Ömer Madra: Bütün gazete ve televizyon haberlerinin ana konusunun kuraklık ve küresel iklim değişikliği olması beklenirdi, ama değil, herkes kuraklıktan bahsediyor fakat küresel iklim değişikliğinden ve sürdürülebilirlikten pek bahsetmiyor. Biz bahsedelim bari.
Semra Cerit Mazlum: Sürdürülemezlik örnekleri arttıkça artık bu haberlerin de değişmesi lazım. Gündemdeki konu Ankara’nın su sorunu, o da sorunun asıl nedenleri dolayısıyla ya da bağlamında değil de, siyasi ya da idari boyutları dolayısıyla tartışılıyor son zamanlarda. Ankara’da bugünlerde yaşanmakta olan su sorunu yalnızca sorunun kendisi açısından değil, ele alınış biçimi açısından da büyük önem taşıyor ya da yanlışlıklar içeriyor; rasyonel olmayan, rasyonel yerel yönetim ilkelerine ya da anlayışına dayanmayan bir yaklaşım söz konusu. Özellikle Belediye Başkanı’nın ve ilgili kurumların değerlendirmeleri, bunun yanında su kaynaklarının korunması ve yönetiminden sorumlu merkezi yönetim kuruluşlarının, başta DSİ olmak üzere, yaklaşımları da benzer açmazları içinde taşıyor. Sorunu asıl nedenlerinden, olası sonuçlarından koparıp daha başka bağlamlara yerleştirmeye, çözüm için farklı adresler göstermeye çalışan eğilimler baş gösteriyor son dönemlerde.
Biz de biraz önce taşıma suyla değirmen döndürme çabalarının ön planda olduğunu söylüyorduk, “şu nehirden su getiririz gibi” ya da “yeraltı sularını çekeriz, göle koyarız, göl yükselir” gibi. Bunların çok yanlış olduğunu söylüyor bilim insanları.
Aslında bunun arkasında yatan asıl neden, şimdiye kadar bir uyum politikasının, bir uyum stratejisinin olmaması. Baştan beri bunu söylüyoruz, iklim politikasının iki boyutu var, iki ayaklı bir politika süreci bu; bunlardan bir tanesi mitigasyon, yani sera gazlarının azaltılması, ikincisi de artık yaşanmaya başlayan, görünmeye başlanan sorunun, küresel ısınmanın etkilerinin azaltılması, kentlerin, kırsal alanların, insanların ve doğal yapıların bu değişikliğe uyum göstermesini sağlayacak önlemlerin alınması. Her iki konuda da eksiklik, özellikle Türkiye için büyük önem taşıyan adaptasyon konusundaki ilgisizlik, yetersizlik ve belki de vurdumduymazlık hâlâ devam ediyor. Bu, merkezi yönetim düzeyinde böyle olduğu gibi, belediyeler düzeyinde de böyle. Halbuki dünyada yerel yönetimler, özellikle belediyeler, iklim değişikliğinin etkilerine uyum stratejilerini eylemlerinin içinde en önemli aktörler olarak öne çıkıyorlar. Bütün dünyada bu böyle, iklim değişikliği sekreteryasının küresel iklim politikasının önerisi, öngörüsü bu yönde oluduğu gibi, başka uluslararası kurumların da çalışmaları bu yönde. Örneğin AB, Haziran ayında iklim değişikliğinin etkilerine uyum için bir ‘Yeşil Kitap’ yayımladı. Bu kitap, birliğin önümüzdeki dönemde hazırlayacağı ve sonra da benimseyeceği uyum stratejilerinin hazırlığı niteliğinde. Hangi konuların, hangi yöntemlerle ele alınması, hangi boyutların önceliklerin dikkate alınması gerektiğini ortaya koyan, tespit eden bir çalışma.
AB, ‘Yeşil Kitap’ adıyla mı yayımladı bunu?
