olduğunu savunmanın da kadınlara düştüğü bir kez daha ortaya çıkacaktı.
Mizah yazılarıyla ilgili genel kanı, bu yazıların politik ahlakın sınırlarının aşınmasını kolaylaştırdığıdır. Çok özel bir zekânın ürünü olan mizahi yazılara tepki göstermek gülmeyi unutmuş asık suratlı bir dünyanın sürgitliğine onay vermekten başka ne olabilir? Güldürmek isteyene, katı ve donmuş akla karşı çıkana bedel ödetmeye hazır olmak, zekânın değiştirme yetisini reddetmekten başka nedir? Mizaha tahammülsüzlük, akıl ve ufuk darlığından yani toplumsal bir anlayışsızlıktan başka bir anlam taşıyabilir mi? Mizah yoksunluğu eleştiri hakkının bu ülkedeki en yaygın ve en popüler yolunun engellenmesi anlamına gelmez mi?
Ancak, her türlü ayrımcılığa, bu ayrımcılığın en dışlayıcı biçimlerine fıkralar ve şakalar yoluyla geçit veren ve her türlü ayrımcılığı ve bu ayrımcılığın en dışlayıcı biçimlerini fıkralar ve şakalar yoluyla ifade eden bir kültür söz konusu olduğunda, mizahın karşı koyma işlevinin yanına "onay verme" de eklenir. Ortak anlatı geleneklerimiz, bastırılmış bir maşizmin bilinç dışını en anlaşılır biçimde açığa vuran ifadelerle doludur. Alışmışızdır... Bu nedenle genel kanı, mizahi olanın affedilebilir olduğu yönündedir. Bağışlayıcı olmanın iyicilliği içinde, kıvrak zekâlara duyulan gereksinim ile yasal ve siyasal olarak hırpalanmış bir eleştiri hakkını korumak için mizahi olan değerlidir.
Serdar Turgut'un pişmanlık yazısı, mizahi öğeler taşıyan kışkırtıcı bir yazıymış gibi dursa da, mizahi bir yazı filan değildir. Esasen, doğruyu söylememek için örgütlenmiş bir dünyada kışkırtıcı metinlere duyulan gereksinim mizahi metinlere duyulandan da fazladır.
Doğruyu söylemek hakkında yazan Michel Foucault, kinik tavrı tartıştığı metninde, toplumsal/hukuksal kurallara karşı çıkan kışkırtıcı anlatımın, sözde merhametin, sözde uzlaşmanın, sözde benimsenmiş kolektif alışkanlıkların yarattığı kurumsal akılmış gibi duran ve bireyin özgürlüğünü yok eden koşulları göstermenin ender yollarından biri olduğunu açıklar ve tarihi metinlerden kurguladığı anlatısını modern zamana taşır. Kurumsallaşmış yanlışlıklar dizgesi ile uğraşmanın Diyojenci yolunun, radikal ve bireyci karşı çıkışlar olarak kinik anlatım düzlemleri kurmaktan geçtiğini tarih örneklemektedir.
Serdar Turgut'un yazısı da bu kinik örneklerden biri olarak kabul edilebilirdi. Kiniklerin ethosu yazının içine sızabilseydi, katmanlaşmış eşitsizlikleri ve haksızlıkları normalleştiren bu dünya/bu medya karşısında, yaşadığımız zaman diliminde çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir tavır olarak önemsenebilirdi. Bu tarz bir yazı, yoksun ve yoksul varoluş biçimlerine mahkûm edilmişlere, güçsüzlere güç katabilecek bir tavrın ifadesi olarak takdir edilebilirdi.
Oysa, kiniklerin ethosu, özgürlükle donanmışlığı gerektirir ve her türlü iktidarı küçültmeyi önceler. Şehit annelerinin gözyaşlarıyla beslenen merhamet simsarlarının güç istemlerini artırmak için, tam da milli heyecanların yükseltildiği bir dönemde, milli heyecanları yükseltenlerin mevcut siyasal iktidarın en az elli yıldan beri sorumsuz ortağı oldukları da bilinirken kışkırtmak, kışkırtmanın da içini boşaltmak, iktidarı çoğaltmak anlamına gelmez mi?
En geleneksel anlatı dağda oturak âlemlerinden dem vuruyor, en modern anlatı toplu seks ile terörü birleştiriyorsa, seks kölesi yapmak kurumsallaşmış ve örgütlenmişse, irkiltici bir gerçek halini almışsa, seks köleliğini bir halk ile bitiştirmek hiçbir kinik tavrın içine almayacağı ırkçılığın sözünü oluşturmak değil midir?
Her türlü bireysel duruşun vazgeçilmez önemine yer açan kinik tavır, bu bireysel duruşu herhangi bir kolektifliğin içine sorumsuzca taşımaya karşı çıkar. Kolektif bir hezeyana eklenerek en kestirmeden bir akıl yürütme ile PKK üyesi olarak tayin ettiği Rojin'in de farklılığını ve bireyselliğini eriten bu tavır kinik bir tavır, böyle bir yazı da kışkırtıcı bir yazı olarak kabul edilebilir mi?(EÜ)
* Metni imzalayan Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyeleri: Eser Köker, Nur Betül Çelik, Beybin Kejanlıoğlu, Ruken Öztürk, Mine Gencel Bek, Nejat Ulusay, Bedriye Poyraz, Ülkü Doğanay, Sevilay Çelenk, Fatih Keskin, Pınar Özdemir, Umut Tümay Aslan Yeğen, Ali Karadoğan, İnan Özdemir, Hatice Çoban Keneş, İlksen Dinçtürk.