Devletteki bu büyük yağmalamanın en önemli ayaklarından birinin de, sosyal güvenlik sistemindeki ilaç ve malzeme alımları olduğu anlaşılıyor. Düşünün ki, 20 dolara ithal edilen bir mal devlete yıllarca 2 bin dolara satılıyor.
Önceki hükümette üç buçuk yıl Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan Yaşar Okuyan, kendi dönemindeki büyük ilaç yolsuzluklarını, bunların devletteki ilişkilerini, devletin bütün alımlarında hırsızlık, suiistimal, istismar bulunduğunu tek tek olaylar ve örneklerle anlattı.
Okuyan'ın anlattıklarını okuduğunuzda, devletin içindeki yolsuzluk çarkının nasıl döndüğünü, niye yıllardan beri buna kimsenin engel olamadığını göreceksiniz.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında bir bakan "Devlette her şey A'dan Z'ye bozuk" demişti. Şimdi eski bir bakan aynı şeyi söylüyor. "Devletin bütün alımlarında A'dan Z'ye yolsuzluk var" diyor. 80 yıllık bir cumhuriyet için üzücü bir sonuç.
Büyük bir ilaç skandalıpatladı. Firmalarının ilaçları devlete pahalıyasattığı anlaşıldı.Siz, sosyal güvenlik bakanıyken de tıbbi malzeme alımlarında böyle olaylarla karşılaşmıştınız. Bunu önlemek için operasyonlar yapmıştınız. Ne oldu o operasyonların sonucu?
Pek bir şey yok. 'Neşter' operasyonlarının davaları şu anda öyle duruyor. Ortopedi malzemeleriyle ilgili soruşturmanın ne aşamada olduğunu bilmiyorum, ama kalp damarlarında kullanılan 'stent'lerle ilgili 'Neşter-1' operasyonun birinci bölümünün davası DGM'de başlamıştı.
Şimdi Ağır Ceza'ya devredildi. DGM'deki ilk duruşmada ise tüm sanıklar tahliye oldu. Sorgulamaları bir cuma günü başladı ve cumartesi günü sabaha karşı saat üçte bitti. Sanıkların tahliyesine karar verildi.
Tahliye için adliye ve para yatırma bürosu gece açıldı. Gece yarısı 800 bin dolar bulundu, vezneye yatırıldı. Çok ilginç değil mi? DGM tarihinde böyle bir sorgulama hiç görülmedi.
'Neşter-2'nin sonucu ne oldu?
'Neşter-1'deki sanıkların avukatları ve bazı yakınları mahkeme kararıyla dinleniyordu. Bu telefon dinlemeleri sırasında Yargıtay'daki sekiz hâkimle ilgili iddialar gündeme geldi. Çünkü bu dinlemelerde, başka konularda davaların da takip edildiği görüldü. Ve, 19 sanıklı 'Neşter-2' davası ortaya çıktı. Mahkemesi henüz başlamadı, ama orada da çok ilginç bir hukuk tablosu var.
'Neşter-2'de rüşvetle suçlanan yargıçlarla ilgili iddiaları, Yargıtay işleme koymadı. Yargıçların telefonunun mahkeme kararıyla dinlenmediğini söyleyerek, delilleri yasal kabul etmedi. Öyle değil mi?
Evet. Bu davada şimdi rüşvet organizasyonunu yapan, rüşvet verdiği ileri sürülen sanıklar var. Ama ortada bu rüşveti aldığı iddia edilecek kimse yok. Çok enteresan değil mi?
Siz, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptınız. Devlet hangi mekanizmayla soyuluyordu?
SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı, üniversite ve sağlık bakanlığı hastaneleri, gazlı bezden stente kadar her türlü sarf malzemesini 10 yıldır çok fahiş fiyatlara ihalesiz satın alıyordu. Oysa yasaya göre, devlet ihalesiz mal satın alamaz. İhalelere fesat karıştırılır o ayrı ama...
Kamuya beş tane bardağı bile ancak ihaleyle alabilirsiniz. Ama biliyor musunuz ki, 10 yıldır ihalesiz bir şekilde aşırı fiyattan alınan bütün bu hastane malzemelerine devletin fazladan yaptığı ödeme tam '5 milyar' doları bulmuş.
Nasıl olmuş bu?
Kalp damarlarında kullanılan 'stent' örneğini vereyim. Kamu, stentin tanesini yıllardan beri 2 bin 450 dolara satın alıyor. Biz buna karşı çıktık, ihale açılmasını istedik. İhaleye çıktık ama firmalar her seferinde ihaleleri sabote etti.
Bir inceleme yaptırınca gördük ki, işin boyutları çok daha büyük. İşte o zaman DGM'ye başvurduk. 'Neşter-1' operasyonu başladı. Sonunda stent alımlarında ihale yapabildik ve bir stentin fiyatı önce 450 dolara, sonra da 170 dolara düştü. Ve, devlete 2 bin 450 dolara satılan stentin, ülkeye 20 dolara ithal edildiği tespit edildi.