‘Green Paper’ olarak çıktı bu iklim değişikliğinin etkilerine uyum başlığı altında. Yerel yönetimler, iklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkmada en önemli aktörler olarak gösteriliyor, birlik, üye ülkeler ve yerel yönetimler başlıca sorumlu kurumlar olarak nitelendiriliyor bu çalışmada da. Türkiye’de böyle bir eksiklik söz konusu. Yerel yönetimler, özellikle sera gazlarının azaltılması konusundaki çalışmalara, bütün dünyadaki örneklerin tersine, katılmadıkları, fazla ilgi göstermedikleri gibi, artık karşımızda olan, yaşamaya başladığımız sorunla nasıl başa çıkılacağı konusunda da bir çaba içine girmediler ya da geciktiler böyle bir çabaya başlamakta.
İşin kötü tarafı, gecikmeye devam ettiklerini de düşünebiliriz herhalde. Mesela Londra Büyük Şehir Belediyesi’nde Ken Livingston’ın yaptığı gibi, şehir merkezinde fosil yakıt, petrol, mazot yakan araçlar için yüksek vergiler konulması gibi eylemlere bir an önce geçilmesi, ama onun ötesinde de herhalde çok ciddi bir hedef koyması gerekiyor Türkiye’nin. Bunun başka türlü yapılamayacağının artık öngörülmesi gerekir diye düşünüyor insan.
Evet, ikisinin paralel bir şekilde yürümesi lazım, artık kabul edilen ilke, mitigasyon ve adaptasyonun birbirinden ayrı düşünülemeyeceği.
Hem küresel ısınmanın etkilerini azaltacaksınız, hem de buna uyum için gerekli şeylerin yapılması gerekiyor.
Biri birinden öncelikli değil artık, çünkü geleceğin sorunu değil, bugünün sorunu haline geldi küresel ısınma. Bu adaptasyon politikalarının ya da stratejilerinin aslında iki yöntemi var; bir tanesi reaktif, yani sorun baş gösterdikten sonra, az önce dediğiniz gibi, kentlere su taşımak bunun örneklerinden birisi. Bir de proaktif adaptasyon yöntemi, var; varolan verileri kullanarak ya da yeni veriler üreterek ne gibi sorunların ortaya çıkabileceğini önceden tahmin ederek, gerekli önlemleri almaya dayalı bir yaklaşım. Bu ikinci yaklaşım, hem sonuçları açısından daha yararlı hem de getirdiği maliyetler açısından daha etkin, yani daha ucuza mal oluyor ülkeler için, yerel yönetimler için. Dolayısıyla Türkiye gibi, tarımsal kuraklığın, kentlerdeki susuzluk sorununun baş gösterdiği, iklim değişikliğinin etkilerinden çok fazla etkilenme olasılığı bulunan ülkelerde ikinci yöntemin tercih edilmesi daha rasyonel, hem maliyetleri düşürmesi hem de etkilerinin boyutlarının azaltılması açısından.
Büyük kentlerin iklim değişikliği karşısında kırılganlıklarının başında susuzluk geliyor, sellerin, taşkınların yanı sıra, su kaynaklarının azalması, su kıtlığının ortaya çıkması, özellikle Akdeniz havzasında, büyük kentlerin, yoğun nüfusun yaşadığı yerleşim birimlerinin en başta karşılaştıkları kırılganlıklardan birisi. Bu tabii yalnızca küresel iklim değişikliği ile bağlantılı bir politika hedefi değil, aynı zamanda Türkiye’nin de kendisini bir şekilde bağladığı, ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’nin de içinde olan bir hedef. Ülkeler, devletler, 2000 yılında ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’ çerçevesinde, 2015’e kadar temiz ve sağlıklı içme suyuna ulaşamayan nüfusu yarıya indirmeyi kararlaştırdılar. Bu yöndeki çalışmalar sürüyor, bu hedefin gerçekleştirilemeyeceği yönünde kaygılar var, ama Türkiye açısından bakıldığında özellikle kırsal alanlarda susuzluk sorunu, suya erişim sorunu tespiti hakimdi Türkiye’ye. Şimdi buna büyük kentler de eklendi.
