Temelde ABD'nin pazar kaygılarından, güvenli ticaret istemi nedenleriyle başlayan ilişkiler 19. yüzyılın ortalarına kadar bu kaygılarla devam etmiştir.
Bu dönemde ABD-Osmanlı İmparatorluğu arasında ticaret anlaşmaları imzalanmış, konsolosluklar açılmış; ilk Amerikalı Protestan misyonerler Anadolu'ya gelmiş; ziraat, maden ve gemi mühendisleri Amerika'dan İstanbul'a gelerek bu alanlarda Osmanlılara eğitim vermişler; Osmanlı subayları gemi inşası öğrenimi için ABD'ye gitmişler, Osmanlı ordusu ABD'den ilk silah alımını yine bu ara dönemde başlatmıştır.
Amerikan misyonerler Osmanlı topraklarında başlattıkları hayır faaliyetleri (philantrophic) içinde en çok eğitim seferberliğine ağırlık vermişlerdir. II. Abdülhamid döneminde de iki devlet arasındaki ticari ve siyasi ilişkiler artarak devam etmiştir. Öyle ki, dönemin Amerikan başkanı Ulysses Grant, " resmi olmayan bir gezi için İstanbul'a gelmiş, Abdülhamid'in konuğu olmuştur.
Abdülhamid'in İspanya-Amerika savaşı sırasında (1898) "halife" sıfatı ile Filipinlerdeki Müslümanlara "Amerikalılara dostça davranmalarını" öğütleyen mesajı ilginçtir. Yine bu dönemde iki ülkenin orta elçilik seviyesinde olan temsilcilikleri büyükelçilik statüsüne yükselmiştir.
1908'de Meşrutiyetin ilanını Amerikalılar büyük ilgi ile karşılamışlar, Başkan T. Roosevelt, Türkiye'de "temsili hükümet" şeklinin gerçekleşmesini kutlamak üzere telgraf çekmiştir.
I. Dünya Savaşı'nda Ekim 1914'te, Almanya'nın yanında savaşa katılan Osmanlı devleti ile ABD'nin diplomatik ilişkileri, ABD'nin Almanya'ya karşı savaş açmasıyla kesilmiştir. Bununla beraber iki devlet, I. Dünya Savaşı içinde birbirlerine savaş ilan etmemişlerdir.
Wilson'un 1918'de ilan ettiği 14 maddelik dış politika prensiplerinin 12. maddesi Osmanlı devletinin geleceği ile ilgiliydi. Galip Avrupa devletleri savaş sonu dünya düzenini kurarken Wilson prensiplerine uygun davranmasalar da, çıkarları doğrultusunda 12. maddeyle bağlantılı olarak manda sistemini ortaya attılar. Bu sistem kimi Türk aydınları tarafından da destek gördü.
Ancak Milletler Cemiyeti'nde ABD'nin de yer alması ve Anadolu'da kurulacak bir Ermenistan için Amerikan mandası oluşturma kararları, 1920 yılının baharında ABD Senatosu'nda ezici bir çoğunlukla reddedildi. ABD'nin içe kapanma politikası siyasi anlamda gerçekleşirken ekonomik anlamda uyguladığı açık kapı politikası devam etmekteydi.
ABD Senatosu'nda Türkiye ile ilişkiler bağlamında bir başka oylama 1927 yılında yapılmış, Lozan Antlaşması'nın tasdiki reddedilmiştir. Bu olumsuz gelişmenin ardından gerek Washington'dan gelen ılımlı yaklaşımlar gerekse Türk yöneticilerin sanayileşme aşamasında ABD ile kurulacak yakın ilişkilere büyük önem vermeleriyle bağlantılı olarak iki devlet arasında diplomatik ve ticari ilişkilerin kurulması yönünde 17 Şubat 1927 tarihli bir Modus Vivendi imzalanmıştır.
İki savaş arasındaki dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinin çerçevesini ABD'nin Türkiye'ye uyguladığı uzlaşma politikası oluşturmuştur. Türkiye, ABD ile kurmak için çaba gösterdiği askeri ilişkileri bu dönemde kuramamıştır.
