Esat Tekand 32 yıldır resim yapıyor. Toplam kaç resim yapmış, kaç sergiye katılmış bilmiyor. Galiba umursamıyor da.
Yeni sergisi “Otobiyografik Karalamalar 2”de 14 resmi, 8 Haziran’a kadar Galeri 44 A’da sergileniyor.
Sergi vesilesiyle Tekand ile buluştuk; nasıl resim yaptığını, postmodernizmle derdini, kaybolan kavramlarla neden barışamadığını dinledik.
Otobiyografik Karalamalar nasıl ortaya çıktı?
Kağıttaki karalamaları boyaya tahvil edip, boyayla vereceği sonuca baktım. Tam manasıyla üst üste bindirme ve soyut karalama düzeni oluşturdum.
Sanatın kendini kendiyle ifade etmesi gerektiğine inanıyorum. Yaptığım resmin kendi dilini oluşturmaya, bu dilin seyirci tarafından anlaşılmasını sağlamaya çalıştım. Bu, sanatçı ve alımlayıcı açısından dinamik tutan, zahmetli bir süreçtir. Tabii böyle bir resmin alımlanması daha zor olabilir.
Zaten bilinen kodları anlamak, adam resmi gördüğünde "Aa adam" demek resmi anlamak değildir. Öyküyü atınca kalanla idare etmek lazım. Bunlar kalanlar.
Otobiyografik Karalamalar 1’den farkı ne?
Otobiyografik Karalamalar 1, daha çiğ, sınırlı renklerle yaptığım işlerdi. Şimdi boya kalınlıkları artarken ara tonlar, çamurlaşmalar, kirlenmeler de geldi. Gelecekte ne olacağını bilmiyorum. Daha büyük yüzeylere doğru gidecek gibiyim.
“Politika sokakta, reel bir şeydir”
32 yıldır sizi ne motive ediyor?
“Neden resim yapıyorum?” diye sorarsam, sadece basit düşünmeye çalışıyorum. Boyalarla renk vermeyi, yüzeylerde iz bırakmayı ve oynamayı seviyorum.
Sanat insanın günlük hayatında olmayan, kul yapısı yeni bir yer. Problem çözerken zevk almak da acayiptir. Matematikçi x’in sonucunu bulunca niye sevinir ki? İşte bu o, en insani olandır. Hayatta, hiçbir ikinci şeye hizmet etmeyen, ikinci nedene bağlı olmayan, sadece kendiyle kişiyi ilgilendiren iş. Böyle de olmalı.
Amaca hizmet etmiyor. Mesela politik göndermede bulunmuyor...
Düzen değişikliği isteğinizden bahsetmeniz beni ilgilendirmez. Beni düzen değişikliği ilgilendirir. Gidip değiştirmek lazımdır. Peki, sanatta politik gönderme olmamalı mı? Tabii ki öyle bir şey yok. İşinizin mesajları, kışkırtıcılığı olabilir ama bu sanatsal artı getirmez.
Zaten bir tavrınız vardır, politik eserle karşılaştığınızda genellikle dönüşüm yaşamazsınız, iman tazelersiniz. Ben politikanın sokakta, reel bir şey olduğuna inanırım.
“Bugünkü başarı nosyonuna sahip değildik”
1981’den beri kaç resim yaptınız, kaç sergiye katıldınız hatırlıyor musunuz?
Hiç bilmiyorum. Benim kuşağım bugünkü başarı nosyonuna sahip değildi. Bir geleceğimiz olacağına, sanatçı gibi yaşayacağımıza çok inanmadık. Bu yüzden de gelecek yatırımı bilmedik.
Aramızda raporlarını tutan hastalıklılar için de sonuç aynı. O yüzden dert etmiyorum.
Kişisel sanat tarihinizde nereden nereye geldiniz?
Bazen “Tuh be şurada kaçırmışım” diyorum. E tabii git oradan devam et o zaman... Hayıflanamazsın.
Şimdi becerim gelişmiştir herhalde.
