Ödüller dün akşam Dolmabahçe Sarayında düzenlenen törende verildi. Ragıp Zarakolu'nun ödülünü alırken yaptığı konuşma metnini aktarıyoruz.
Değerli meslektaşlar, değerli katılımcılar,
Öncelikle Anayasal yönetimin başlangıcını simgeleyen ve farklı kimlikler arasında büyük umutlar yaratan, "özgürlük, eşitlik ve kardeşlik" şiarı ile, onlar arasında kardeşlik duygularını pekiştiren 24 Temmuz Hürriyet Bayramınızı kutlarım.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Dolmabahçe Sarayının bahçesinde sadece sansürün kaldırılması ile sınırlı olsa da, 1908 Devriminin anılmasına olanak vermekle, tarihimizin unutulan, ya da unutturulmak istenen aydınlık bir sayfasının belleklerden tamamen silinmesini önlemekle, son derece anlamlı ve önemli bir işlevi yerine getiriyor.
Özellikle yeni bir anayasal devrime ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde...
Türkiye de başın özgürlüğü kavgası, sansür resmen kalksa da, kafalarımızdaki karakollar nedeniyle hiç bir zaman kesintiye uğramadı.
Ancak sansürcü anlayış kadar, direngen özgür başın geleneğinin de bu topraklarda asla kesintiye uğramadığını belirtmek zorundayım. Ve yazmaya başladığım 1968 yılından itibaren özgür, muhalif başın geleneğinin bir parçası olmaktan dolayı gurur duyuyorum ve buraya yeniden 15 gün kapatılan bir gazetenin, Özgür Gündem'in, sık sık adlı takibata uğrayan bir gazetenin, Evrensel'in yazarı olarak geliyorum.
Beni ödülünüzle onurlandırdığınız için, TGC'ne ve seçiciler kuruluna teşekkür ediyorum. Bu kararı vermenin kolay olmadığının da farkındayım. Bu ödülün, genellikle yok sayılan, hatta gazeteci kabul edilmeyen muhalif basın mensuplarına çok ender verildiğini hepimiz biliyoruz.
Ve bu ödül vesilesiyle adımın, Hrant Dink ile birlikte anılmasından dolayı, ayrıca onur duyuyorum. 25 yıldan fazla bir süredir, Hrant Dink ile düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelesinde yolumuz, yayıncı ve kitapçı olarak, yazar ve gazeteci olarak bir çok kereler kesişti ve birlikte yürüdük.
Bu ödülü, aynı zamanda bu gece bizlerle olamayanların anısına almaktan onur duyuyorum: ülkeyi terk etmek zorunda kalmış olanlar, hapsedilmiş olanlar, düşünce ve ifade özgürlüğü uğruna yaşamını yitirmiş olanların anısına bu ödülü almaktan onur duyuyorum. Sizi bunların uzun listesi ile sıkmayacağım, Basın Müzesine yapılacak küçük bir ziyaret, anıların canlanmasına olanak sağlayacaktır.
Sadece sunu hatırlatmama izin verin. Türkiye'de modern basının öncüsü olan Zekeriya-Sabiha Sertel çifti yurtdışı sürgünde öldü. Efsanevi Akşam'ın yayın yönetmenleri olan Özgüdenler hala yurtdışında sürgünde...
Sorumluluk
Düşünce ve ifade özgürlüğünün bir diğer yanı hakkında konuşarak birkaç dakikanızı almak istiyorum. Türkiye'de pek tartışılmayan bir husustur bu. Düşünce ve onu ifade etmenin bize verdiği sorumluluktan söz etmek istiyorum biraz...
Türkiye'de meydana gelen olayları, kişinin kendi eğilimlerinin ötesinde, doğru ve tam olarak verme sorumluluğuna değinmek istiyorum...
Bir an için bir yangın hayal edin... Her yanı tutuşturmuş olan bir yangın... İnsanların bilmek ihtiyacı duyduğu şey, bu yangının nerede, ne zaman, nasıl meydana geldiği, ve kimin, ne için yaptığıdır...
Yangınla ilgili her hususu haberleştirmek basının üstüne düşen bir sorumluluktur. Yangına ilişkin, gazetecinin haz etmediği bazı hususlar olsa bile - ya da önün desteklediği sisteme ya da inançlarına, ya da kendi gazetesininkilere ters gelse bile... Her ne olursa olsun... Yangın bir olgudur ve her olgunun haberleştirilmesi gerekir... Abartıya gitmeksizin ya da sansür etmeden bunu yapmak gazetecinin sorumluluğudur...
Çok kereler, gazeteler oto sansüre başvurur. Bazıları oto sansürü, halkı koruma adına savunur - eğer yangın olduğunu duyarsa, halk paniğe kapılabilir diye düşünenler çıkar...
Bazıları işe, oto sansürü, yangını denetim altına alma adına savunur - eğer yangının varlığını inkar edersek, sanki yangın var olmaktan çıkacaktır.
Bazıları ise oto sansüre, yangını daha da büyütmek adına başvurur, hatta ateşe benzin döker. Bir yerde onu, kendi yangını olarak düşünür.
Ve nihayet bazıları, yangınının kendisini bir çeşit intikam aracı olarak kullanır, farklı kimlik ve inançları olanları kurbanlaştırmak için...
Sonuç olarak, sizleri düşünce ve ifade özgürlüğü adına, yerleşik kanılara karşı meydan okumaya çağırıyorum. Bu ülkede son derece ihtiyaç duyulan diyalog sürecinin yaratmak için, gazetelerinizin sınırlanmış olan ajandasının ötesine geçmeye acaba ne kadar hazırsınız?
