Belki de abartıyorum ama bu aralık, bizi gerçek toplumsal bilime, tarihsel materyalizme götürecek kadar önemli bir aralık. Türkiye işçi hareketi ve onun bütün toplumsal müttefikleri (aydınlar, devrimci gençler, yoksul köylüler, emekçi halk) ya bu aralıktan akarak siyasallaşacak ve evrensel devrimci gelişmenin parçası olacak, ya da kapalı kapılar ardında oynanan siyasal oyuna kapıları aralamadan daldığı için düştüğü tarihsel yalnızlık dolambacında bir yaban olarak ömür tüketecek.
Altmışlı Yıllar: Sol Neden Bölünemedi?
Hemen her sol tarih yapıtında Türkiye solunun altmışlı yıllardaki bölünmesi için bize göre yapışık ikizler olan MDD ve TİP adresleri verilir. Bu ayrım sadece politik sosyalizm akımları bakımından anlamlı ve olgusal olarak karşılık bulduğu için "gerçek"miş sanılan bir ayrımdır. Halbuki, dönemin temel ayrımı sol için politik bir ayrılıktan daha öteydi: Teorik bir ayrılık vardı.
Bize göre, bunun bir ucu cuntacılıktan gelen kızıl doçent İdris Küçükömer'in bu toprakları anlamaya yönelen tarih kuramı, diğer ucu ise MDD ve TİP dahil, eski TKP kadrolarının temel yönlendiricisi olduğu resmi sosyalizmin hem dogmatik ve hem de üçüncü dünya için sulandırılmış bir biçimini eklektik bir şekilde temsil eden cuntacı ya da parlamentarist görünüşleri olan yaklaşımlardı. Ne yazık, Hikmet Kıvılcımlı bile bu ikinci grupta yer almıştır. Her ne kadar, bu ikinci akımla arasında epeyce mesafe açmış olsa da...
Tartışma aslında teorik, ama politik sonuçları bakımından son derece basitti: Sol, modernleşmenin çirkin ördek yavrusu olarak kalmaya razı mı olacaktı? Başka bir deyişle, Osmanlı Modernleşmesi ile açılan ve Kemalist reformlarla devam eden Batılaşma yolunda mı yürüyecek, cılız da olsa gelişen işçi hareketi ile her düzeyde bütünleşip, onu siyasallaştırıp bu Batılaşma humması (burjuvazinin sermaye birikimini hızlandıran ve bunun güvencelerini arttıran gelişme yolu) hilafına devrimci bir kanal mı açacaktı?
Gerçekte bunun anlamı şuydu: Batılaşma ile kurulan burjuva hegemonyanın parçası olmayı reddedip etmemek. Altmışlı yılların solu bu dilemmayı teorik ve pratik olarak aşamadı. Bu yüzden de gerçekte bölünmedi, bölünemedi. Bölünür gibi yaparak siyasal işçi hareketi ile olan bağlarını tasfiye eti.
15-16 Haziran, yalnızca burjuva hegemonyayı değil, altmışlı yılların solunu da ayağının altına alarak ezdi ve geçti. Dev-Genç önderliğinin yaptığı hamle, bu nesnel gelişme olmadan anlaşılamaz. Dev-Genç önderliği teorik olarak değilse de pratik olarak çıkmazı gördü: işçi hareketi ile ayrılan yolları o anda bütünleştirme olanağı olmadığından "geleceğe baktı" ve işçi hareketi ile bağı daha sağlam bir şekilde yeniden kurmanın esaslı bir koşulu olan devrimci geleneği sürdürmeye yönelerek uçta görünen bir hamle yaptı: Devlet'i ve onunla birlikte bütün bir kapitalist gelişme tarihini bir kaç mavzer ve tabancadan ibaret namlularının ucuna koydu. Yenilecekti, en azından Mahir Çayan örneğinde yenileceğini bilmediğini kimse iddia edemez, yenildi.
Teorik Tartışma Neydi?
Namık Kemal'in Türkiye'de siyasal İslamcılığın kuruluşunun önemli köşe taşlarından biri olduğu ileri sürülmüştür. Doğrudur da. Yeni Osmanlılar, özellikle Ali Suavi'de bu daha açık gözlenebilir. Hemen hepsinde Altın Çağ, İslam dininin kuruluş dönemidir ve Osmanlıyı ezip geçen (somutta sömürgeleştiren) "başarılı" Batı'nın kurumları bu Altın Çağ'da vardır: meşveret, istişare ve biat. Yeni Osmanlılar, monarka karşı İslam zırhını kuşanarak devleti monarktan ayırır ve temel alırlar. Çünkü adalet dairesi devletle başlar ve biter.