Resim yaparken kendini sıfırlayıp, bir nevi performans korkusu oluşturmalısın. Bu da, karanlık köşelere elini sokmak, bela aramaktır. Aksi müthiş monotonluktur ve resim heyecan verecekse yapılır. Yoksa yapılması şart değildir. Ama böyle yaparken üç buçuk atıyorum tabii.
“Resim yapmak ikircikli bir süreçtir”
Nasıl bir tedirginlik yaşarsınız?
Resim yapmak ikircikli bir süreçtir. Güya karanlık yola giriyorum ama arka tarafta “Bu resim satar mı?” diyorum. Çoğunlukla bütün sanatçılar bu konuda kendimizi aldatırız. Bir yandan resimlerin satılmasını bekleriz. Bu durum da kafamızı karıştırır, kirletir.
Sanat pratiği daima insana empoze edilenlerle onlardan sıyrılma ve teslim olma hikayesidir. Huzursuzluk sürekli ve kaçınılmazdır. Ama huzurdan da hayır gelmez.
En iyisini yapmalıyım dersin ama bu hiçbir zaman mümkün değildir. Çünkü bir en iyi yoktur. Eğer en iyi yapılabilseydi durmak zorunda kalınır, devam edilemezdi. Geriye mutlak en iyiyi yapmaya çalışmak kalır ki bunun da hayatta karşılığı yok. Mümkün kılmaya çalışırsın ama öyle olmaz.
Şu saatte kalkayım, bugün şu kadar tablo yapayım gibi rutinleriniz var mı?
Sergi tarihi belliyse ve resim yetiştirmeye çalışıyorsam oluyor. Şu sanatçı mistifikasyonundan da nefret ediyorum. Günlük hayatın meselelerinde herkes gibi davranıyorsun. Bir ayakkabıcının on beş ayakkabıyı yarına yetiştirmesi nasıl mecburiyetse bu da öyle.
“Hemen yapmalıyım” deyip, giriştiğim mükemmel zamanlar da var tabii. Bu herkese göre değişir. Bazısı beklemez, sürekli yapar, o sırada keşfeder. Onlara hayranım. Böyle yapan iyi, diğeri kötü değil tabii. Çünkü bir boka da yaramayabilir.
Bazen korkarım, başlayamam, döner dururum. Hatalar yapar, bozar atarım. Zaten her yaptığın iyiyse, kuşku duymalı.
Resimde hata yapmak nasıl mümkün?
Hiçbir dengenin olmadığı, malzemenin artık çalışamaz hale geldiği, boyanın sıkıştığı bir hal alabilir. Bazen teslimiyetten, moral bozukluğundan bırakırsın. Bazen unutursun. Spontaniteye dayanan resmin böyle handikapı vardır. Zaten nereye varacağını baştan çok iyi bilmediğin için, araya başka işler girince film kopar. Mesela insan resmi olsa gözü eksik diyebilirsin. Burada böyle bir şey yok.
“Sanat artık kartvizitli mesleklerden”
Yolunuz resimle nasıl kesişti? Çocukken ilginiz var mıydı?
“Annem dikiş dikerken, ben de resim yapardım” diye anlatırlar ya, tipik ressam salaklığı aslında. Ama hakikaten çocukken resim yapıyordum.
Ailem kültürlü olalım kampanyasına katılmış, hevesleri yarım kalmış. Plaklar bir köşeye atılmış, kitaplar okunmamış. 14 yaşında o kitaplardan tesadüfen klasik bir Van Gogh kopyası yaptım.
İyiydi gibi hatırlıyorum. Tutku işte. Şimdi bu eğilimler pedagojik açıdan yönlendirilebiliyor. Bizim zamanımızda yoktu. Neye takılıyorsak gidiyorduk.
Takıldıktan sonra vazgeçilmez oldu. Marmara Güzel Sanatlar Fakültesi'nde seramik okudum. Akademinin hocalarını takip ettim, etraftan aldığım görgüyle oldu.
Sadece resim yapma isteğim vardı. Belli disiplinler, öğretiler yoktu. Benim kuşağım okumaya pek niyetli değildi. Biz sokakta, devrimci gençlik hadisesinin içinde büyüdük. Bugün de olsa bunu tercih ederim.
