İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Oya Ersoy, 10-17 Aralık Dünya İnsan Hakları Haftası dolayısıyla hem derneğin 40 yıla yaklaşan mücadelesini hem de Türkiye’nin insan hakları tablosunu konuştuk. Ersoy, son on yılda demokratik alanın giderek daraldığını, hak ihlallerinin ise sistematik ve yapısal bir hâl aldığını söyledi.

10-17 ARALIK: 'HAK'SIZ DEĞİLSİNİZ
Hak mücadelesi geleceğinin temel dayanakları: Karanlık ile direniş aynı anda var olabilir mi?
İHD’nin 40 yıla yakın mücadele tarihine bugünden baktığınızda ne söylersiniz? Nasıl bir dönemin ihtiyacı olarak kuruldu?
Öncelikle tarihimiz; 12 Eylül Askeri Darbe koşullarında; insanların yalnızlaştırıldığı, toplumun nefesinin kesildiği, devlet şiddetinden bahsetmenin bile mümkün olmadığı koşullarda, bu koşulları reddeden, devlet şiddetinin açığa çıkarılması ve ortadan kaldırılması için bir araya gelme cesareti gösteren müthiş bir dayanışmanın tarihidir.
Hapishanelerden yükselen “insanlık onuru işkenceyi yenecek” çığlığı, Mamak, Diyarbakır, Metris Askeri Hapishanelerinin önlerinden Sultanahmet meydanına uzanan annelerin direnişi, karakollarda ve hapishanelerde süren işkenceyi engellemek, idamları durdurmak, insanlık onurunu korumak için yola çıkanların mücadele etme kararlılığıyla başladı kuruluş yolculuğumuz.
Hafıza, vicdan, umut
30 Haziran 1985 tarihinde içlerinde başta cezaevlerinde yakınları olan aileler ve kayıp yakınları olmak üzere yazar-gazeteci, hekim, hukukçu, mimar- mühendis, akademisyen çeşitli meslek gruplarından insan hakları savunucularının olduğu 98 kişi “İnsan Hakları Derneği Kurma Girişimi”ni ilan etti ve 17 Temmuz 1986’da İnsan Hakları Derneği resmen kuruldu.
Bugün 40 yıla yaklaşan bu yolculuk koşullar ne olursa olsun hakikati dillendirme cesaretinin, insan hakları için mücadelede inat ve ısrarın, insan onurunu korumak için örülen kolektif dayanışmanın yolculuğudur. İnsan Hakları Derneği bu coğrafyanın hafızası, toplumun vicdanı, geleceğin umududur.
O günden bugüne mücadele geçmişinde hangi dönemler insan hakları mücadelesi açısından kritik kırılma noktaları oldu?
İnsan Hakları Derneği’nin tarihi, aynı zamanda Türkiye’deki insan hakları mücadelesinin tarihidir. Coğrafyamızda yaşanan koşullar her dönemde farklı zorluklar üretti ve bu da insan hakları mücadelesinin yol ve yöntemlerini şekillendirdi.
Kuruluşumuzdan itibaren “işkence” ve “hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri” temel mücadele konularımız oldu, olmaya da devam ediyor. 80 sürecinde idamları durdurmak acil ve öncelikliydi, 1987’de “Genel Af ve Ölüm cezasının kaldırılması” kampanyası başlatılmıştı, hazırlanan “İşkence raporu” ve “Hapishaneler Raporu” ile yaşanan acil insan hakları sorunları Türkiye’ye ve dünyaya duyurulmuştu. Yine1988’de “1402’likler Kurultayı” düzenlenmişti. Ölüm cezası kaldırılmasa da idamlar durdurulabildi. 1402’likler 90’lı yıllarda görevlerine dönmeye başladı. 1991 yılında 12 Eylül mahpuslarının büyük bir kısmı, Kürt hareketinden tutuklananları kapsam dışı bırakan infaz değişikliği ile “şartlı tahliye” edildi ama aynı yasa ile “Terörle Mücadele” adı altında tüm ülkeye bir demir kafes geçirildi. İnsan Hakları savunucularının uyarıları ve itirazları ise etkili olamadı.
İlk kırılma: Kürt meselesi
İlk büyük kırılma, 1990’larda Kürt meselesi bağlamında yaşandı. Bir yandan Kürt illerinde yaşanan kitlesel ağır insan hakları ihlalleri, köy boşaltmalar, zorla göç ettirmeler, diğer yandan coğrafyamızın tamamına yayılan gözaltında işkence ve ölümler, zorla kaybetmeler, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler... 90’lı yıllar aslında başta yaşam hakkını hedef alan çoklu ihlallere karşı mücadele yol ve yöntemlerini birlikte mücadele ederek, deneyimleyerek, yaşayarak ve yaşatarak, yolda öğrendiğimiz yıllar oldu. Öncelikle derhal müdahale etmek, ihlali tespit etmek, ihlale maruz kalanın yanında olmak, dayanışmak, engel olunamasa bile tanıklık etmek, belgelemek önemliydi o nedenle ihlal neredeyse orada olmak gerekiyordu. Gözaltı merkezleri, Hapishane önleri protesto ve dayanışma mekanları haline getirildi. Basın açıklamaları ve belgeleme-raporlama çalışmalarıyla insan hakları ihlallerinin boyutları ve sistematik olduğu ortaya çıkarıldı.