Rakamlara lütfen dikkat buyurun! Sadece stent örneğini verdim. Hastanelere 50 bin çeşit sarf malzemesi alınıyor. Eğer bu ihalesiz alımlar sürseydi, her yıl kamunun bu malzemelere fazladan yapacağı ödeme yılda 1 milyar dolar olacaktı.
Bu, çok büyük bir para. Bir milyar doları nereden buldunuz?
Gene stent örneğini vereyim. 1998'de kamunun hastanelerinde toplam 2 bin stent kullanılıyor. 1999'da 4 bin, 2000'de 8 bin, 2001'de 16 bin 2002'de 32 bin oluyor bu rakam. Sadece stent alımı her yıl hep iki misli artıyor. Operasyondan sonra 2003'te hastanelerde stent kullanımı 3 bin 750 adede düştü. Türk halkının kalple ilgili problemi nedense birdenbire azaldı.
İlaç ve malzeme alımlarında operasyonlar yapmak istediğinizde baskılarla karşılaştınız mı?
Tabii. Aleyhime yayınlar yapıldı. Neşter-1 sanıkları 150 milyon dolara televizyon kanalı satın alıyordu ki, o sırada yakalandılar. Benim dönemimde de ilaçta bugünkü gibi fahiş fiyatlar vardı. Biz bunu önlemek için 'eşdeğer ilaç' uygulamasına geçtik. Etkin maddesi aynı olan, tedavide aynı sonucu veren ilaçlar vardır. Biz fiyatı düşük olan ilacı aldık.
Sadece eşdeğer fiyat uygulamasıyla SSK'nın 2001 yılında ilaca ödediği rakam 360 trilyon, Bağ-Kur'unki de 200 trilyon lira azaldı. Nüfusu az ama ilaç sarfiyatı çok olan Emekli Sandığı'nı ise bu uygulamaya geçirtemedik. Bu sırada Pfizer ilaç şirketi Dışişleri Bakanlığımız kanalıyla randevu aldı ve 11 kişilik heyetle Amerika'dan beni ziyarete geldi.
Pfizer sizden ne istedi?
'Eşdeğer fiyat uygulaması bizim şirketimizin çıkarıyla çelişiyor. Bize zarar veriyor. Bu uygulama anayasanıza da aykırı. Vazgeçmezseniz, Türkiye'ye 80 milyon dolarlık yatırımdan vazgeçeceğiz' dediler. Bunun üzerine odadan çıktım ve görüşme üç dakika sürdü. Ertesi gün Mesut Yılmaz ve bazı bakanlar 'Bu bize sıkıntı verir' diye beni aradı.
2002 Nisanı'nda oluyor bu. Türkiye ekonomik krizde. IMF ile anlaşma yapılmak üzere.
Sonra beni Amerikan Büyükelçisi Pearson ziyaret etti. İlaç ve malzeme alımlarındaki sıkıntıdan söz etti. Bunun için IMF bile devreye sokuldu. Türk yetkililerle masaya oturduğunda, IMF ilacı gündeme getirdi ve 'Bu konu sıkıntı yaratıyor' beyanında bulundu. Aynı IMF, ihaleyle malzeme alımlarının da sıkıntılı bir durum yarattığını bildirdi. Ayrıca beni Pfizer'cıların ziyaretinden sonra Kemal Derviş de aradı.
Kemal Derviş size ne dedi?
'Çok üzülmüşler' dedi. Tesadüf, bir hafta önce Derviş bana, 'Artık emekli maaşlarını ödeyecek halimiz yok. Başınızın çaresine bakın' diye yazı göndermişti. 'Bana bir taraftan tasarruf yapın, para yok, diyorsunuz. Diğer taraftan da ilaca yılda fazladan 1 katrilyon ödeme yapın diyorsunuz. Bana bunu resmi yazıyla bildirin, konuyu değerlendireyim' dedim.
Bugüne gelirsek, eşdeğer fiyat uygulaması artık pek işlemiyor. Firmalar bazı bürokratları ve doktorları tesir altına alıp bunu da çeşitli yöntemlerle delmişler. Oysa Türkiye'de ilacın yüzde 94'ünü kamu satın alıyor.
Soygun çarkı nereden başlıyor?
Bazı firmalar, bazı bürokratlar, bazı doktorlar, bazen de siyasiler ve gazeteciler hepsi bu çarkın içinde. Bazı gazetecilere para veriliyor, çocuğunun bursu ödeniyor veya tatile gönderiliyor.
