Arkadaşım felsefeci, iyi bir felsefe eğitimi aldı, binlerce öğrenciye bildiklerini aktardı. Kürtlere kızgın; zamansız bir çıkış yaptıklarını düşünüyor, Kürt sorununun küreselleşmenin işine yaradığını, bölünmeyi küreselleşme yanlılarının istediğini...
Kürt sorununun Kürtlerin ve Türklerin vicdanına uygun bir şekilde çözülmesini isteyenlere de kızgın, onları bölücü buluyor, hatta satılmış, ama sıra bana gelince benim yüreğimle bu işe gönül verdiğime, samimi olduğuma inanıyor...
Yüreğimi aklımdan, bilgimden, tercihimden, safımdan ayrı tutup, dostluğumuzu korumak istiyor!
Kürt sorununa Kürtlerin talepleri doğrultusunda bir çözüm isteyenlere yönelik, bölücü, vatan haini, satılık tanımlamaları sadece arkadaşıma ait değil... Gazetecilik yaptığım yıllar neredeyse Kürt sorunuyla eşit... Doksanlı yıllardan beridir de "vatan haini" ve "bölücü"yüm! Çünkü savaşın arkasındaki Kürtleri anlatmaya çalışıyorum, rakamların arkasındaki insanı, ne yaşadıklarını, nasıl yaşadıklarını, acılarını, kırılmalarını...
1980'li yılların sonlarına doğru Celal Başlangıç'ın yönetimindeki Cumhuriyet'in Adana Bürosu'nda, olup bitenin çok yakınındaydık. Bölgedeki 25 kent, Adana büroya bağlıydı.
Koruculuk sistemi uygulamaya girerken neler olup biteceğini bölge insanlarının ağzından anlatıyorduk. Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilmesi, öğretmen Sıdık Bilgin'in öldürülmesi haberleri bürodan geçip İstanbul'a ulaşıyordu.
Günün yarısından fazlası çalışarak geçiyordu, bir çatışma, köy baskını, gözaltına alınıp kendilerinden haber alınamayan köylüler, işkenceden ölenler... Haberi yayımlayabilmek için önce doğrulatmak gerekiyordu, bu da saatler, bazen günler alıyordu...
Dönemin SHP'sinin milletvekilleri soru önergesi veriyor, o önergeden sonra haberi kullanabiliyorduk... Sonra... Adana büro sessizliğe gömüldü, herkes birer birer dağıldı... Nedeni hep kapalı kaldı, Cumhuriyet'e ilişkin anılarını kaleme alanlar bile buna dokunmadı, yazmadı, yazmak istemedi!
Haberleri yazarken hep aynı noktada tıkanıyorduk, PKK'dan nasıl söz edeceğiz, militan mı diyeceğiz, terörist mi? Tanım, haber okura ulaşana kadar değişiyor, militan, terörist oluyordu! Kaçınılmazdı, değişiyordu!
Arkadaşım kendini Kürtlerle eşit görüyor, çocuğunun Kürt bakıcısının kendisinin dertlerine üzüldüğünü söylüyor, kendisinin de bakıcının dertlerine hayıflandığını... Bu eşitlik anlayışının ne kadar tuhaf olduğunu, eşitliğin iki kere bozulduğunu fark edemiyor...
Bir kere o patron, diğeri işçi, parayı o veriyor, işçi alıyor. Patronla çalışan arasındaki bir eşitlik bugüne kadar kurulmadı, kurulması mümkün değil zaten, eşitlik halinde, patron-çalışan tanımları olamaz ki, "kızımın ablası" demek de onun patron olma halinin üzerini örtmeye yetmez ki...
İkincisi, aynı geçmişlere sahip değiller, eğitimde, yaşama koşullarında, tercih kullanımında hiç eşit olmadılar... Bu kadar yukarıdan kurulan bir eşitliğin yer çekimine fazla karşı koyamayacağını nedense düşünmek istemiyor arkadaşım...