Tabii büyük kentlerde çok daha büyük yıkım olabilir, çünkü kentlerin beslenmesi çok ince hesaplara bağlı.
Tabii başa çıkma yöntemleri açısından daha güç durumda büyük kentler, çünkü kırsal alanlarda, belki çeşitli yöntemlerle susuzluk sorununu çözmeye yarayacak yollar bulunabilir, kısa vadeli de olabilir bunlar, fakat büyük kentlerde nüfusun yoğunlaşması, özellikle sağlık gibi çok önemli hizmetlerin bu merkezlerde toplanması dolayısıyla, su sorunun bu büyük yerleşimlerde baş göstermesi ortaya çıkacak etkilerin boyutlarını da genişletiyor, özellikle sağlık sorunu başta olmak üzere. Ankara’da temiz içme suyunun yokluğundan kaynaklanan sağlık sorunlarının artmakta olduğunu biliyoruz.
Hem hastanelerde, acil vakalar dışında herhangi bir bakım ve ameliyat yapılamıyor, geri çevriliyor, hem de hastanelerin gündelik hayatını sürdürmek mümkün olamıyor.
Büyük kentlerin kan damarları gibi su altyapıları. Dolayısıyla sürekli çalışıyor olması lazım bu sistemin, enerji kadar önemli, elektrik kadar önemli, belki ondan daha önemli büyük kentlerin suyunun sürekli sağlanıyor olması. Dolayısıyla şu anda Ankara’daki su krizinin yönetilmesindeki irrasyonalite iyi dersler çıkarmak açısından örnek olmalı öteki büyük kentlere ve kent merkezlerine. Belki adaptasyon çalışmaları yapılırken Türkiye’de, su sorununun nasıl yönetilmemesi gerektiği açısından da örnek olay olarak değerlendirilebilir.
Evet.
Bu süreçte kurumlar arası işbirliği de önem taşıyor. Sorunun tartışılma biçiminden anlıyoruz ki, böyle bir tehlike olabileceğinin farkında olan ilgili kurumlar, hem merkezi yönetim hem yerel yönetim, sorunun farkında olarak bu sorunun çözümünü ertelemişler ve işbirliği, eşgüdüm gereğini de pek dikkate almamışlar hazırlıklar sırasında. Yalnızca su yönetimi ile ilgili kurumlar arasında değil, bu sorunun öteki boyutlarıyla ilgili kurumlarla da bir ortak çalışma yürütülmemiş, en önemlisi de Meteoroloji’yle anlayabildiğim kadarıyla.
Ankara’da, Meteoroloji ile Ankara su işletmeleriyle de bir bağlantı kopukluğu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca Thames Water şirketinin başkanı Evren Köprülü’nün yaptığı açıklamalar da ilginçti, “ta 2000 yılından beri küresel ısınmaya göre tedbir alınması gerektiğine çok ciddi uyarılarda bulunduk” dedi. “Biz böyle bir bilgiye sahip değiliz” diye cevap aldı.
Böyle bir ihmal ya da erteleme yaşanmış anlaşılan bütün uyarılara karşın. Dolayısıyla bundan sonra yapılması gereken en önemli şey, başta Meteoroloji olmak üzere, her boyutuyla ilgili kurumların birlikte çalışma alışkanlığını başlatmak, hem yerel düzeyde hem merkezi düzeyde. Özellikle önceliklerin başında da, Türkiye’nin adaptasyon ihtiyacıyla ilgili bilimsel, kurumsal araştırma altyapısının geliştirilmesi gerekiyor, böyle bir eksiklik var, ulusal bildirimde de gördük bunu.