II. Dünya Savaşı'nın başladığı 1939 yılında iki ülke arasındaki diplomatik yazışmaların ana temasını l Nisan 1939'da imzalanan "Ticaret Antlaşması" ve "Vatandaşlık Sorunu" oluşturmaktaydı. ABD'nin Türkiye'ye olan ilgisinin artması, savaşta olan ilgisinin artmasıyla paralel olarak gelişecektir.
Savaşın başında Türkiye'yi, İngiltere'nin sorumluluk alanına giren bir bölge olarak gören ABD'nin çıkarları 1940 yılından başlamak suretiyle Türkiye'nin çıkarları ile çakışacak ve ABD diplomasisinde Türkiye'nin yeri ayrı bir önem kazanacaktır.
Bu dönemde iki ülke arasındaki en önemli konu başlıklarını Almanya'ya yapılan krom satışı ve 1943 yılına kadar İngiltere'nin aracılığı ile gerçekleştirilen Amerikan Ödünç Verme ve Kiralama Yardımı (1943 yılından itibaren yardım ABD'den doğrudan gelecektir) oluşturmuştur.
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin savaş süresince yakınlaşması, Türkiye açısından olumlu bir gelişme olarak algılanmaktaydı. ABD'nin savaş sonunda süper güç olarak ayakta kalacağının bilincinde olan Türk devlet adamları, bu anlamda savaş sonrasındaki uluslararası yapılanmayla ilgili kaygılarını ABD'ye iletmekten çekinmiyorlardı.
Özellikle 1942 yılından itibaren, İngiltere'nin Türkiye'yi savaşa sokmak için Sovyetler Birliği'ni bir tehdit unsuru olarak ortaya koyması, Türkiye'nin bu yönde uyguladığı politikasına devam etmesine neden olmuş; Türkiye, çoğu kaynakta belirtilenin aksine, yaşadığı "Sovyet çekincesini" savaş sonrasında değil savaş süresince ABD nezdinde gündemde tutmayı başarmıştır.
İttifak halinde olduğu Sovyetler Birliği ile Ortadoğu'daki çıkarlarıyla bağlantılı olarak giderek yakınlaşan ABD, Türkiye ile arasında olası bir çatışmadan çekinmiş ve Türkiye'nin Sovyet endişesini giderme yönünde bir politika izlemiştir.
Bu bağlamda "ikili ilişkiler" çerçevesinde Soğuk Savaş diplomasisini ABD'den önce Türkiye'nin başlattığını söyleyebiliriz; bu "tahlilimizin" sağlam bir "tez" halini alıp almayacağını ise ancak Türk dış politika belgelerinin incelenmesi sonunda anlaşılacaktır. Yine de bu tahlilimizin uzun vadedeki saptaması, savaş sonrasında Türkiye'nin çok-partili hayata geçmesinin, savaş yıllarında uygulamaya koymuş olduğu bu öngörülü Soğuk Savaş diplomasisiyle bağlantılı olduğudur.
ABD'nin savaş yıllarında, yönetim şeklini "oligarşik cumhuriyet" olarak tanımladığı Türkiye'nin, savaşın hemen akabinde demokrasiye geçiş süreciyle ne derecede ilgilendiği ve ne derecede etki ettiği soruları, sonraki dönemler ve siyasi tecrübelere referans açısından hâlâ cevap beklemektedir.
Daha savaş sona ermeden ABD'yi savaş ertesi kapitalist dünyanın yeni lideri olarak tanıtan Bretton Woods sistemi 1944 yılında onaylanmıştı.
Savaş sonrasında oluşan iki kutuplu dünyada komünizme karşı Türkiye, Batı demokrasilerinin ve lider ABD'nin yanında yer alacağının sinyallerini çoktan verdiğinden ve tabii ki stratejik konumundan dolayı savaşa katılmadığı halele Marshall yardımından pay alan ülkelerden birisi oldu. Soğuk Savaş döneminin ilk doktrini olan Truman doktrininin (ki ana temalarından birisini Türkiye oluşturmaktadır) hemen akabinde uygulamaya konulan yardım aracılığı ile Türk ekonomisi ABD'nin kontrolüne giriyordu.
1950'lerin ortalarına kadar devam eden koşulsuz bağlılık kapsamında NATO'ya giriş, öncesinde Kore'ye asker gönderme, ABD ile imzalanan ve meclis onayından geçmeyen sayısız ikili anlaşma, Soğuk Savaş'ın ikinci ve yine bir başkan doktrini olan Eisenhower doktrininin onaylanması gerçekleşmiştir.
