Bir çimdik sevgi üzerine üflenmiş kontrol tozu
İpler bizim elimizde değildi o zamanlar. Başkalarının kurallarıyla şekillenmiş, disipline edilmiş, despot bir yaşam. Çokça korku ve sorumluluk, zoraki şefkat, bir çimdik sevgi üzerine üflenmiş kontrol tozu.
Zaman, bir an evvel yitip gitmesi istenen tuhaf bir yaratıktı. Kıstırılmış, öfkeli, çaresiz, karanlığı ve ölümü hatırlatan ya da çağıran bir "şey". Evet, sırrımız bu yaşam üzerine kuruluydu. Bu yaşamı besleyen, kendinden, etinden ve ruhundan yavaşça, parça parça koparan ama aynı zamanda "iyi olunan an"ları sabırla biriktiren, ürkek sevinçlerle içten bir ihtimamla bebek gibi bakılan, ortak ve acıklı bir sırdı bu.
Çok sonraları kardeşim ve ben büyüdüğümüzde, her şey alabildiğine değiştiğinde bile bu ortaklığın hayaletini gördüğümüz oluyor. Hararetli hatırlamalardan, kabuğu bir türlü sertleşmeyen bir yaranın hassasiyetini arttırdığı zamanlardan olabildiğince uzak durmaya çalışıyoruz.
Bir tek formül var: Normallik
Şimdilerde belki de en doğrusu kendimize acımaktan vazgeçtiğimiz için özlediğimiz "normal" bir hayatımız var artık.
Perihan Mağden, Radikal Cumartesi'de Lale Tayla'yla konuşurken, hayatının en temel sorunu olarak gördüğü anne-kız ilişkisini anlatırken vurguyu bana göre çok doğru bir yerde kullanıyordu:
"...Bir tek formül var: Normallik. Normal ana-kız ilişkisi. Ben hep evdeyim. Çocuğumu hep kendim büyütüyorum. İlk üç yıl hep ben baktım. 14 ay emzirdim. Benim kızımla ilişkim suçluluk üzerine değil, emek üzerine, normallik üzerine kurulu."
Hatları, şartları, boyutları, kimliği ya da bünyesi değişse de normalliğin hoş bir ayrıntı değil yaşamsal bir sorun olduğu kesin. Annemle normal bir sınırda serpilip gelişen ilişkimizin temellerinde ufak oynamalara, daha anlayışlı ve verimli bir alana kaymamıza neden olan an oğlumun doğduğu zamandı.
Artık bakacak bir bebeğimiz vardı çünkü. Ben de Perihan Mağden gibi hep oğlumun yanında olmak istedim. Gönül Kıvılcım'ın dediği gibi; "Yaşamın döngüsüne bir çocuğun, bir annenin, bir genç kızın, bir babanın, farklı kimliklerin gözünden baktım".
Oğlumla gelen hediye; yazmak
Olmayan bir babanın gözünden aklımın bir köşesine düşmüş siluetini canlandırarak baktım, bakmaya çalıştım. Ne olursa olsun hep yanımda olan annemin direngen şefkatinin mirasını kirletmemeye çalışarak, kocamın babalığındaki huzurun kıymetini bilerek yolumu bulmaya çalıştım.
Bu yolda oğlumla birlikte bir hediye daha geldi dünyama; yazmak. Acemice, huzursuz, ufak bedellerle, sabırla, yavaşça ama vazgeçilmez bir tutkuyla. Başındayım her şeyin.
Ama artık zamanın aceleci bir ritimle kaybolup gitmesini, karanlığın içinde daha koyu yekpare bir gölge gibi durmasını değil onunla birlikte hareket etmek, artık başka türlü devinen zamanın içinde aydınlık parçalar bulmak istiyorum, buluyorum da. Beni, etimi, ruhumu değiştirip dönüştüren oğlumu, onunla bir gelen yazmayı, ölünceye değin mümkünse korunaklı bir kozanın içinde tutmak istiyorum. Pek çok anne gibi.
Bir zamanlar oturdukları derme çatma evin tabanını çamurla sıvayan elleriyle artık tuvalleri boyayan, beyaz yüzeye içinden kopup gelen hayallerini, gecikmiş rüyalarını akıtan, ellisinden sonra sadece bizim için değil kendisi ve idealleri için de var olmayı keşfeden ve fakat her daim fedakar olmaktan da vazgeçemeyen annem gibi.
Anne'den koşulsuz beklenen ve çocuğa koşulsuz verilen sevgi
Annemle feminist teorilerden, ev içi paylaşımdan, başka dünyalardan konuşmuyoruz. Aynı dili kullanmıyoruz. Aynı şekilde yaşamıyoruz. Ama birbirimizi anlıyoruz. Hem de fazlasıyla.
Şimdilik onun olmadığı bir dünyayı düşünmek bile beni derinden yaralıyor. Ama bu korkuyu damarlarımda dolaşan kanın doğal akışı gibi hayatımın her anında hissediyorum.
Çocuğum ve annem. İki başlı hayat. Biri başında, biri epeyce tüketmiş. Ama her ikisi de canlı, güçlü ve hayat dolu. Dengeleri(mi) koruyup, beni yönlendiren birer bekçi onlar. Koşulsuz sevgisine hala ihtiyaç duyulan bir anne, koşulsuz sevginin hep verileceği bir oğul. (TBÖ/EZÖ)