Prof. Mikdat Kadıoğlu da Vatan gazetesinde çıkan mülakatında benzeri önemli şeyler de söylüyor; yaklaşan felaketi anlatırken, özellikle yerel yönetimlerin acilen su varlığını tespit edip bir su bütçesi yapması gerektiğini söylüyor. “Su Yılı’ 1 Ekim’de başlamalı ve bu tarihte devlet bütçesi gibi su bütçesi olmalıdır. Ankara’nın da artık sosyo ekonomik kuraklık seviyesine geldiğini görmeliyiz, tarımda kuraklıktan sonra, sanayide de üretimin durma noktasına geldiği seviye artık sosyo ekonomik kuraklıktır, Ankara şimdi bu seviyede” demiş. Acil önlem alınmaması halinde geleceğin çok karanlık olduğunu da sözlerine eklemiş.
Çok haklı. Bu sorun başka tehlikelerin de işareti aslında. Kaynakların farklı işlevler arasında nasıl dağıtılacağı sorunu da baş gösterecek önümüzdeki günlerde, su bunun en önemli örneklerden bir tanesi. Tarımsal amaçlı mı, sanayide mi, yoksa evsel kullanıma mı daha fazla su ayrılmalı? Bu konuda da çatışmalar, kargaşa başlayabilir. Son günlerde haberlerde bazı olaylar izliyoruz; barajların etrafında yaşayan köyler arasında, barajların kullanımı konusunda gerginlikler yaşanmaya başlandı. Önümüzdeki günlerde, susuzluğun artması durumunda böyle bir görüş ayrılıkları, çatışmalar meydana gelebilir. Bunların da bu uyum stratejisinde dikkate alınması lazım.
Bu durumda, yeni döneme girecek olan meclisin neler yapması gerektiğini ve eski meclisten neleri devraldığını konuşalım biraz da...
Meclisin iki tane görev var bu konuyla ilgili, birisi geçen dönemdeki çalışmaları devralmak, onların sürekliliğini sağlamak, ikincisi de yeni bir gündem, yeni bir bakış açısı geliştirerek bu sorunu sürekli Türkiye’nin siyasi gündeminin ön sırasında tutmak. Son meclisin oluşturmuş olduğu Küresel Isınma Komisyonu çalışmalarını tamamladı, raporunu hazırladı, fakat meclisin seçim nedeniyle tatile girmesi dolayısıyla hazırlanmış olan rapor görüşülemedi, yani resmi bir metin niteliği kazanamadı.
Bu çok kötü oldu tabii.
Ortaya çıkan raporun içeriğini, basına yansıyan haberlerden ve Küresel Isınma Komisyonu Başkanı’nın, REC TURKIYE'nin Haziran’da üzenlediği bir toplantıda yaptığı açıklamalardan bilebiliyoruz ancak. Rapor mecliste tartışılamadığı gibi kamuoyunda da tartışılamadı. Görüşmeler sırasında, Komisyon ilgili kişileri dinlerken basına yansıyan haberler dolayısıyla bir ölçüde tartışma fırsatı oldu, fakat Komisyon’un ne sonuca vardığı, Türkiye için ne öngördüğü tartışılamamış oldu. Böyle bir şanssızlık oldu. Dolayısıyla, yeni meclisin birinci görevi, yasama faaliyetindeki süreklilik dolayısıyla, geçmiş dönemde hazırlanan bu raporu yeniden gündeme alıp mecliste görüşmek olmalı. Fakat bundan daha önemlisi, bu komisyon raporunun güncellenmesi için de çalışmaya başlaması lazım. Geçen dönemde süre kısıtlı olduğu için, -geçen dönemde üç aylık bir süre vardı, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı süreci dolayısıyla kesintiye uğramıştı çalışmalar- bu raporun güncellenmesini sağlaması lazım, belki yeni bir komisyon
oluşturulması lazım.
Belki de bu komisyonun sürekli çalışır hale gelmesi lazım.