1960'lı yıllar Türk-Amerikan ilişkileri tarihine kriz yılları olarak geçecektir. Küba füze krizi, Johnson mektubu krizi bu dönemde yaşanmıştır. Döneme damgasını vuran bir diğer gelişme ise Türk kamuoyunda 1930'lu yıllardan bu yana yerleşen Amerikan imajındaki köklü değişimdir.
Tüm bu gelişmeler Türk dış politikasında farklı yönelim arayışları ile sonuçlanmıştır. 1970'li yılların ilk yarısı dünya genelinde kapitalist ekonomik sistem içindeki dalgalanma, Soğuk Savaş içindeki kırılmalar ile geçerken ikinci yarıda Türk-Amerikan ilişkilerine damgasını vuracak bir kriz yaşanmıştır.
Türkiye'nin Kıbrıs çıkartması, akabinde gelen ekonomik ambargo 1960'ların sonunda oluşmaya başlayan anti-Amerikanizmi 1970'lerde zirveye taşımıştır. 1978 yılında Soğuk Savaş'ın şiddetli son on yılına girilmesi (İran Devrimi ve SSCB'nin Afganistan'ı işgali) 4 yıllık ambargoya nokta koydurmuştur. 1980'lere savunma ve ekonomik işbirliği anlaşmaları eşliğinde giren iki ülke Özal döneminde 1950'li yılları anımsatacak bir siyasi ve ekonomik yakınlaşma içine girmişlerdir.
90'lı yıllar, Soğuk Savaş'ın bitimi, savaştan galip çıkan lider ABD'nin ekonomide bir türlü istikrar yakalayamayan ve sürekli dış borçlanmaya giden Türkiye'nin stratejik konumunu tekrardan gözden geçirmesi ile başlamıştır. Ancak bir türlü kurulamayan yeni dünya düzeninde Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu'da yaşanan istikrarsızlık, Türkiye'yi ABD nezdinde stratejik ortak olarak devam etmesini sağlamıştır.
Avrasya ve Ortadoğu'daki politikaları ve varlığı açısından Washington'un güçlü bir Ankara'ya duyduğu stratejik ihtiyacın ortadan kalkıp kalkmadığı şeklindeki soru aslında Soğuk Savaş'ın bitiminden bu yana sürekli sorgulanmaktadır.
1964 yılında siyasi krize neden olan Johnson mektubu ve 10 yıl sonrasında 1974 yılında Kıbrıs sorunu bağlamında uygulanan ambargo, Türkiye'de faaliyeti durdurulan Amerikan üsleri ve yürürlükten kaldırılan ikili antlaşmalar Türk-Amerikan ilişkiler tarihine kriz safhaları olarak geçer.
Yine de iki ülke arasındaki ilişkilere ambargo dahi gölge düşürememiştir. Bu gelişmenin nedenini ABD Ankara büyükelçisi Robert Strausz-Hupe emekli olduktan sonra 1992 yılında yaptığı bir röportajda şu sözlerle açıklamıştır:
"...Uluslararası ilişkilerde bazı sorunlar hiç çözülmez ama onunla birlikte yaşamayı öğrenirsiniz. Kıbrıs da öyledir, ilişkinizi öyle ayarlarsınız ki bu sorun, ilişkinin tümünü tehdit etmez... Son 8 yılda ilişkide olduğumuz konular arttı. Tansiyon zaman zaman yükselmiş olabilir ama gayet açıklıkla ifade etmek isterim ki, hiçbir konu bizim sizinle temel ilişkimizi gölgeleyemez."
Emekli büyükelçi Strausz-Hupe'un Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğiyle ilgili bu kesin öngörüsünün Irak savaşı öncesi ve sonrasındaki gelişmelerle bağlantılı farklı bir çerçeve ve nedensellik kapsamında da olsa geçerliliğini koruduğu, Irak Savaşı öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmelerin Türk-Amerikan ilişkileri tarihine daha önceki örnekler gibi "yüksek tansiyonun yol açtığı ama ölümle sonuçlanmayan ciddi bir kriz" olarak geçeceği bugün itibariyle kanıtlanmıştır. (GB/YS)