Bugün o yer kaybedildi. Artık sanat kartviziti olan mesleklerden biri gibi. Bu yüzden niteliği de değişti.
Resim hayatınızdan çıkarılsa size ne olur?
Büyük ihtimalle, kendimle ve çevremle ilişkilerimde müthiş dağılma yaşarım. Hapse girmiş gibi olurum. Belki hatıralarımı yazmaya filan kalkarım. Çünkü her gün resim yapmasanız da önemli olan yapabileceğinizi bilmek.
Bu bir iş değildir. İşe dönüşür.
Normalde sanat sadece kullanım değeri üretir. Biz onu değişim değerine çevirir ve hayatta kullanırız. Sanat doğrudan doğruya bir işe yaramaz, yaramamalıdır da. Onun için kıymetlidir.
“Türkiye’deki postmodern dalgayla barışamadım”
Resim yaparken tıkandığınız oldu mu?
1990'larda Türkiye’deki postmodern dalgayla barışamadım. Hiçbir şey yapamadım, beceremedim. Yaptıklarıma güvenemedim. Bir sürü şeyi kendim de bok ettim.
O zamanlar kriz geçirebilme lüksüm vardı. Eşim Şahika (Tekand) sırtında taşıdı beni. O olmasaydı bu işi götüremezdim. Katlandı, hala da katlanıyor.
Sonra toparladım ama kaybedilen, sevimsiz senelere mal oldu. Şimdi kendimi aldatıyorum, çok iyiymiş gibi geliyor.
O dönemde neler yaptınız?
Çok işsiz seneler geçirdim. Bir dönem kitap kapakları yaptım. Sonra Şahika tiyatroya başlayınca, iş var diye resmi öteledim. Ama o kayıplar belki bugünü yaptı.
Hangi kapakları yaptınız? Kapak yapmak ressam için nasıl işti?
Para kazanmam lazımdı ve kapak yapmak eğlenceliydi. Açıkçası bildiğimden değil, Can Yayınları’ndan Erdal Öz "Hadi dene" deyince başladım. Yüzlerce kapak yaptım. İlyada, Odysseus, İskenderiye Dörtlüsü, Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev ilk aklıma gelenler.
O dönem çok matraktı. Bazen sıkışırlar “Aman bir şey yap” derlerdi. Erdal bir gün bir kapak yapmamı istedi. Vakti olmamış, kitabı o da okumamış. “Sek sek resmi yapacaksın. Ama Avrupalıların sekseğinden” dedi. O nasıl oluyor? Çocuklar yere bir tarafa toprak, bir tarafa hava filan çizerlermiş. Ben de böyle sek sek oynayan bir çocuk çizdim. Böyle bastık.
Bir süre sonra Erdal aradı. "Yahu bunda sek sek filan yokmuş. Kahraman kitapta gel gitlerine sek sek demiş” dedi. O kapağı kaldırdık. Okuyanlar da sormadı.
Orhan Kemal'in sayfa doldurmak için uzun diyaloglar yazdığı söylenir. William Shakespeare mecburdu ve beklentiye göre yazıyordu. Belki Wagner ile ahbap olsaydık paragöz diye sinirlenirdik.
O yüzden kahraman sanatçı tipi palavradır. İyi sanatçı, bir kere dürüst davranır, o da işinde. Onu bıraktığı an, etrafına kötü davranabilir ve bu kötü kalpli iyi bir sanatçı olduğunu gösterir.
Geçmişte birilerine imrendiğiniz, öykündüğünüz oldu mu?
Bazı ressamlara öykündüm. “Keşke ben yapsaydım” dedim. Rembrandt’a, Caravaggio’ya hala bayılırım. Picasso’nun çok sevdiğim işleri var. Yakın zamandan Karel Appel'i, Mark Rothko'yu, Robert Motherwell’i de severim.
Zamanla bunları toplarsın ve kendine ait hale gelir. Bazen de ilişki kurduğun sanatçı seni durdurur. Bu kompleksleri herkes yaşar. Bazısı derviş ayaklarına bürünür, “Kimseyle problemim yok” der. Muhakkak vardır ve olmalıdır.
