* Fotoğraf: Arşiv / AA
2021 Mayıs ayından itibaren İstanbul başta olmak üzere tüm Marmara’yı etkisi altına alan müsilaja ilişkin, Jenna Scatena imzasıyla The Atlantic’te yayımlanan ve change.org* için Anıl Ceren Altunkanat tarafından Türkçe’ye çevrilen yazıyı paylaşıyoruz…
***
Onu ilk kez bir haziran sabahı, feribotla Boğaz’dan geçerken gördüm: Deniz yüzeyinde zehirli bir parıltı. Başta Boğaz’dan geçen çok sayıda büyük konteynır gemisinin birinden dökülen petrol olduğunu düşündüm. Ancak parlayan tabakaya yaklaştığımızda solgun bir çamur, geminin etrafındaki suyu harelendirdi. Kimi bölgelerde fiberglas yalıtım maddesi kadar kalın ve yüzer haldeydi. Köpüklü kabarcıklar ve yapışkan çamurla kaplı yüzeyi balonlar, ekmek kabukları ve suni köpükten yemek kaplarıyla doluydu.
Bu deniz müsilajıydı, ama Mayıs ayında Marmara Denizi’ni kapladığında virüs gibi yayılan hikâyeler sayesinde, dünya onu daha çok “deniz salyası” adıyla tanıyor. İnternet kullanıcıları bu pislik karşısında önce bir şaşkınlık gösterdi ancak sonra yoluna devam etti. Ama burada, İstanbul’da deniz salyası yazı gasp etti. Doğaüstü, kaçınılmaz mevcudiyeti plajları kapattı, sohbetleri ele geçirdi. Bazılarımız ise daha derin bir huzursuzluk içindeydik.
Küresel ısınmanın böyle gözükeceğini düşünmemiştim. Kendimi, kontrol edilemeyen çok büyük yangınlara ve denizlerin yükselmesine hazırlamıştım; deniz salyasına değil. Marmara Denizi’nin 2021’deki hikâyesi yaklaşmakta olanın habercisiyse iklim değişikliğinin etkileri korkunç derecede yıkıcı olmakla kalmayacak; aynı zamanda tuhaf, rahatsız edici ve dayanılmaz ölçüde iğrenç olacaktır.
Marmara; İstanbul ve Çanakkale Boğazları’yla Karadeniz’i ve Ege’yi birbirine bağlayan tarihi bir iç denizdir. Limanlar, iskeleler, yazlık evler ve fabrikalarla çevrili kıyılarında balıkçılar hâlâ ahşap teknelerde denizden levrek, kefal ve hamsi çekiyor. Ancak son on yılda mavi yüzgeçli orkinos ve kılıç balığı gibi deniz türlerinin ticari açıdan nesli tükendi, diğer birçok balık türünün sayısı azaldı, sahil şeridi denizanalarının istilasına uğradı; bunlar hasta bir ekosistemin bütün belirtileridir. Marmara’nın yüzey ısısı, çoğu denizdeki gibi, iklim değişikliği nedeniyle yükseliyor ama Marmara’da bu artış 2,5° C’ye varmıştır – küresel ortalamadan 1,5 derece fazla. Bu da onu dünyadaki denizler açısından başı çeken bir gösterge kılmaktadır.
Bu büyük ısınma, on yıllardır süren kirlilik ve aşırı avlanmayla birlikte Marmara’yı bir tür şok durumu içine soktu. 2020’nin sonunda fosfor ve azot yoğunluğunun artması, Yunancada “avare bitki” anlamına gelen tek hücreli organizmaların, fitoplanktonların sayısında bir patlamaya yol açtı. Marmara’nın artan yüzey sıcaklığı da normalde alg büyümesini dağıtmaya yardımcı olan akıntıları yavaşlatarak sularının katmanlaşmasına neden oldu.
