Aradan geçen dört yılda ne Deniz ve Tanış'ın ne de onları kaybedenlerin bulunabilmesini bianet'e değerlendiren insan hakları savunucusu Nimet Tanrıkulu ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkan Yardımcısı Reyhan Yalçındağ, son dönemde azalmasına rağmen hak ihlallerinin devam ettiğini söyledi.
Tanrıkulu ve Yalçındağ, gözaltında kayıplarla sadece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) gibi hukuki yollarla mücadele edilemeyeceğini; hak ihlallerine karşı toplumsal muhalefetin ve baskının oluşması gerektiğini belirtti.
Tanrıkulu, bir insanın hayatının ve yakınlarının asla atlatamadığı travmanın maddi tazminatla karşılanamayacağını vurguladı.
Yalçındağ da, "Hakikat komisyonları kurmalı ve gerçekleri ortaya çıkarmalıyız" dedi.
"Kayıplar sürüyor"
Uluslararası belgelerin iç hukuk olarak kabul edilmesi nedeniyle AİHM'in de önemli bir başvuru mercii haline geldiğini hatırlatan Tanrıkulu, buna rağmen gözaltında kaybedilme olaylarının eskiden olduğu gibi devam ettiğini belirtiyor.
Yalçındağ da, 90'lı yıllarda İHD verilerine göre sadece Güneydoğu'da 5 binden fazla insanın kaybedildiğini; çatışma ortamının görece sona erdiği son beş yılda ise diğer hak ihlalleri ile birlikte gözaltında kayıp sayısında da düşüş olduğunu söylüyor.
İHD ve çeşitli kuruluşların çalışmalarında 1991-98 arasında isim isim belirlenebilen kayıpların sayısı 500.
Buna rağmen Deniz ve Tanış'ın da "nispi çatışmasızlık" yılları içinde kaybedildiğini; kayıpların azalmakla birlikte sürdüğünü vurguluyor.
1990'larda kent için "Burası Şırnak Cumhuriyeti" denildiğini; bölgenin büyük ölçüde askeri yetkililerin kontrolünde olduğunu hatırlatan Yalçındağ "Deniz ve Tanış'ın kaybolması ile ilgili soruşturma dosyası ucu Genelkurmay'a ya da JİTEM diye adlandırılan yapıya gittiği için gizli hale getirildi" diyor.
Yalçındağ, daha önce de çeşitli hak ihlallerinde adı geçen Alay Komutanı Levent Ersöz'ün soruşturmanın dışında bırakılmasına ve verilen takipsizlik kararlarına da dikkat çekerek "Oysa tanıklar, deliller, olaylar gayet açık görünüyor" diyor.
Ailelerin AİHM'e yaptığı başvurunun sonuçlanma aşamasına geldiğini belirten Yalçındağ, "Mahkeme, 90'lardan bu yana, bu gibi gözaltında kayıp olaylarının çoğunda Türkiye'yi mahkum etti" diye konuşuyor.
"Devlet kayıpları kabul etmiyor"
Devletin kayıpları önlemeye ilişkin herhangi bir politika yürütmediğini belirten Tanrıkulu "Bu gibi davalar AİHM'de büyük oranda kabul ediliyor ve görülüyor. Ama sonuç itibariyle devlet bu davalarda anlaşma yoluna gidiyor ve dava hiçbir şey olmamış gibi para ödenerek kapanıyor. Devlet kayıpları kabul etmiyor" diyor.
Şu veya bu kadar tazminat almanın önemli olmadığını vurgulayan Tanrıkulu "Esas olan kayıp olaylarının sona ermesi. Dava AİHM'e gitti diye rahatlamamak lazım çünkü her şey aynı şekilde devam ediyor" diye konuşuyor.
"Gazeteler iki satırlık haberler yaparak 'Türkiye şu kadar tazminata mahkum' oldu diyerek geçiyorlar. Oysa bu kararların ve olayların hukukçular ve gazeteciler tarafından kamuoyuna ciddi biçimde duyurulması gerekir. Aksi takdirde her şey normalleşiyor ve insanların kaybedilmesi kabulleniliyor."
Yalçındağ da, "Bir insan hakları savunucusu olarak AİHM'in ya da Avrupa insan hakları sisteminin tek ve en yeterli araç olduğunu düşünmüyorum. AİHM, aynı 'Menteşe ve diğerleri' adıyla geçen köy yakma davasında olduğu gibi siyasi ve insan hakları açısından yanlış olduğunu düşündüğüm kararlar verebilir" diyor.
İnsani tepki
Cumartesi Anneleri döneminde önemli kazanımlar elde edildiğini söyleyen Tanrıkulu, "Daha sonra bu karşı çıkış devam ettirilemedi. Cumartesi Anneleri önemliydi ve sürseydi iyi olurdu" diyor ve insan hakları savunucularının muhalefetinin de durulduğunu belirtiyor.
21 Mart 1995'te Hasan Ocak gözaltına alınmış, daha sonra kimsesizler mezarlığında cesedi bulunmuştu. Kamuoyunda geniş yer bulmasına rağmen yetkililer sorumluluk üstlenmemişti.
İHD'de buluşmaya başlayan otuz kadar çoğu kadın kayıp yakını ilk olarak 27 Mayıs 1995 Cumartesi günü Galatasaray'da oturma eylemi başlattı.
Sayıları yüzleri bulan çoğu Güneydoğu'dan gelen kayıp yakınlarının oluşturduğu "Cumartesi Anneleri"nin tepkisi iç ve dış kamuoyunda önemli bir yer buldu.
Her hafta toplanan grup 200 haftanın sonunda polisin yoğun baskısı nedeniyle 13 Mart 1999'da eyleme ara verme kararı aldı.
"Son dönemde olanlara bakın" diyor Tanrıkulu. "Mardin'de bir çocuk öldürülüyor; insanların kemikleri bulunuyor ve hiçbir şey olmuyor. Oysa tüm ülkenin ayağa kalkması gerekirdi.
Tüm siyasi yanları bir tarafa, bu olaylara insani açıdan bakmak lazım. Bir insan yok ediliyor ve arkasında bu travmayı hiçbir tazminata rağmen atlatamayacak yakınları kalıyor."
Toplumsal mücadele
Her iki aktivist de toplumsal muhalefetin tekrar yükseltilmesi gerektiği konusunda hemfikir.
Hak ihlallerinin tek tek olaylara ya da kategorilere ayrılmasının bütünü görmeyi zorlaştıracağını ve ihlallere karşı mücadeleyi kısıtlayacağını söyleyen Yalçındağ şöyle diyor:
"Sorumluluk meclise, insan hakları komisyonlarına, kamuoyuna, sivil toplum kuruluşlarına düşüyor. Şili, Arjantin örneklerini veriyoruz hep. Hakikat komisyonları kurulmalı ve gerçekler ortaya çıkmalı."(EÜ/BB)