Üç buçuk yıl bakanlık yapan biri olarak söylüyorum. Devletin yatırımlarında ve alımlarında bana bir tek kamu idaresi gösteremezsiniz ki, orada usulsüzlük, fahiş ödeme, israf ve istismar olmasın. Bütün kamu alımlarında hırsızlık, yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet veya suiistimal var. İşin içinde de mutlaka bazı bürokratlar var.
İlaç ve malzeme alımında doktorların da bir kısmı devrede. Mesela, fazladan stent kullanması için bazı doktorlara firmalar stent başına 600-800 dolar verdi. Hem pahalı malzeme kullanmaları, hem de ithal ve en pahalı ilacı yazmaları için doktorlara, firmalar yılda 300 milyon dolarlık promosyon dağıtıyor. Bilgisayar veriyor, muayenehanesini döşüyor, araba alıyor, ailesiyle birlikte bedava yurtiçi ve yurtdışı gezilere gönderiyor.
İlaçta ve malzemede yıllardır süregelen soygunu siz bildiğinize göre, bunu, Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın ve Maliye Bakanlığı'nın bürokratları da biliyordu değil mi?
Tabii yani. En azından ihalesiz ilaç ve malzeme alındığını biliyorlardı. Bu Bu soygun 10 yıl sürmüş ve hiç gündeme gelmemiş. SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığı yöneticilerinden, üniversite ve sağlık bakanlığı dahil hastanelerin başhekimlerinden, tıp fakültesi dekanlarından, hiçbirinden 'İhalesiz mal alınır mı ' diye bir itiraz gelmemiş.
Başbakanlık Denetleme Kurulu her yıl SSK Bağ-Kur ve Emekli Sandığı'nı denetliyor ama kamuya ihalesiz mal alımını tespit etmiyor. SSK ve Bağ-Kur'un müfettişleri de bu konuda bir tek soruşturma açmıyor. Meclis KİT komisyonları da ses çıkarmıyor. Şimdi, bir ilacı SSK'ya üç katı fiyata sattığı için Roche'la ilgili haberler çıkıyor. Oysa, sosyal güvenlik sistemi içinde bu kazıklanmalar, yolsuzluklar o kadar olağan ki.
Nasıl oldu da yıllardan beri bu soygun durdurulamadı peki?
Bu işlerin üzerine gitmek, baskılara direnmek kolay değil. İlaç ve malzeme alımlarındaki fahiş fiyattan, suiistimalden ve israftan ötürü devlet, her yıl 2 milyar dolar fazladan ödeme yapıyor. Bu, az para değil. Bu ülkede 300 milyon liraya adam vuruyorlar Neşe hanım. Bakın, ben bir SSK hastanesinin başhekimini görevden aldım, araya cumhurbaşkanları, başbakan ve başbakan yardımcıları, milletvekilleri girdi. Denktaş bile aradı. Başbakan iki, bir partinin genel başkanı dört kez söyledi.
Bu soygunu yabancı ilaç firmaları mı düzenliyor?
Hayır, onların Türkiye'deki distribütörleri ve temsilcileri düzenliyor.
Devlet önlemek için ne yapmalı?
Derhal e-devlete geçmeli. Aziz Nesin SSK'dan 30 kitap çıkarırdı. SSK'nın genel müdürüne soruyorum, bizim kaç tane hastanemiz var? 121 diyor. 10 gün sonra bir başka toplantıda soruyorum. 126 diyor. Bana yaz getir, diyorum. Yazıp getiriyor, 126. Bir ay sonra bir daha soruyorum. 123 diyor. Gülmeyin.
Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin Sosyal Güvenlik Bakanı olarak SSK hastanelerinin sayısını bilemedim. Tek tek valilere saydırdım da bizim açtığımız 30 hastaneyle birlikte sayısı 144 çıktı.
Derhal otomasyona, şeffaf devlete geçilmeli. Elinizde neyin olduğunu bilmiyorsanız, neyi önleyeceksiniz? Devletin her yeri A'dan Z'ye dökülüyor.
Türkiye'de üç ayrı sistem var. SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur. Bu, denetimi zorlaştırmıyor mu?
Zorlaştırıyor. AKP Hükümeti'nin acil eylem planında üçü tek bir sistem olacaktı. İki yıldır olamadı. Menfaat gruplarının içindeki bazı bürokrasi tek sistemi kurdurmuyor. Bu kurumlarin otomasyona geçmesi de engelleniyor.
Sosyal güvenlik sistemi Türkiye'nin en büyük karadeliği. Bu yıl devlet 12 milyar dolar ödeyecek sosyal güvenlik sisteminin açığını kapatmak için. Bu para, sadece sahtekârlıklarla mı şişiyor böyle?
Bütçede öngörülen açık 17 katrilyon ama yıl sonunda bu 19 katrilyonu bulacak. Yani devlet, SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı'na 14 milyar dolar ilave para verecek. Bu açığın yüzde 40'ı hırsızlıktır, suiistimaldir. Açığın geri kalan kısmı da, popülist politikalarla dejenere edilen sosyal güvenlik sistemidir.