Nihayet fitoplanktonlar besini tüketmeye başladı, bu bazı türlerin hücrelerinin yapışkan bir madde salmasına neden oldu. Bu hücreler ölünce çarpışarak birbirlerine yapıştılar ve katmanlı suyun en sıcak tabakasında asılı duran topaklar haline geldiler. Zamanın ve açıkta kalmanın etkisiyle bu topaklar etrafındaki hemen her şeyi –bakteriler, balık larvaları, ölü hücreler, atıklar– hapseden batık bir mukoza tabakasına dönüştü. Ölü fitoplanktonların üstünde büyüyen bakteriler bu tabakanın kütlesine eklendi. Ortadoğu Teknik Üniversitesi Deniz Bilimleri Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olan Doç. Dr. Mustafa Yücel bana “O noktada kendi kendine bir yaşam geliştiriyor,” dedi. Dediğine göre, su sıcaklıklarının artmasıyla denizlerimizde daha aşırı tepkiler görmeye hazırlıklı olmalıyız – bunlara istilacı türler, büyük alg ve yosun patlamaları da dâhil.
İstanbul’un balıkçılık kooperatiflerinden birinin başkanı olan, balıkçı Roy Oksen ilk ne zaman ağını teknesine çekemediği anımsıyor. Bir şey olanca ağırlığıyla ağı aşağıya çekiyordu. Gemide çalışan birinden yardım istedi, birlikte ağı sudan çıkarttılar. Ağ balık yerine koyu renk, kaygan ve yapışkan kıvamda bir maddeyle doluydu. Bana anlattığına göre, daha sonra müsilaj ağlara dolmakla kalmamış, tekne motorlarını da tıkamaya başlamıştı.
Oksen’le balıkçılık kooperatifinin merkezinde, liman tarafında bir kulübede buluştuk; sarılı halatların arasında, yem ve petrol kokusu içinde çayımızı yudumladık. Deniz manzaralı pencere müsilaja rağmen Marmara’dan çıkan deniz mahsullerinin güvenli olduğunu belirten el ilanlarıyla kaplanmıştı. Oksen deniz salyasından önce 50 liraya satılan balığın artık 10 liraya satıldığını, üstelik az sayıda balık yakalamak için çok daha fazla çalıştığını anlattı. Daha da kötüsü, müsilaj haberleri Marmara civarındaki kentlerde balık satışını yüzde 70 oranında düşürmüştü. Ekipman sorunları nihayet o kadar kötüleşti ki Oksen ve diğer balıkçılar sezonu erken kapatmak zorunda kaldılar. “Müsilaj bu yıl ya da önümüzdeki yıl da devam ederse, hayatta kalabilmek için başka bir iş aramam gerekecek” dedi.
Müsilaj yüzeyin altında sürüklendikçe başkalaşım geçirmeye, çürümeye başladı. Mukozada çoğalan virüs ve bakteriler çürümeyi arttırdı, ölü fitoplankton hücrelerini parçalayarak daha fazla mukoza ve gaz salmalarına neden oldu. Gaz müsilajı şişirdikçe deniz salyası yükselmeye başladı. Mayısta Marmara Denizi’nin yüzeyine çıkarak kendini halkın gözleri önüne serdi. Gebze yakınında sığ kıyılarda toplandı, Erdek civarındaki limanlara yerleşti, İstanbul’un lüks Prens Adalarının kıyılarında palazlandı. Kadıköy çürük yumurta gibi kokuyordu. Deniz salyası patlaması haberleri her yanı sardı, dünya tiksintiyle irkildi.
