Söylenenlerin doğru olup olmadığını bilmiyorum. Ama bana bu tavır "doğal" geliyor. Bir çok kere buna benzer söz ve tutumlarına tanık olduk, çünkü!
O gerçekten de "muhalefet" istemiyor. İstediği "dikensiz bir gül bahçesi". Ama genlerimizle ne kadar oynarlarsa oynasınlar henüz bizleri "dikensiz" kılamadılar. Elimizin erdiği, gücümüzün yettiğince gördüğümüz yanlışları söylemeye devam edeceğiz. Zaten "demokrasi" de böyle varolacak.
O kendisine "muhalefet" edilmesini istemiyor, çünkü uyguladığı politikaların gerçek sahipleri de "muhalefet" istemiyorlar. IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve ülkemizi "pazar", insanımızı "zağar" bilen uluslarüstü şirketler yaptıklarına kimse karşı çıkmasın istiyorlar.
Her gün bu "tercih"in somut örneklerini yaşıyoruz aslında. Cumhuriyet Hükümetinin Başbakanı yani partisi seçimle iktidar olduğundan beri, hekimlerin en üst örgütü olan Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) yöneticileriyle bir kez görüşmezken, son kez iki gün öncesinde görüldüğü gibi Amerikalı ilaç firmalarının "elçi"liğine soyunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Dışişleri Bakanlığı eski sözcüsü M. Albright ve benzerleriyle rahatlıkla görüşebiliyor.
Eğri oturup doğru konuşalım; mecliste olmayan muhalefeti "ikame" eden ve bir anlamda "toplumsal" muhalefetin başını çeken örgütlerden biri, belki de birincisi Türk Tabipleri Birliği ve onun en çok üyeye sahip odası olan İstanbul Tabip Odası'dır. Aslında böyle olmamalı. Çünkü bu örgüt bir "sınıf çıkarı" amaçlı bir örgüt değil. Bir "emek" örgütü ya da "politik" bir örgüt de değil. Ama ne mecliste, ne de sosyal ve toplumsal yaşamda başka güçlü bir örgüt olmadığı için onların yerine kendisine bu görevi veren bir örgüt.
Başbakanın demokrasi açısından ayıbı "muhalefet" istememesi ise, vatandaşın ve toplumun yani bizlerin ayıbı da başbakana ve temsil ettiklerine gerçek bir "muhalefet" yaratamamamızdır.
Hekimler işlerinin gereğini yapıyor
Hekimlerin örgütü 70'li yılların başından beri, 80'deki darbenin yarattığı kısa bir kesintili dönem dışarıda bırakılırsa yaklaşık 30 yıldır bu ülkede "demokrasi"si de savunma görevi üstleniyor. Dolayısıyla bir anlamda "muhalefeti" de üstlenmiş oluyor.
Dahası bunu "doğal" ve "olmazsa olmaz" görevlerinden birisi sayıyor. Salt bu nedenle bir kesim hekim tabip odasını gündelik politikanın içine çok fazla girmekle suçluyor.
Bir ülkede "yöneticilere" karşı muhalefet etmenin yol ve araçları tıkalı olursa, bu ister istemez başka araç ve yollarla yapılıyor. Hekimler meslekleri gereği olan biteni biraz daha fazla sorguluyor. Hekimler toplumla içiçe bir görev sürdürüyor. Hekimler sağlığın yalnız hastalık olmadığını çok iyi biliyor. Hekimler sosyal sorunların sağlığı bozan temel unsurların başında geldiğini biliyorlar. Bunları bilince işleri gereği doğal olarak tedavi etmeye, bunun için de reçete önermeye çalışıyorlar.
Doğrusu çözüm önerilerini de aslında yine sağlık alanıyla kısıtlıyorlar. Çünkü amaçları toplumun insanın sağlığını korumak ve sağlık sorunlarıyla başa çıkılabilmesini sağlamak.
Hekimlerin "sağlık" dışında politika yaptıkları iki alan daha var:Biri "insan hakları ihlâlleri", diğeri de "savaş". Her ikisi de insanın yaşamına ve sağlığına doğrudan etkide bulunan ve hekimlerin aslında "doğrudan" müdahil oldukları süreçler.
Dolayısıyla uzaktan bakıldığı gibi hekimler aslında "muhalefet" yapmıyorlar. İşlerinin gereğini yapıyorlar. Bunu yaparken sağlık politikayla çok iç içe olduğu için "politika" yapıyor gibi görünüyorlar.
İTO'da PR'lı seçim
Geçtiğimiz hafta sonu böyle bir ortamda İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok tabip odasında "genel kurul" ve "seçim"ler yaşandı.İstanbul'da çok daha belirgin olmak üzere bu odaların bir kesiminde "muhalefet" istemeyen "iktidar"ın bu meslek örgütünü ele geçirmek üzere ciddi bir uğraş verdiği görüldü.