Sosyal sigortalar sistemindeki çöküntü nasıl başladı?
İlk emeklilik yasası 1950'de çıkarıldı. Ortalama ömür kadında 41.5, erkekte de 37 yaş iken, emeklilik yaşı dünya ölçülerinde 60'tı. Ama yasa, seçim dönemlerinde hep değişti. Sadece emeklilik yaşı 38'e düşürülmedi, geriye doğru borçlanma yasalarıyla da sisteme darbe vuruldu. Mesela 1972'de kurulan Bağ-Kur için 1977'de geriye doğru emeklilik yasası çıkarıldı.
Bağ-Kur Genel Müdürlüğü'ne dilekçe yazıyorsunuz. Birinci satıra, 'Benim Bağ-Kur'a kaydımı' yapın diyorsunuz. İkinci satıra 'Bağ-Kur'dan beni emekli edin' diyorsunuz. Üçüncü satıra da 'Prim borcumu bağladığınız emekli maaşımdan kesin, diyorsunuz. Saygılarımla deyip dilekçeyi veriyorsunuz. Bu yolla 189 bin kişi bir lira prim ödemeden emekli oldu.
1969'da SSK'da geriye doğru borçlandırma yasası çıkarıldı. Çocuk doğuyor ve doğduğu gün 'inga' derken işe başlıyor. Böyle kabiliyetli çocuklar doğuran bir milletiz biz. Bu yolla binlerce kişi 20 yaşında emekli oldu.
Bir de sahte emekliler olduğunu biliyoruz. Bunlar nasıl önlenir?
Hak etmediği halde emekli maaşı alanlar var. Benim döneminde bunların sayısı SSK ve Bağ-Kur'da 400 bin kadardı. Otomasyona geçilmediği için tespiti çok güç oluyor. Düşünün, ben bakanken Bağ-Kur'lu mükellef sayısını öğrenemedim. Şu anki bakan da bilmiyordur. Yalnız, Türkiye'de 10 milyon civarında emekli olduğunu biliyoruz biz.
Sosyal sigortalardaki soygunların, popülist uygulamaların son 10 yılda Türkiye'ye maliyeti nedir?
Benim dönemimde bakanlığın hazırladığı rapora göre, 1965-2002 yılları arasında bu suiistimale ve popülizme açık sistemin Türkiye'ye bileşik faiz hesabıyla maliyeti 248.2 milyar dolardır. Bu rakam, şu anki iç ve dış borcumuzun tamamına eşit. Hazine, zaten bu açıkları kapatmak için yüksek faizle içte ve dışta borçlanıyor. Anlatırken hırslanıyorum. Ülke böyle soyuluyor.
Mehmet Altan, Maliye Bakanlığı ile Eczacılar Birliği arasında yapılan bir anlaşmayı yazdı. Sahte reçeteleri önlemek için ortak sistem kurmuşlar. Sonra aniden Maliye Bakanlığı bu işbirliğini durdurmuş. Bu konuda bilginiz var mı?
Var. Bunu biz SSK'da yapıyorduk, bize de mani oldular. Bir gün Bağ-Kur'a gittim. Bir odada tavana kadar fatura var, üç eczacı oturmuş kontrol ediyor. Kontrol edilmişlerden bir tane çektim. Kanamayı durduran bir ilaçla ilgili tam 52 milyar liralık bir reçeteydi. Hemen incelesin diye müfettişi çağırdım.
Doktor, 'Reçetedeki imza benim değil' diyor. Hasta, 'Ben bu ilacı almadım' diyor. Peki müfettiş, bu sahte reçeteyi savcılığa vermesi gerekirken ne diyor? Onun yazdığı rapora bakın. 'Her ne kadar imza doktora ait değilse de, Bağ-Kur'lu şahıs bu ilacı almadığını söylemişse de, eczane bu ilacı verdiğini söylediği için, bu paranın eczaneye ödenmesi gerekir ve bilahare...' diyor.
Bu kez müfettiş hakkında soruşturma açtırdım. Müfettiş sadece kınandı.
Eğer sosyal sigortalarda bu büyük açık olmasaydı, yıllardan beri buraya büyük paralar aktarmak zorunda kalınmasaydı Türkiye'nin ekonomisi bugün nasıl olurdu?
Türkiye'nin iç ve dış borcunun yüzde 80'i olmazdı. Paralar bütçe açıklarına değil, yatırıma giderdi. İşsizlik olmazdı. Türkiye, ekonomisi gelişmiş, düzgün bir ülke olurdu. Kısacası sosyal güvenlik açıkları olmasa, biz bugün IMF'ye muhtaç olmazdık! (BB)