Haziran başında İstanbul’un Asya yakasında gözde bir yerleşim yeri olan Kadıköy’e gittim, deniz salyası orayı da var gücüyle vurmuştu. Kimi yerde müsilaj tabakası 70’li yılların gözde halıları gibi kalın ve yoğundu, kimi yerde frappucino gibi köpüklü. Türkiye’nin en lüks marinalarından biri olan Kalamış Marinası’nda sıradan bir yaz gününde yatlar bir gelir bir gider, insanları Prens Adaları ya da günbatımı gezilerine çıkarır. Müsilaj marinaya ulaştığında çalışanlar onu uzak tutmak için suya turuncu muhafaza bariyerleri döşedi. Ama müsilaj kısa süre içinde zaferini ilan etti, marinanın suları müsilajla kaplandı. Yatlar deniz salyasının içinde tutsak olmuştu. Müsilajın üstünde toplanan sinek sürüleri denizcileri tehdit ediyordu. Marinada bir yelken okulu işleten Nail Baktir bana insanların artık suyun yakınına yöresine gelmek istemediğini söyledi. Limana çekilmiş teknesinin güvertesinde dikilirken gövdeyi çevreleyen pisliği işaret etti. Müsilajı ilk gördüğünde bu kütlelerin denizin derinlerinden gelen mikroorganizma cesetleri olduğunu düşünmüştü. “İşimiz bitti. Marmara Denizi bitti. Cesetler suyun üstünde yüzüyor.” Vardığı sonucu dobra dobra ifade etti: “Marmara’yı öldürdük.”
Baktir bir dümeni tutup bir uzun sakalını sıvazlarken, bütün yaşamını İstanbul’da geçirmiş olmasına karşın müsilajın onu denizin daha temiz olduğu Türkiye’nin güneyine taşınmayı düşünmeye ittiğini söyledi. Belki torunlarının bir gün Marmara’yı onun çocukluğundaki haliyle görebileceğini ekledi – gelecekte çevre konusundaki endişeler daha ciddiye alınırsa.
Bu sırada müsilajın içindeki bakteriler parçalandı, salınan gaz yüzeyde küçük kabarcıklar oluşturarak müsilajı bilim insanlarının “bulut” adı verdiği yığınlara çevirdi. Bulutlar yelken vazifesi görünce, Türkiye’nin batıdan esen şiddetli lodosu müsilajı Marmara çevresine itti. Bazı floklar – gevşekçe kümelenmiş müsilaj kütleleri – ta Yunanistan’a kadar yol aldı, bu bakteri ve virüslerin uluslararası yayılımı konusunda endişeler uyandırdı (kaynaklarımın doğrudan müsilaja bağlı herhangi bir hastalık kaydına ilişkin bilgisi yoktu).
Yat limanından ayrılırken mavi tişörtlerinin üstüne can yeleği geçirmiş belediye işçilerinin havuz kepçesine benzeyen küreklerle deniz salyasını sudan aldıklarını gördüm. Sudan çıkardıkları müsilaj topaklarını bir çöp poşetine koydular, poşetin ağzını bağlayıp bir yakma merkezine gidecek kamyona attılar.
Kadıköy sahilinde başka bir yerde, muhafaza bariyerleri müsilajı geçici olarak bir alanda hapsediyor, böylece yüksek emilimli vakumları olan kamyonlar deniz salyasını denizden çekiyordu. Belediyenin temizlik tekneleri denizde geziyor, çöp temizlemek için kullanılan taşıyıcı kayışlar yardımıyla katılaşmış müsilajı topluyordu. Bu çabalar iyi niyetli görülse de Sisifos-variydi, bu eşi benzeri görülmemiş olayla baş edecek altyapı yoktu.
Prens Adaları yüzyıldan uzun zamandır dev kentin kirliliğinden ve türlü türlü sıkıntısından kaçan İstanbul burjuvazisine hizmet etmiştir. İnsanlar araba kullanılmayan adalarda, yürüyerek ya da faytonla dolaşır, zamanında Lev Troçki’yi de ağırlamış neo-klasik yazlık evlerin yanından geçerler. Ancak bulutsuz, havanın neredeyse 30° C olduğu bir haziran gününde adalarda sahiller bomboştu. Bir koyda rengârenk şezlonglar sıra sıra dizilmiş ama üstlerinde yatan tek kişi yoktu. Kumda hiç ayak izi görünmüyordu. Kıyının hemen ilerisinde müsilaj cadı kazanının içindeki iksir gibi girdaplarla yüzüyordu. Boğaziçi Üniversitesi çevrebilim profesörü ve İstanbul Belediyesi Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanı olan Ayşen Erdinçler’e göre, yüzerek bakteri kaynaklı bir hastalığa yakalanma riski yoğunlaşmış müsilajlı suda 12 ila 18 kat artmıştır.