Ya da çok uzun dönemli çalışmasının öngörülmesi lazım. Daha önce da yaşanmıştı böyle bir gelişme, Çevre Komisyonu raporunu hazırlamıştı, görüşülememişti meclis çalışmaları sırasında, daha sonra yeniden bir komisyon oluşturuldu ve yeni bir rapor hazırlandı. Bu konuda da böyle bir yöntem seçilmeli.
Başka bir şey daha sormak istiyorum; basında, gerek İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Fakültesi’nin bölüm başkanı, hem de Radikal ve Vatan gazetelerinin yazarı ve aynı zamanda Açık Radyo’da programcımız olan Prof. Kadıoğlu’nun bugün Vatan gazetesinde yayımlanan mülakatında söylediği, “Türkiye’nin adaptasyonla ilgili olarak yapması gereken çok şey var” sözleri, hem de Tarhan Erdem’in Türkiye’nin kuraklıkla savaşı öğrenmesi gerektiğini belirten yazıları var. Her ikisinde de, belirttiği hususlar arasında devletin bir su bütçesi olması ve kuraklıkla savaşta top yekûn bir seferberlik gerekliği var. Hiçbir devlet görevinin kuraklıkla mücadeleden önemli olmadığını söylüyorlar. Bu durumda, belki de meclisteki komisyonların da ötesinde, doğrudan doğruya, küresel iklim değişikliği ile ilgili, Başbakanlığa bağlı çok geniş yetkileri de olan bir bakanlık tesis edilip, konuyla ilgili çeşitli kuruluşlar ve yerel yönetimler arasında sağlanamayan koordinasyonu çok hızlı bir şekilde, sağlamak düşünülebilir belki.
Bakanlık, düşünülebilecek yöntemlerden bir tanesi olabilir bu konuyla başa çıkmak ya da hazırlamak açısından; fakat Türkiye’de ilgili kurumlar var ve şu anda çalışıyorlar, susuzluk sorunuun hem tarımsal hem kentsel boyutuyla ilgili olarak görevli, sorumlu, yetkili kuruluşlar var. Dolayısıyla yeni bir kurum yaratmak belki de bürokrasiyi arttırmaya yarayabilir, böyle bir sonuç doğurabilir. Türkiye’de kamu yönetiminde eksik olan bakışlardan bir tanesi ya da kurumsal yetersizliklerden bir tanesi, birlikte çalışma alışkanlığının olamaması, yani kurumlar arasında işbirliği yapmayı sağlayacak mekanizmaların olmaması. Bunlar genellikle geçici bir şekilde, çoğunlukla sorun ortaya çıktığı zaman oluşuyor, fakat olması gerektiği gibi çalışmıyorlar. Örneğin, çevresel etki değerlendirmesi raporlarında da, başvuru ile ilgili olarak kurumlar bir araya gelirler. Bu tür mekanizmalar yaratılmıştır, fakat su sorunuyla ve küresel iklim değişikliği ile ilgili olarak, DPT gibi, bütün bakanlıkların, ilgili kurumların politikalarının eşgüdümleneceği bir kurum oluşturulması gerekiyor, sizin dediğiniz gibi, bakanlıktan ziyade. Bu düzeyde ele alınması gerekir, ya da bakanlar kurulu içerisinde –pek çok ülkede yapılan bir şeydir bu- ilgili bakanların bir araya gelerek oluşturdukları alt bakanlar kurulu ya da komisyonlar oluşturulması düşünülebilirOrada belirlenen politikalar ve ilkeler çerçevesinde kurumların yönlendirmeleri, çalışmaların eşgüdüm içerisinde sürdürülmesini sağlamaları gerekiyor. Bütçeler yapılırken de buna göre düzenlemeler yapılabilir, yani her bakanlığın ortak yürüteceği bu tür politikalar için başka bütçe öncelikleri, bütçe kaynakları ayrılabilir. Bunun bir an önce yerleşmesi gerekiyor Türkiye’de.