İstanbul'daki gerçekten "sosyolojik" ve "politik" olarak çözümlenmeye değer bir "örnek" oldu. "İktidar"ın bir meslek odasına bu kadar içerden bir müdahalesi ilk kez görülüyordu. Para, zaman, erk, elektronik ortam ve benzeri olanaklar, PR şirketleri, vb. bir çok etkileme unsurunun profesyonelce kullanıldığı görüldü. Amaç hekim kamuoyunu etkilemekti.
İktidara "inanç"la bağlı olanlar dışında; "kaynak" ve "çıkar" birliği nedeniyle içli dışlı olanlar da bu süreçte aktif yer aldılar.Örneğin özel hastane yöneticileri ve bu hastanelerde görev yapan "isim" yapmış bazı hekimler bu süreçte etken oldular. Özel hastanelerde ve bazı kamu sağlık kurumlarında çalışan hekimler onları desteklemeye zorlandı.Yapılmaya çalışılan tam bir "seçim baskını"ydı. Zaten ellerinde olan "iktidar" olanaklarını ve sahip oldukları engin maddi kaynağı da buna katarak odayı ellerine geçirmeye çalıştılar.
Bu süreçte yalnız değillerdi. Onlara bir de "ulusal" çıkar peşinde koşanların, bilerek ve isteyerek olmasa bile; "nesnel" olarak destek oldukları görüldü. Çünkü aslında kazanma şansları olmadığını bile bile "muhalefet" oylarına ikinci bir adres gösterdiler. Kıbrıs sürecinin zamansal yakınlığı ve ülkede "karar" verme sürecinde etkide bulunan bir kesimin bu anlamdaki duruşlarının yarattığı bir desteği alma temelinde gösterilen bu adres, isteseler de istemeseler de oyların bölünmesini sağladı.
Neyse ki hekimlerin genel duyarlılığı ve önceden olduğu gibi "muhalefet" edeceğini açıklayan ve doğru adres olduğunu belirten Demokratik Katılımcı Hekimlerin yoğun çabaları seçimin sonucunu şekillendirdi.
Şimdiye kadar yaşanan en çok katılımlı oda seçimi olan tabip odası seçimlerinin sonucunda "iktidar" oda yönetimine seçilecek yedi kişiden ancak "bir"ini belirleyebildi. Başka bir deyişle "iktidarı almak" yerine yalnız "listeyi delebildi". Bu aynı zamanda 3 Kasım 2002'den bu yana yapılan ve "iktidar"ın da aday olduğu çeşitli seçimlerdeki "ilk yenilgisi"ydi.
Gerçek ulusalcı/gerçek muhalefet
Bu sonuçtan alınacak bir çok ders var: Bir tanesi odanın başkanlığına yeniden seçilen Prof.Dr. Gencay Gürsoy'un söylediği gibi uluslarüstü şirketlerin çıkar politikalarına karşı koymak yani "gerçekten ulusalcı" olmak çok kolay bir şey değil. Kıbrıs'ta AB sürecine "Hayır" diyerek, ya da "Kıbrıs için Yunanistan'a savaş açıp 200 bin şehit verip oranın alınabileceğini" söyleyerek ne yazık ki "ulusalcı" olunamıyor.
Mücadele hayatın içinde yaşanıyor. Gerçek "muhalefet" toplumla birlikte ve onlar için uğraş verebilmekle mümkün olabiliyor. Bir ikinci sonuç da bence şu: Hekimler sağlık alanının tüm kirlenmişliğine karşın hâlâ "cüzdan" yani "çıkar", yerine "akıl" yani "doğru"yu savunup onun yanında yer alabiliyor.
Odanın politikaları , özellikle de kendi alanına ilişkin çözüm ve önerileri bu iki temel nokta bilinerek kurgulanmalı. Başka bir deyişle; genel ölçekteki politika ve çözümlemelere, eğer uygulama düzleminde somut karşılıklar bulunup uygulamaya konulamazsa, "muhalefet"siz bir ülkede "sağlık" gibi herkesi ilgilendiren temel bir alanda bu toplumun şimdi içinde bulunduğu durum çok daha kötüye varabilir.
Bu gidiş böyle sürerse; önce ilaçsız, sonra hekimsiz, en sonunda da hastanesiz kalınacak günler çok uzak değil gerçekten de. O zaman eskiden söylediğimiz türküyü bir kez daha söylemek zorunda kalacağız:
"Hastanesiz, doktorsuz ve güvensiz / öldü gitti binlerce çaresiz / yakışır mı hiç ağlamak bizlere / bizler ki karşı koyduk nice dertlere!"
Ne ağlayalım, ne de hastanesiz doktorsuz kalalım. Bunun için sahip olduklarımıza sıkı sarılalım ve koruyalım. Bunun adı "muhalefet" olsa bile... (YS/BB)