Kadıköy’de olduğu gibi, belediye araçları salyanın içinde dolanıyor, endüstriyel hortumlarla müsilajı emmeye çalışıyordu. Yayalar durup kaşlarını çatarak sahneyi izliyordu. Yüzleri maskeli turistler boyunlarında kameralarıyla hızla kaçıyordu. Bir kadın cık cıkladı, bir diğer ya görüntüden ya kokudan –belki her ikisinden birden– tiksinerek ağzını ve burnunu kapattı. Bu kez beni vuran müsilajın kendisi değildi – duyarsızlaşma başlamıştı – aklıma gelen, yüzmeden geçen bir yazın ne kadar gerçeküstü olacağıydı. Yazımız sıradan nesnelerin alışılmamış bir bütün oluşturduğu René Magritte tabloları gibi başlamıştı. Magritte “Gördüğümüz her şey başka bir şey gizler,” demişti; suda yüzen mukozayı izlerken onu başka neler sakladığını düşündüm.
Bazı insanlar mayolarını giymiş suyun kenarında duruyor, ya seçeneklerini tartıyor ya da inkârı sürdürüyordu. Umutsuzca müşterileri rahatlatmaya çalışan kimi plaj kulübü sahipleri kendilerini artık koyu bir renge bürünmüş suya atıyor, “Gördünüz mü? Bir şey olmadı! Harikayım!” nidalarıyla sudan çıkıyordu. Bu gösteri suyun güvenli olduğu konusunda insanları ikna etsin etmesin, sıcaktan bunalıp kısa süre sonra kıyıya geri dönüyorlardı.
Son derece sıcak ve nemli bir cumartesi günü adadaki iskelelerden birine oturmuş, müsilaj başladığından beri ilk kez yüzmeyi düşünüyordum. Türkiye’nin 1971’den bu yana kaydedilen en sıcak temmuz ayıydı, denizde yüzme fikri baştan çıkarıyordu. Üstelik müsilaj hazirandaki gibi topak topak kıtalar halinde yüzmüyordu, sütlü kahveyi andıran daha hafif ve kremamsı bir kıvam almıştı. Kendi kendime daha önce de bulanık sularda yüzdüğümü söyledim - yaz kampında durgun Sierra göllerinde, Mekong Nehri bataklıklarında. Bazı arkadaşların kıyıya yakın yerlerde suya girmesini izledim, bedenlerini serinletirken başları suya girmesin diye boyunlarını zorluyorlardı. Ama küçük bir müsilaj parçası ayaklarımın etrafında dönünce midem bulandı, bedenim kaskatı kesildi. Denizin verdiği keyif henüz erişilmezdi.
Suya yeniden kavuşma özlemiyle, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanındaki bir sahneyi anımsadım: karakter aşk acısını dindirmek için Marmara’da sırtüstü yüzüyordu. Çevremizle teması kaybettiğimizde, teselli bulmak, neşelenmek için sığındığımız bir yer aniden ulaşılamaz hale geldiğinde neler kaybedilir? Nobel ödüllü yazarın, kahramanı gibi hevesli bir yüzücü olduğunu biliyordum, bu yüzden müsilaj patlamasından nasıl etkilendiğini sormak için onu aradım.
“Yüzdüğümde daha iyi düşünüyorum, bu kesin. Ayrıca ruh halim de değişiyor, bana bir tür özgüven veriyor,” dedi. “Yüzmek beni görece yılgın bir ruh halinden görece yaratıcı bir hale taşıyor.” Sözlerine, bu yaz yüzmenin yeni sigara içmek haline geldiğini gözlemlediğini ekledi, insanlar müsilajdan adeta kanserojenmiş gibi uzak duruyordu. “İnsanlar bu çirkin müsilaj karşısında psikolojik olarak dehşete düşüyor,” dedi. Balkonlarına çıkmış, onu yüzerken izlediklerini hayal ediyordu: “Şu yüzen o ciddi yazar Orhan Pamuk değil mi!”