Bundan önceki yıllardaki çevre bakanlarının, hatta tarım ve enerji bakanlarının kamuoyuna yaptığı açıklamalardaki büyük yetersizlik göz önüne alınınca, belki de sadece bu bakanların değişmesini talep etmekle değil, yeni bir yapılanmayı da düşünmek insanın aklına gelen şeyler arasında.
Önceki hükümet kamu yönetimi reformu başlattı, fakat aynı kamu yönetimi yapısının üzerine daha fazla bütçe etkinliği koyan, mali performansı öne çıkaran bir reform anlayışıydı bu. Yönetimin kendisinin iyileştirilmesi lazım, yani yönetme yöntemlerinin iyileştirilmesi lazım. Dolayısıyla kamu yönetimi reformu tasarlanırken, hazırlanırken artık sorunların tek başına ele alınamayacakları anlaşılmış durumda; bir tek iklim değişikliği değil, başka sorunlarda da böyle. Bu ortak çalışma kültürünün ve bunun arkasındaki kurumsal yapının oluşturulması lazım, reformun da bu çerçevede ele alınması lazım. Bakanların değiştirilmesi tek başına bir çözüm sağlamıyor, bunu geçmiş dönemlerden de biliyoruz, soruna bakış tarzının değiştirilmesi lazım. Hem kurumların hem yöneticilerin sorunu tanımlama ve analiz biçimlerinin değişmesi gerekiyor, kamu yönetiminin de kendisini buna uyarlaması gerekiyor. Modern yönetim tekniklerinden yararlanması lazım kamu yönetiminin. Meclis komisyonunun da önemli rollerinden bir tanesi bu olabilir belki. Nasıl bir kamu yönetimi yapısı geliştirilmesi gerekir bu sorunun çözümü için ya da başa çıkmak için, bu yönde de katkısı olabilir, bütün siyasal partilerin katılımıyla uygun kamu yönetimi yapılanması tartışılabilir mecliste. Komisyon’un çalışmalarının süreklilik kazanması, uluslararası politikaya entegrasyonu açısından da önemli Türkiye’nin.
Geçmiş komisyon raporunun en önemli sonucu şuydu; Türkiye’nin uluslararası müzakerelere katılmak üzere hazırlıklarını yapmaya başlaması ve kendi pozisyonunu belirlemesi önerilmişti. Dolayısıyla bu pozisyonun belirlenmesi süreci içerisinde meclisin de olması gerekir, yalnızca ilgili bakanlıklara bırakılmaması gerekir bu konunun. Toplumun temsilcisi olan siyasal organın, yani meclisin de uluslararası politikadaki ülke pozisyonunun belirlenmesinde aktif bir şekilde yer alması gerekir. Bu aynı zamanda, toplumun bu sürecin içine katılması anlamına geliyor. Yani toplumun, siyasi temsilcileri vasıtasıyla, Türkiye’nin uluslararası politikasının belirlenmesi sürecine katılması sağlayabilir böylece, aynı zamanda da hükümetlerin bu konudaki denetimine katkıda bulunur. Uluslararası politikaya daha bütünsel bir entegrasyon süreci sağlanabilir. Komisyon çalışmaları önemliydi, bundan sonra da böyle bir komisyon kurulması hem önemli hem de şöyle bir katkısı var; 90’lardan beri dünya bu sorunu tartışırken Türkiye 2005’ten itibaren yaygın bir şekilde tartışmaya başladı konuyu.
Maalesef evet.