Kayıplara karşı mücadelede zorla kaybedilenlerin yakınlarının ve insan hakları savunucularının İHD İstanbul Şubesi’nde bir araya gelerek 27 Mayıs 1995 tarihinde Galatasaray Meydanı’nda başlattığı oturma eylemi, hakikat ve adalet mücadelesinin toplumun hafızasında kök salmasını sağlayan çok önemli bir eşik oldu. “Cumartesi Anneleri” mücadelesi, 90’ların ortasında başlayıp hala inat ve ısrarla devam eden, hakikat ve adalet umudunun simgesi, bu toplumun vicdanı haline geldi.
90’lar aynı zamanda Uluslararası İnsan hakları kurumları ile karşılıklı etkileşimin başladığı, uluslararası insan haklarını koruma mekanizmalarıyla ilişkiye geçildiği yıllar oldu. AHİM’ne bireysel başvuru eğitimleri yapıldı; Ulusal hukuktan ve uygulamadan kaynaklı hak ihlallerinin tespiti, Uluslararası İnsan Hakları Hukukuna uygun hale getirilmesini sağlamak ve cezasızlığı ortadan kaldırmak için başvurular yapılmaya başlandı.
2000’lere 19 Aralık’ta 20 hapishanede birden başlatılan operasyonla başladık. Tecrit sistemini dayatan hücre tipi hapishanelere geçiş için kimyasal silahların da kullanıldığı, Türkiye tarihinin en kapsamlı ve en büyük hapishane katliamı yaşandı. 30 mahpus yaşamını yitirdi, 300’e yakın mahpus yaralandı. Katliamdan sağ kurtulan mahpuslar ağır işkence ve tecrit uygulamalarına maruz bırakıldı. İnsan Hakları Derneği olarak en yoğun mücadele alanımız hapishanelerde yaşanan ihlaller ve yaşam hakkı başta olmak üzere mahpusların insan onuruna uygun yaşama koşullarının sağlanması için mücadele etmek oldu.
'Çözüm' süreçleri
Bir diğer eşik 2001 yılında Amerika’da yaşanan 11 Eylül saldırısı ile birlikte Dünyada güvenlik konseptinin öncelendiği ve “insan haklarının araçsallaştırıldığı” bir sürecin başlaması oldu. Türkiye’de ise AB uyum yasaları çerçevesinde başlayan reform süreci, insan hakları savunucuları için görece nefes aldıran bir dönem yarattı. Ölüm cezasının kaldırılması, yasalarda ve yönetmeliklerde yapılan değişikliklerle kısmi “demokratikleşme” adımları, başta Kürt meselesi olmak üzere coğrafyamızın tarihsel olarak köklü meselelerinde “açılım” ve “çözüm” süreçleri, İnsan Hakları Derneği’nin devletle müzakere kapasitesini güçlendirdi.
Diğer yandan bu süreçte kadın hakları, LGBTİ+ hakları, Çocuk Hakları, Engelli hakları, Ekoloji gibi alanlarda yeni örgütlenmelerin açığa çıktığını, İnsan Hakları Derneği olarak bütün bu örgütlenmelerle dayanışma kurmakla birlikte insan haklarına dayalı bir kamusal alan yaratamağımızı vurgulamak isterim.
2014 Referandumu ve 2015 yılından itibaren Barış sürecinin sona ermesiyle birlikte başlayan süreç İnsan hakları mücadelesinde bir başka dönüm noktasıdır. Bu süreçle birlikte artan güvenlikçi politikalar toplum üzerindeki baskıları yeniden yoğunlaştırdı. Toplantı ve gösteri özgürlüğü kısıtlandı, ifade özgürlüğüne yönelik baskılar arttı; hak savunucuları kriminalize edildi. Bu dönem, İnsan Hakları Derneği’nin hem artan hak ihlallerine karşı mücadele ettiği hem de kendi alanının daraltıldığı, insan hakları savunucuları olarak sesimizin kısılmaya çalışıldığı bir mücadele dönemi oldu. 2015 genel seçimleri sürecinde sokağa çıkma yasakları ve Diyarbakır, Suruç, Ankara-Gar katliamı başta olmak üzere yaşanan katliamlar, 2016 darbe girişimiyle birlikte başlayan OHAL süreci ile mücadele zeminlerimiz daraltıldı, hak ihlallerinin tespiti ve raporlanması bile zorlaştı.
Yeni göreve başlayan eş genel başkan olarak İHD mücadelesinin bugünü ve geleceği hakkında ne söylersiniz?