Çoğu çevre felaketi gibi müsilaj patlaması da birçok uzun süreli gidişatın ani sonucuydu. Bunları daha iyi anlamak için İstanbul’dan trene binip doğuya, iki saat uzaktaki İzmit Körfezi’ne gittim. Söğüt ağaçları ve park sıralarıyla dolu bakımlı bir sahil şeridinin ardında artık faaliyette olmayan bir kâğıt fabrikası bölgenin endüstriyel köklerine tanıklık ediyor: Yüzyıl önce Türkiye’nin ilk fabrikalarından bazıları burada askeri üniforma ve fes üretiyordu. Bugün körfez hâlâ Türkiye endüstrisinin kalbi. Birçok kimya ve suni gübre fabrikası gibi, Goodyear ve Ford burada fabrika işletiyor; bu tesisler beş liman ve 35 endüstriyel rıhtım kullanıyor.
Körfezde deniz uçağıyla çevre denetimi yapan pilot Hakan Osanmaz bana Marmara’yı yeni bir açıdan göstermeyi vaat etmişti. Rıhtımın kenarında prefabrike, havasız bir ofiste oturduk, ofis Osanmaz’ın turistleri Akdeniz kıyılarında uçurduğu yıllara ait fotoğraflarla kaplıydı. Batık Nirvana tişörtü giymişti, 15 yıldır Marmara’yı kuşbakışı izlerken tanık olduğu değişimleri düşündü. Bir zamanlar su o kadar maviymiş ki “burası Maldivler’e benzerdi” dedi. “Şimdi deniz sanki kusuyor. Bu bir felaket.”
Osanmaz’ın işi genelde yerel yönetim için yasadışı çöp boşaltımını belgelemek ama müsilaj patladığından bu yana işine belediyenin müsilaj temizleme çalışmalarını düzenlemek için bir WhatsApp grubu yönetmek de eklendi.
Gökyüzü müsilaj patlamasına farklı bir bakış açısı sağlıyor. Osanmaz’ın uçağından İstanbul’un ne kadar korkunç bir biçimde büyüdüğünü görebiliyordum. Son elli yıl içinde şehir Marmara Denizi boyunca doğuya yayılmış, kıyıyı tekbiçim evler, yüksek apartmanlar, beş yıldızlı oteller ve iş merkezleri kaplamıştı. Türkiye sanayisinin yarısıyla birlikte yirmi beş milyon insan Marmara Denizi çevresinde yaşıyor ve atıkları denizin yüküne ekleniyor. Öte yandan onlarca nehir ve akarsu da atıklarını Marmara’ya taşıyor. Kirliliğin bir kısmı Karadeniz’de dökülen, buradan Marmara’ya akan Tuna aracılığıyla ta Batı Avrupa’dan geliyor. Osanmaz denizden geçen uluslararası gemilerin yasadışı atıksu boşaltımını düzenli olarak belgeliyor.
Anlaşılıyor ki atıksu arıtması müsilaj patlamalarını önlemekte önemli bir rol oynuyor. Çevrebilim profesörü Ayşen Erdinçler bana daha sonra bir e-postada “Deniz kirliliğinin kaynakları arasında, Marmara Havzası’na gelen suyun yüzde 53’ü denize sadece ön-artıma işleminin ardından boşaltılan sudur; yani evlerden gelen atıksu sadece kum filtresinden geçirilip çökeltme işlemi görerek denize boşaltılır,” yazdı. Gelişmiş su artımı tesisleri müsilaj patlamalarına zemin hazırlayan fosfor ve azotu daha yüksek oranda uzaklaştıracak ve ayrıca suyun yeniden oksijenlenmesine olanak sağlayacaktır. Türkiye hükümetinin müsilaj patlamasına karşısında oluşturduğu Marmara Denizi Eylem Planı’nın bir parçası olarak hâlihazırda var olan atıksu artıma tesisleri geliştirilecek, üç yıl içinde yeni tesislerin inşası da bekleniyor.