Meclis komisyonu buna bir ölçüde katkıda bulundu, iklim değişikliğinin olası boyutları hakkındaki kurumların çalışmaları kamuoyuna yansımıyordu, meclis onları dinlerken kamuoyu ile bir ölçüde paylaşılabildi bunlar faaliyetler, hem de uyum hem de mitigasyon konusundaki maliyetler konusunda bilgi sahibi olabildi az da olsa toplum. Dolayısıyla böyle bir komisyonun kurulması ve sürekli çalışması, yalnızca pozisyon belirleme aşamasında değil, anlaşmaya taraf olduktan sonra da bu sürecin içerisine toplumun sürekli olarak katılmasına ve bilgilenmesine katkıda bulunacaktır. Dolayısıyla meclisin önünde iki görev var; birincisi yarım kalan çalışmayı sonuçlandırmak, ikincisi de Türkiye’nin artık en önemli sorunu haline gelen küresel iklim değişikliği ve onun sonuçlarından susuzluk, kuraklık sorununu gündeminin ön sırasında tutmak, bunun için de kurumsal karşılığı olan meclis komisyonunun oluşturulması gerekiyor.
Bu da esas itibariyle kamuoyunun baskısıyla olabilecek gibi gözüküyor.
Hükümetin kurulamaması, meclisin çalışmalarına başlayamaması, cumhurbaşkanlığı seçimlerine hapis olması nedeniyle olağan sürecine giremiyor siyaset. Dolayısıyla toplumun bu görevi başlatması gerekiyor dediğiniz gibi. Uluslararası alanda da önemli gelişmeler var Bali toplantısı öncesinde. BM Genel Kurulu’nun Eylül’deki toplantısı öncesinde, BM Genel Sekreteri bütün hükümet ve devlet başkanlarını, yani liderleri bir toplantıya, konferansa davet etti. 24 Eylül’de genel kurul çalışmalarından bir gün önce gerçekleştirilecek toplantı. BM Genel Sekreteri Ban ki-Moon iklim değişikliğini kendi öncelikleri arasında aldı ve BM örgütünün de en önemli çalışma alanlarından birisi haline getirmeyi sağlamaya çalışıyor. Kurumsal olarak BM’nin daha fazla dahil olmasını sağlamaya çalışıyor bu sürecin içerisine. Özellikle bir ölçüde tıkanmış görünen, ilerleyemeyen uluslararası müzekere sürecine, 2012 sonrası anlaşmasıyla ilgili olarak bir ivme kazandırmaya çalışıyor, bir dinamizm getirmeye, devletleri özendirmeye, harekete geçirmeye çalışıyor. Bunun için de formal görüşme süreçleri dışında genel kurul toplantısına katılacak olan devlet başkanlarını, liderleri, bu konuyu bir kere daha konuşmak, Bali toplantısında yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar konusunda konuşmak için görüşmeye davet ediyor.
Bu üst düzey bir uluslararası toplantı
Başlığı da çok ilginç. Liderlik sorunu söz konusu artık iklim değişikliği politikasında. Nedenleri biliniyor, sonuçları biliniyor, boyutları artık ortada, IPCC raporları da öteki bilimsel çalışmalar da bunu gösteriyor. Politikacılar da farkında, fakat bir liderlik eksikliği var, 2012 sonrasında ne gibi bir politika yapısı, anlaşma çerçevesi kurulması gerektiğinin öncülüğünü yapacak bir eksiklik bu. Öteki çevre anlaşmalarına baktığımızda, da pek çoğunda bu tür liderliğin büyük rol oynadığını görüyoruz, iklim değişikliğinde bu eksiklik devam ediyor hâlâ. “Gelecek Ellerimizin İçinde, Liderlik Sorununu Nasıl Ele Alabiliriz?” gibi bir başlığı var bu konferansın. Daha önce atamış olduğu ilk 3 iklim elçisi genel sekreteri, hükümetlerle görüşmelerini sürdürüyorlar, gündem konusunda yapılacak konuşmalar, tartışmalar konusunda. Umalım ki, bu toplantıdan Bali toplantısına ilham verecek, ona ivme verecek sonuçlar çıksın, bu liderliği gösterebilsin dünya liderleriyle yapılacak olan toplantıda. Fakat hemen bunun akabinde, belki de paralel, rakip bir şekilde başka bir liderler düzeyinde toplantı daveti daha geldi.