Örneğin evde konuştuğu dille okula gitmenin sağladığı kolaylığı göz ardı ediyor... Anadille eğitim hakkının sağlanmasının "Baba Beni Okula Gönder" kampanyasından çok daha öncelikli olduğunu görmek istemiyor... Yedi yaşındaki bir kırılmanın, yetmiş yaşında bile onarılamayacağını, hep bir eksik kalacağını anlıyor evet, hissediyor, ama yine de aklı bunun zamanının gelmesinden yana...
Çünkü dünyanın, bütün emperyalistlerin gözü Türkiye'nin üzerinde... İyi de biz en çok zararı "içten" görmedik mi? Gördük, buna bir itirazı yok, yoksulluk, yoksunluk, insan haklarının ihlalleri hep içerden geldi, ama...
Felsefesini üzerine inşa ettiği, öğrencilerine öğrettiği "dünya vatandaşlığı"ndan bile bugün yeisle söz ediyor arkadaşım. Çünkü onun gözünde, evrensellik, dünya vatandaşlığı da artık küreselleşmecilerin hizmetinde... Bir gün mülteci olmak zorunda kalmaktan korkuyor, çocuğunun yabancı işçi olmasından...
Kürtlerin ana dillerini konuşmak istedikleri için köylerinin yakıldığını, mülteci olmak zorunda kaldıklarını, evet, kabul ediyor ama...
Fikirlerimiz ayrı artık, duygu ne onu kurtarıyor, ne beni... İşte bu yüzden Kürtlerle, aramda sevgi-nefret ilişkisine benzer bir durum var... Nefret var çünkü, onların bu taleplerine verdiğim hak, görüldüğü gibi bir çok dostumla yolumu ayırdı. Sevgi var, çünkü kendi kimliğime ilişkin boşlukları Kürt meselesine dair düşünürken doldurabildim... Kimliğin reddine, ancak bir kimliği üzerine iyice giyip onu yaşayınca ulaşabileceğini gördüm. Davranışların, düşüncelerin, duyguların geçmişinde bulanıklık varsa, bu insanı eksikli bırakıyor... Bu eksiklikle eşit ve özgür olunamıyor...
Empati gerekiyor evet, konuşabilmek için, ama korkular empatiyi de köreltiyor... Hepimiz giderek artan bir hızla uzaklaşıyoruz empatiden, yani kendimizi bir Kürdün yerine koymaktan...
Medya için de Kürtler sadece bir rakam. Bir masum halkın rakamı var, bir de onları "yoldan" çıkarmaya çalışan "terörist"lerin... "Bütün Kürtler bölücüdür" lafı medyanın dilinin ucunda, ama demiyor, diyemiyor, bu lafın taşıdığı anlamlardan korkuyor, çünkü bu, bütün Kürtler anadilleriyle eğitim yapmak istiyor, eşitlik istiyor, anlamına gelecek, o zaman tanım bölücü olmaktan çıkıp, bir halkın talebi haline gelecek...
Arkadaşım medyanın manipülasyonunu kabul ediyor, ama Kürt sorununda değil... Bir Kürdü bir rakamdan çıkarıp bir kimlik olarak karşısına çıkarmak onu önyargılarından kurtarır mı? Belki, ama medyada böyle haberlere yer yok...
Kürt sorunu artık Kürtlerle devletin değil, Kürt halkıyla Türk halkının sorunu olmaya doğru gidiyor... Milliyetçilik güçlendikçe, kılıçlar da kınında kıpırdıyor... Bu hareketi sağlayacak, yani "haydi" komutunu verecek olanlar iktidardakiler. Bir Türk empati kurup bir Kürdü anlayamadıkça, yani barışın dilini kuramadıkça iktidara hizmet ettiğini unutmamalı... İktidarın önünde bir Kürt'le Türk'ün eşit olmadığını da...
İktidardaki kültürün bir parçası olmak demokratlaşmayı geciktiriyor elbette, ama artık çok zamanımız yok...(BG/EÜ)
* Bu yazı 13-14 Ocak'ta yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının hemen ardından yazıldı.