Temmuzda bir gün müsilaj aniden kayboldu. İstanbul pırıl pırıl bir denize uyandı. Kâbusun bittiğine ikna olan insanlar akın akın sahile koştu. Santa Barbara, Kaliforniya Üniversitesi’nde onursal profesör olan Alice Alldredge’i arayıp ne olduğuna ilişkin fikrini sordum. “Muhtemelen dibe çöktü,” dedi. Bilim insanları bunun nedeni konusunda emin değil ama zaman zaman müsilaj tabakaları su yüzeyinin aşağısına iniyor.
Müsilajın kaderini takip edebilmek için yarım yüzyıldır Marmara Denizi’ne dalan Serço Ekşiyan’a ulaştım. Metruk bir balıkçı limanında, kızağında inip kalkan ahşap teknesinde oturduk. Dalışlarının her zaman bir amacı olmuştu: gençken restoranlara balık satmak için zıpkınla avlanıyordu, daha sonra yıllar boyu denizden terk edilmiş ağları temizledi ve tehdit altındaki mercanları kurulmasına yardım ettiği bir deniz rezervine taşıdı.
Ona müsilajın gerçekten dibe çöküp çökmediğini sordum. “Doğru,” dedi. Suda yüzerken ya da yüzeyin hemen altındayken müsilajın kalınlığı 30 metreye kadar varabiliyordu ama batınca daha yoğun, daha ince, kalınlığı ancak 10 metreyi bulan bir tabaka oluşturuyordu. Ekşiyan bir güvenlik kamerası ve plastik kasadan yaptığı ev yapımı bir GoPro ile, artık müsilajı kaybetmek için dalıyor. Bana, soğuk savaş dönemi ABD Hava Kuvvetleri’ne ait –daha sonra Türk Ordusu’na satılan– bir uçağın parçalarından yaptığı kompresörü gösterdi; oksijen maskesini doldurmak için bunu kullanıyordu.
Ekşiyan’ın söylediğine göre müsilaja dalmak bir kâbusun içinde sürüklenmek gibi; müsilaj dev ağlar halinde asılı ve öğlen saatinde bile görüş netliği o kadar az ki insana gece daldığı hissini veriyor. Müsilaj sıkışmaya ve çökmeye devam ettikçe denizin dibini bir battaniye gibi örtüyor. Orada mağara ve oyukların girişini tıkayarak balıkları evlerinden ediyor. Müsilaj ayrışmaya devam ettikçe oksijen tüketerek bir ölü bölge – yaşamı sürdürmek için yeterli oksijenin olmadığı bir bölge – yaratıyor. Ekşiyan’ın naklettiği mercan müsilaj ve terk edilmiş ağlar nedeniyle beyazladı ama hayatta kalmayı başardı – en azından bu yıl için. “Ama resifler,” dedi, “resifler terk edilmiş köyler gibi.”
Uluslararası Dalış Eğitmenleri Profesyonel Birliği’nin bölge yöneticisi olan Asutay Akbayır’ın dalgıçlığı ailesinden geliyor; o da Ekşiyan gibi on yıllardır Marmara’da dalıyor. Bana söylediğine göre müsilajın patlak vermesinden önce bile Marmara’daki kirlilik nedeniyle dalış eğitmenleri ve rehberler işlerini kaybediyordu. “Çoğu dalgıç görüş netliğinin çok az olduğu zorlayıcı ortamlarda dalmayı tercih etmez” dedi. “Daldığında kendi elini, kendi bedeninin bile göremiyorsun.” Ama Akbayır hobi temelli dalışın ortadan kalkmayacağını, evrimleşeceğini umuyor. Belki dalgıçlar denizlerin elçileri haline gelecek, diyordu, halka suyun altında gerçekleşen yıkımı anlatacak.