Bush tarafından.
Bush tarafından, G8 toplantıları sürecinde dile getirmişti bu öneri, şimdi hayata geçirmeye çalışıyor Amerikan Başkanı Bush. O da 27 Eylül’de, yani BM’deki toplantıdan 3 gün sonra, yine dünya liderlerini Amerika’da toplantıya çağırdı iklim değişikliğini konuşmak üzere. Fakat bütün liderler değil, G8 ülkeleri ve Çin, Hindistan, Güney Kore, Meksika, Brezilya gibi beş ülkeyi davet etti. Bu davet daha önce konuştuğumuz çerçeve içerisinde söz konusu. Ülkelerin kendi koşullarına uygun bir şekilde bu küresel soruna çözüm bulma konusunda işbirliği yapmalarını ve bunun yollarını tartışmayı öneriyor Bush.
Sulandırılmış bir şey tabii bu.
Yine bağlayıcı bir anlaşmadan ziyade, -onun platformu belli zaten-, çerçeve sözleşme altında yürümesi lazım, ona katkıda bulunacağı iddiasıyla bu toplantı yapılıyor. Özellikle teknolojik işbirliği konusunda, enerji güvenliği konusunda bu ülkelerin birlikte çalışmaları, dayanışma içinde olmaları gerektiğini söylüyor Bush. Tabii ilk anda bakıldığında olumlu gibi görünen bu girişim, bu davet, bir yandan da, “BM’deki girişime alternatif olarak mı ortaya çıkıyor acaba?” endişeleri de taşınıyor bazı yorumcular tarafından. Kendisi ve ilgili yetkililer bunun alternatif olmadığını, destekleyici olduğunu söyleseler bile, şimdiye kadarki yaklaşım bize farklı bir yol daha öngörüldüğü yolunda göstergeler sunuyor. Büyük ölçüde bu şöyle yorumlanabilir belki; Bush kendi dönemi içerisinde, Amerika’nın 2012 sonrası anlaşmasına katılımının çerçevesini çizmeye, oluşturmaya çalışıyor olabilir. Hem bu sürecin dışında kalmamak, ama sürecin içerisine de kendi koşullarıyla, kendi beklentileriyle dahil olmak yönündeki girişimlerden birisi daha bu. 2008’de sonuçlanacak bir anlaşma olmasını öneriyor, yapılacak toplantı sonrasında başlayacak çalışmalara. Dolayısıyla bu çalışmalar 2008’de tamamlandığında, 2009’da bitmesi hedeflenen BM çalışmalarına da bir girdi oluşturmuş olacak, yani somut bir alternatif gelmiş olacak BM çalışmasına. Bu açıdan da önemli olduğunu düşünüyorum eğer davet edilen liderler bu toplantıya katılıp Amerika ile görüş birliğine varırlarsa ve sonuç alınabilirse.
Öte yandan da Kanada’nın ve Rusya’nın başını çektiği Kuzey Kutbu’nun altında korkunç bir petrol arama, petrole hücum kavgası da ayrı bir çılgınlık olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da ayrıca uzun boylu tartışmalıyız.
BM Genel Kurulu da geçtiğimiz Ağustos başında bir toplantı yaptı, bu da çok önemliydi. İlk defa BM genel kurulunda da iklim değişikliği tartışıldı, fakat resmi olmayan bir toplantıydı. Hatta UNDP Başkanı Kemal Derviş moderatörlüğünü yaptı bu toplantının. BM’deki ülke temsilcileri ve genel kurul başkanı bütün ülkelere bir kere daha aynı çağrıyı yaptı: “Daha geç olmadan 2007’de Bali’de anlaşma için çalışmaya başlayın ve 2009’da en geç bunu sonuçlandırın” çağrısında bulundular. Bu da umarım dikkate alınacaktır.(ÖM/EÜ)
* Bu söyleşi 13 Ağustos 2007'de Açık Radyo’da yayınlandı.