1999'da Halil Altındere resminizin üzerine dolar işareti çizmişti. Dava açmıştınız. Ne oldu?
O eylem alıntıydı. Acıklı tarafı, o işareti silince, eylem hiç olmamış gibi oldu. Üstüne gitmemi istiyordu, gitmedim. Mahkemede özür diledi, ben de bıraktım.
Sahne tasarımı ve sanat yönetmenliği sizi nasıl etkiledi?
Tomris Giritlioğlu'nun “Yaz Yağmuru” ve Semih Kaplanoğlu'nun “Meleğin Düşüşü”nde sanat yönetmeniydim.
Şahika olmasaydı, durduk yere tiyatroya girmezdim. Çok bir şey yapmıyorum zaten. Çünkü Şahika'nın tiyatro yönteminde nasıl bir dekor, ışık, kostüm kullanılacağı daha yazım aşamasında çıkıyor. Belki başka tiyatroda denesem beceremeyebilirim.
“Bu bir dekadans, çökecekse çöksün”
Sanatçı bir ailedesiniz. Ev hayatınız nasıl?
Hayatımız o kadar renkli değil. Zaten geldiğimiz yer belli, Sanatçı gustoları vardır yemekten anlar, iyi şarap bilir. Hayat zor, onlar da böyle kaçış alanı oluşturuyorlar kendilerine belki.
Şahika da, ben de bu işleri daha iyi standartlara kavuşmak için yapmadık. Artık standardımız yükseldiyse de alışmamış götte pantolon durmaz. Başka şey istiyorduk o yüzden de sokaktaki durumla ilgilendik. “Böyle aptallar var mı?” dersen, az miktarda kaldı.
Resim ve çağdaş sanat dersleri de veriyorsunuz. Dersler nasıl geçiyor?
Stüdio Oyuncuları’nda, bu işle ilgilenenlere temel formasyon kazandıracak çalışmalar yapıyorum. Şimdiki kuşaklar doğru kaynakları okusalar bu tarz eğitimler şart olmazdı. Ama okumuyorlar.
Hayatla ilişkileri farklı. Manipüle edilmeye daha açıklar. Kıyaslama, karşılaştırma, karar verme mekanizmalarını, önyargılar dışında kullanmıyorlar. Doğru mu, yanlış mı, hatalı mı sormuyorlar. Çünkü postmodernizmde bu kavramlar kalktı. Ona göre de bir insan formatı çıktı.
Günümüz sanatının piyasa ile ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?
Bence sanat piyasa ilişkisi yok; sadece piyasa ilişkisi var. Sanatçılar toplumsal tabakalaşmanın neresinde duracaklarını kaybettiler. Korkunç bir bireysellik, umursamazlık ya da yalancı umursarlık halinde yaşıyorlar.
Marjinalizm, karşı çıkış oyunları oynanıyor. Ama karşı çıkış yok. Sanatçı bugün piyasanın içinde piyasanın yönlendirmesinin aracı hatta bazen iticisi, bütün olumsuzlukların içinde savrulan bir yaratık.
Bu noktada umut yok mu?
Bu bir dekadans. Çökecekse çöksün. Kalıcılık, merak, derinlemesine bilgilenme aptalca bulundu. Şimdi bunun icaplarını yaşıyoruz.
Herkes meşhur olmak istiyor. Bunun için her şey mubahlaştı. Eskiden asgari bir etik ve eleştirmen vardı. Bugün eleştirmen yok. Çünkü sınıflandırmalar reddedildi, eleştirmenliğin yanlış olduğu iddia edildi.
Ben çok ümitli değilim. Dünya ne kadar değişecekse sanat da o kadar değişecek.
Şu anda gündemimizdeki barış sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Barış sürecini destekliyorum. Şu anda ölümlerin durması en önemli adımdır. Bu süreç başladığından beri bunun ne kadar kıymetli olduğunu bence daha çok fark ettik. Olabilecek bütün zorluklara rağmen, sonuna kadar gidilmeli. Bütün olasılıklar denenmeli. (EG/AS)