Yaz boyunca tanık olduğum şeyin yalnızca alışılmadık bir fenomen değil aynı zamanda alışılmadık türde bir ölüm olduğunu fark ettim. Küresel ısınmayla yüzleşmek ölümle yüzleşmektir. Ve bu şaşırtıcı yerlerde, şaşırtıcı biçimlerde karşımıza çıkacaktır – kimi acı verici, kimi mide bulandırıcı, kimi kafa karıştırıcı. İklim değişikliğine hazırlanmaktan söz ediyoruz ama hayal bile edemediğimiz sonlara nasıl hazırlanabiliriz?
Yaz sonuna geldiğimizde yüzeyin üstündeki yaşam normal görünüyordu. Deniz temiz, plaj kulüpleri tıklım tıklımdı. İnsanlar restoranlarda rahatça balık sipariş ediyordu. Sanki deniz salyası patlaması hiç yaşanmamıştı. Mayısta uluslararası bir hikâyeydi; haziranda yalnızca Türkiye medyası büyük ilgi gösteriyordu; eylülde sıradan sohbetlerin bir parçası olmaktan çıkmıştı.
Dünyadaki birçok su kütlesi açısından aşırılıkların yaşandığı bir yazdı. Florida’da kızıl gelgit ortaya çıktı; Massachusetts’teki onlarca baraj gölünde, gölde ve gölette alg ve bakteri patlamaları görüldü; Superior Gölü’nde zehirli mavi-yeşil alg patlaması oldu. Amerika Birleşik Devletleri’nde ekim itibarıyla 476 zehirli alg patlaması kaydedilmişti; bu kayıtlara geçen ikinci en yüksek vaka sayısıdır. Buzul bilim insanları kayak ve açık hava sporlarıyla meşhur bir Alp bölgesi olan İtalya’nın Presena Buzulu’nda ortaya çıkan pembe buzu araştırıyor. Araştırmalar algin artan buzul erimesinde payı olabileceğini öne sürüyor.
Stockholm’deki İsveç Doğal Tarih Müzesi ve Lincoln, Nebraska Üniversitesi’nden bir ekibin yakın zamanda yayımladığı bir çalışma, yeryüzü tarihinin gördüğü en kötü yok oluşun – 252 milyon yıl önce gerçekleşen, kimi zaman “Büyük Ölüm” diye de anılan Permiyen-Triyas yok oluşu – başlangıçlarıyla paralel olarak bu aşırı olayları ve bunların arkalarında bıraktıkları ölü bölgeleri ele alıyordu.
Eylülde, Türkiye’de yaz yerini güze bırakırken Mustafa Yücel beni aradı ve araştırma gemileri İstanbul’a, Haydarpaşa Limanı’na yanaştığında o ve ekibiyle buluşmak üzere davet etti. Gözlem istasyonlarını dolaşarak denizde bir hafta geçirmişlerdi; müsilajın büyük çoğunluğunun ortadan kalktığını bildiriyorlardı – muhtemelen bakteri ve balıklar tarafından tüketilmişti.
Yücel “Ancak bu müsilaj patlamasına yol açan koşullar hâlâ mevcut,” diyerek uyardı. Bir deniz sistemine ne kadar basınç yüklerseniz uç tepkiler vermeye o kadar meyilli olur: deniz yaşamının azar azar yok olması ya da kokuşmuş müsilaj topaklarının istilası. Ya da her ikisi de. “Marmara artık uç bir ekosistem – algler, bakteriler ve oksijen azlığı açısından uçta. İşte, bu yüzden önümüzdeki yıl ne olacağını tahmin etmek bizim için zor,” dedi Yücel. “Deniz salyası geri gelebilir çünkü koşullar orada, hazır ama başka bir aşırı olay da mümkün – hidrojen sülfür, bir kızıl gelgit, toplu halde ölüp sahilde çürüyen balıklar… mide bulandırıcı olayların sıklığı ve büyüklüğü artacak.” Ve durum böyleyken, gitgide daha da yönetilemez bir hal alacaklar.