Bugün Türkiye’de bırakın uluslararası hukuku, iç hukuktaki yasaların ve mahkeme kararlarının bile uygulanmadığı, hakların kullanılmasının istisna, ihlalinin kural haline geldiği, toplantı ve gösteri yasakları ve kolluk müdahelesinde işkencenin sokağa taşındığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, özellikle Kürt meselesi, barış süreci, hükümet politikalarının eleştirisi, Kadın hakları ve LGBTİ+ hakları, yolsuzluk iddialarına dair yapılan haberlerin, açıklamaların, sokak röportajları ve sosyal medya paylaşımlarının yargılama konusu olduğu, erişim engelleri ve bant daraltmalarla halkın haberleşme ve doğru haber alma hakkının engellendiği, en temel yurttaşlık hakkı olan seçme-seçilme hakkının kayyum atamalarıyla gasp edildiği yani toplumun nefessiz bırakıldığı bir sürecin içerisindeyiz.
Türkiye’de demokratik alan son on yılda giderek daralmış; insan hakları ihlalleri süreklileşmiş, sistematik ve yapısal bir hal almıştır. Bütün bunların yaşanmasında dünyada insan hakları rejiminin ağır kriz içinde olmasının etkisi olduğu bir gerçek. 2.Dünya savaşının yol açtığı ağır insani yıkımın bir daha yaşanmaması için “Bir daha asla” denilenerek barış, insan hakları ve demokrasiye dayalı bir uluslararası sistem oluşturma hedefiyle kurulan tüm mekanizmalar ve kurallar artık maalesef işlemiyor. Devletler demokrasi ve insan haklarına dayalı hukuk taahhüdünden giderek uzaklaşıyor, insan hakları sözleşmelerinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmekten kaçınıyor. Ayrıca “geleneksel değerlere uyum” adı altında insan hakları değerlerini gayrımeşrulaştırma çabaları insan haklarının evrenselliği ve bütünselliği ilkesini tehdit ediyor.
Bugün her açıdan tarihsel bir kavşakta olduğumuzu düşünüyorum. Bir yanda insan haklarını referans alan rejim fikrinin terk edildiği bir dünya, diğer yanda Türkiye’de temkinli de olsa hissedilen demokratikleşme ve barış beklentisi…
Tam da bu nedenle, Dünyada ve coğrafyamızda insan haklarının kurucu rolünü yeniden etkin kılmak; adalet, eşitlik, özgürlük ve barış ilkelerini yaşamın her alanında savunmak bugün her zamankinden daha hayati. Barış içinde birlikte yaşayabileceğimiz demokratik bir ortamın inşası, ancak hepimizin ortak ve kararlı mücadelesiyle mümkün. İnsan haklarına dayalı bir rejimin inşası için kolektif sorumluluk ve dayanışmamıza her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Barış ve demokratik toplum süreci kapsamında demokrasi ve özgürlükler siyasetin gündeminde ancak hak ihlalleri de sürüyor. Siz hak savunucuları olarak bu çelişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
İnsan Hakları Derneği olarak istisnasız her dönem Kürt sorununda barışı, demokratik çözümü savunduk. Biz, 40 yılı aşkın çatışmalı sürecin hafızası, Barış’ın tarafıyız. Bu süreçte 23 üye ve yöneticimiz faili meçhul cinayetler sonucu yaşamını yitirirdi, yüzlerce üyemiz yaralandı. Genel merkezimize yapılan silahlı ve fiziksel saldırılarda 1998 yılında genel başkanımız Akın Birdal, 2002 yılında genel başkanımız Hüsnü Öndül yaralandı. Yüzlerce yöneticimiz ve üyelerimiz, insan hakları alanındaki faaliyetlerinden dolayı yargılandı, hapis ve para cezalarına çarptırıldı.
Bugün, dünyanın birçok yerinde -başta Ortadoğu olmak üzere- ağır insani krizlerin, savaşların yaşandığı bir dönemdeyiz. Türkiye’de ise ‘barışı konuşmak’ gibi tarihsel bir fırsat var elimizde. Ne var ki silahların susması tek başına yeterli değildir. Demokrasinin kırıntılarından bile uzaklaşan uygulamalar, siyasi etkilerden arındırılmayan soruşturmalar ve yargılamalar, derin bir adalet boşluğu ve geleceksizlik duygusu yaratmaktadır. Bu durum, yalnızca geçmişte yaşananları değil, bugünümüze ve geleceğe dair güveni de zedelemektedir.
Adil ve kalıcı bir barış; geçmişte yaşanan ağır insan hakları ihlallerinin tanınması, yaraların onarılması, toplumsal adaletin sağlanması ve evrensel insan hakları değerlerinin rehberliğinde bir gelecek inşasıyla mümkündür.
Kırk yılı aşkın çatışma ve şiddet ortamı, toplumda derin bireysel ve kolektif travmalar yaratmıştır. Bu travmalarla yüzleşmeden adil bir gelecek kurmak mümkün değildir. Bu nedenle BM’nin “Geçiş Dönemi Adaleti” olarak tanımladığı; hakikatin açığa çıkarılması, cezasızlığın son bulması, adaletin sağlanması, onarım ve tekrarlanmama garantilerini de içeren kapsamlı bir programa ihtiyaç vardır. Bu program, yalnızca mağdurların değil, toplumsal barışın da ön şartıdır.
(AB)