Ülkemiz, gittikçe artan oranda bir parçalanma ve kutupsallaşma süreci içinde. Aslında son 100-200 yıldır tanık olduğumuz bir olgu bu kutupsallaşmalar... Müslüman/Hıristiyan, çoğunluk/azınlık, Batı/Doğu, kent/köy, Türk/Kürt, Sol/Sağ, başörtülü/başörtüsüz, laik/laik olmayan diye...
Acaba basının görevi, birbirimizi anlamamıza, barış içinde birlikte yaşamamıza olanak tanımak mı; bu verili olguları anlamamıza ve birbirimizi tanımamıza yardımcı olmak mıdır, yoksa barış içinde bir arada yaşamanın koşullarının imha edilmesine katkı sunmak mı?
Acaba basınımız farklı pozisyonda olanların birbirini tanımasına ve empati duymasına ne kadar olanak sağlıyor, yoksa kutupsallaşmanın tırmanmasına, istemese de katkı mı sunuyor...
Bazı insanların aşırı grupların hedefi haline gelmesinde, acaba bizzat basının sorumsuzluğunun katkısı ne?
Hrant Dink'ten sonra başka isimlerin hedef haline gelmesine, üstelik büyük medya tarafından nasıl sorumsuzca katkı sunulabiliyor?
Bir anlamda insanın kişisel inançları kapsamında "özel" bir olgu olan bir "başörtüsü" sorunu, bir rejim sorunu haline gelip, Türkiye'yi bir siyasal krize nasıl sürükleyebiliyor?
Acaba kaç kişi bu nedenle okuma hakkını yitirdi? Bununla, İslami başın dışında acaba hangi yayın organları ilgilendi? Gazetem buna acaba bu konuya, ne kadar yer verdi?
Bu ülkede sadece kelimeler değil renkler, sesler, kılık kıyafet simgeselleşip, genel kutupsallaşmanın kavga alanına dönüşebiliyor.
Kelimelerin yanında, renkler ve sesler bile sansür edilebilirken, basının görevi bu gelişmelere karşı meydan okumak olmamalı mı?
Acaba biz başın olarak, kendi yayın çizgimiz dışında farklı yaklaşımlara ne kadar yer verebiliyoruz, muhalif basın da dahil olmak üzere... Kendimize çizdiğimiz alanın dışına ne kadar çıkabiliyoruz?
Sonuç
Gerçek ifade özgürlüğü, Türkiye'de kolay bir iş değil, zorlu bir çabayı ve kendini sürekli olarak sorgulamayı gerektiriyor. Kendi ajandanızın, kendi kimliğinizin, kendi inançlar ve değerler sisteminizin ötesine geçmenizi gerektiriyor, sadece diğerlerini bilmeniz ve farkında olmanız da yeterli değil, aynı zamanda onların kendileri olma hakkını da savunmalısınız.
İfade özgürlüğü, sadece belirli bazı insanlar, belirli zamanlar için değil, her zaman ve herkes için zorunludur, kim olursanız olun...
Hakkımızda , "Kovun bunları" diye başlıklar atılırken, Hrant evini, yurdunu terk etmeyi reddetti, toplumlarımız arasında bir köprü olma doğrultusundaki inanç ve düşünceleri için en ağır bedeli ödeyerek.
Ve şair Murathan Mungan gibi soruyoruz, "kim kimi kimin ülkesinden kovuyor?'
Büyük Alman yazarı Kurt Tucholsky'nin 1929'da yazdığı gibi, "kimse bu ülkeye tapu çıkarmaya kalkmasın"*, kimlik ve inanç farklılıklarımız ile ve Hititlerden beri bunu yansıtan tarihimiz ile, bu ülke hepimizin. Varolduk, varız ve varolmaya devam edeceğiz.
Ve bu zenginliği savunmak, hepimize düşen bir görev...
Saygılarımla...(RZ/EÜ)
* Kurt Tucholsky, 1929'da söyle yazmış:
Evet, biz bu ülkeyi seviyoruz.
Ve şimdi ben size bir şey söylemek istiyorum: kendilerini "ulusal" diye nitelendiren ve orta sınıf milliyetçileri olma dışında bir özellikleri olmayan şu kişilerin bu ülke ve önün dili üzerinde sadece belli kişilere tapu çıkarma çabasından daha gerçeğe aykırı bir şey olamayacağı ortada.
Ne redingotlu devlet memuru, ne sıska lise öğretmeni, ve hatta ne de "çelik miğferli" hanfendi ve beyfendiler oluşturuyor sadece Almanya'yı. Almanya sadece onlardan ibaret değil. Biz de varız burada.
Ağızlarını kocaman açıp, haykırıyorlar, "Almanya'nın adına!"... "Biz bu ülkeyi seviyoruz - yalnız biz seviyoruz onu" diye bağırıyorlar. Bu doğru değil.
(...) Ve tıpkı davullar çalarak sokaklarda dolanan milliyetçi örgütler kadar - bizler de aynı hakka, tamamiyle aynı hakka sahibiz, burada doğan bizler, burada yazan ve Almancayı şu ulusalcı salaklardan daha iyi konuşan bizler - tamamiyle aynı hakkı iddia ediyoruz nehirler üzerinde, kıyılar ve evler üzerinde, meydanlar ve çayırlar üzerinde: Burası bizim ülkemiz.
(...) Almanya parcalardan olusmus bir ulus. Biz onun bir parçasıyız. Ötekilerin her şeyi ile zıt, ana yurdumuza beslediğimiz sessiz sevgide - sarsılmaz bir sevgi bu, bayraklar olmadan, boru ve trampet sesleri olmadan, kınından çekilmiş kılıçlar ile aşırı duygusallık olmadan...