Talya’nın Cagliari Üniversitesi’nde deniz biyologu ve dünyanın az sayıda müsilaj uzmanından biri olan Antonio Pusceddu “Bunu ister doğrudan iklim değişikliğine ister kirliliğe bağlayalım, müsilaj gezegeni kullanım biçimimizin sürdürülemez olduğunu gösteren bir belirtidir,” diyor. “Artık gezegenimizin değişim hızı emsalsiz.” Türkiye’deki müsilaj patlaması kaydedilen en kötü müsilaj vakası olmakla birlikte, Avustralya sahili boyunca ve Akdeniz’de daha küçük patlamalar görülmüştü. 2009’da İtalya’nın Adriyatik ve Tiren kıyı şeridinde büyük ve yıkıcı bir müsilaj istilası görüldüğünde Pusceddu ve meslektaşları iklim değişikliği ile son iki yüzyılda Akdeniz’de görülen müsilaj patlamalarının sıklığı arasındaki ilişkiyi inceledi. Son 20 yılda patlama sayısının neredeyse katlanarak arttığını ortaya çıkardılar. Ancak son on yılda daha iyi atıksu artımının İtalya’da müsilaj oluşumunu ve yoğunluğunu azaltarak adeta ortadan kaldırdığını da ekledi.
Deniz salyası efsanesine yanıt olarak, Türkiye hükümeti Marmara Denizi’ni özel çevre koruma bölgesi olarak belirledi. Bu konum, ticari deniz etkinliklerinin daha sıkı teftiş edilmesini, fabrikaların daha sıkı denetlenmesini ve para cezalarının arttırılmasını, üç yıl içinde ileri derece biyolojik arıtmadan geçerek Marmara’ya dökülen suyun yüzdesinin 46’dan 100’e çıkarılmasını gerektiriyor. Ancak bu önlemlerin nasıl finanse edileceği ya da uygulanacağı konusu belirsizliğini koruyor.
Haydarpaşa Limanı’nda Yücel ve arkadaşlarıyla konuştuktan sonra araştırma gemisinden indim ve dönüp Marmara’ya baktım. Ben de İstanbul’un geri kalanı gibi rahatlamak, denize atlatıp mavi göğü izleyerek Boğaz’ın akıntısına kendimi bırakmak istiyordum. Suyun temiz olduğuna, o iğrenç çamurun kaynağının yok olduğuna inanmak istiyordum. Ama bunun yerine suya bakarken içimde yeni türden bir tiksintinin büyüdüğünü hissettim. Ancak bu müsilaja karşı bir tepki değildi. İnsanlar denizi kirletmeyi ve ısıtmayı sürdürdükçe deniz ekosistemleri gitgide daha hassas, daha öngörülemez bir hal alacak. Her felaket bize bizzat kendi eylemlerimizin sonuçlarını gösteriyor – tabii görmek istersek.
* Kampanyaya destek verin
2007’den beri Marmara Denizi’ni etkisi altına alan ancak 2021’in ilkbahar aylarıyla beraber Marmara Denizi’nin dibine ek olarak neredeyse tüm yüzeyini de kaplayan müsilaj, bir kirlilik sorunu olarak ortaya çıktı. Çevre aktivistleri Ergene Havzası Koruma Eylem Planı çerçevesinde gerçekleştirilen proje kapsamında havzada yer alan sanayi bölgelerinin tehlikeli atıklarının "derin deşarj" adı altında ileri arıtma yapılmadan direkt olarak Marmara Denizi'ne boşaltıldığını ve bu işlemin bir an evvel durdurulması gerektiğini savundu.
Konuya ilişkin chang.org’da başlatılan imza kampanyasında “Lütfen Tekirdağ'daki ‘derin deşarj’ vanası acilen kapatılsın. Atık Su Kanunun derhal değiştirilip deniz ve göl kıyılarında sıkça kullanılan ‘derin deşarj’ sisteminden vazgeçilsin. Ergene'nin zehirli suları Marmara'ya akmasın, vana kapatılsın, derin deşarj durdurulsun” denildi.
İmza süreci devam eden kampanyaya bugüne kadar 53 bin 216 kişi destek verdi.
(TP)