İttihat ve Terakki'de egemen olan eğilim ise Batı burjuvazisinin tutuculuk dönemi eğilimiydi, Ahmet Rıza şahsında, hatta partinin adında rahatça gözlenebilecek olan pozitivizm. Kemalizm de bu eğilimi sürdürmüştür, 1930'lı yıllarda Recep Peker'in ağzından korporatizme, Kadro'nun ağzından da devletçiliğe (ikisi de devleti ve "düzen"i merkeze alan) meylini dillendirir; ama somutta her ikisi de aynı şeye sermaye birikimine hizmet etmektedir. Merkezde yine devlet vardır; burjuvazi devlete bağımlı gelişmektedir.
Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması'nda soruyu sorar: Türkiye Batılaşabilir mi? Dikkat "batılılaşabilir mi" değil soru, başka bir şey, Batı olabilir mi? Uzun uzadıya girmeyeceğiz, cevap, olamaz! O halde? Burada bir teori yok gibi görünüyor, öyle değil mi, bütün sol, emperyalizme (Batı'ya?) karşıdır. Bu soruyu anlamamak demek olur, mesele, Batı'nın iyiliği kötülüğü değil, mesele, Rus Despotizmi Plehanov çıkarırken, Osmanlı'nın Ahmet Rıza çıkarması. Üstelik Osmanlı manüfaktüre daha önce geçmesine rağmen. Daha büyük bir mesele de var, işçi hareketleri Selanik'te yaygın, ama azınlıklardan; maalesef 1908 ve sonrası Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda çoklarının bilmediği sosyalistler de var; Mete Tunçay'ın kitabında bile yoktur onlar, çünkü Ermeni'dirler...
Soru böyle detaylandırıldığında ise bir yanlış anlama tehlikesi var: bütün mesele kültürel miydi yani? Elbette değil, Düzenin Yabancılaşması'nın bulduğu cevap elbette sadece kültürel değil, dahası ve fazlası iktisadi ve tarihsel. O halde soru, daha anlaşılır kılınabilir: "(Doğu'da/ Batı olmayanda) değişim için yeterli bir ilkel birikimi sağlayacak koşullar neden oluşmadı? Batı'da görülen sivil toplum kurumları neden Doğu toplumlarında oluşmadı?" Bu basitçe şu demektir, kapitalizm neden bu topraklarda içsel dinamikle gelişmedi? Soru, anlamaya kapı aralar. '71 devrimci çıkışını gerçekleştirenlerin teorik sorusunun benzerliği bizim için hiç şaşırtıcı değil.
AKP: Tuhaf Bir Gelişme mi?
Ama madem AKP'yi de, solu anlarken anlamaya başlayacağız, o halde Osmanlı Devleti'nin sömürgeleştirildiği döneme odaklanmak gerekir. Küçükömer'e göre, kapitalizm, 19.yy'da Osmanlılarda asıl çıkarlarını batıcı-laik kapıkulu ya da bürokratlar eliyle sağladı. Yönetici bürokratlar devlet mekanizmasındaki otonomileriyle batı kapitalistleri, finans baronları ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiyi sağladılar. Kapitalizm karşısında Osmanlı burjuvazisi bulamadığından, ilişkilerini doğrudan devletin artık yönetime hakim görünen bürokratlar kanalından geliştirdi. Osmanlı toplumunun devlet yapısı, Osmanlı toplumuna nüfuz edebilmenin yolunu, ancak bürokrasiden açıyordu. Namık Kemal ve Ali Suavi'yi anlamak için bunu bilmek gerekir.
Küçükömer'e göre Cumhuriyet'te başka bir almaşık, ilkel birikimin bir yolu olarak devletçilik aracılığıyla yerli özel birikimin sağlanması, 2. Dünya Savaşı sonrasında da bu birikimin yabancı sermaye ile bütünleştirilmesi denendi. Sadece Demokrat Parti'nin çıkardığı yabancı sermaye ve petrol kanunları bile Küçükömer'i doğrular. Bu bütünleştirme ise doğal olarak bürokrasiyi dışlar ve emperyalizmle ilişkiler artık bürokrasi kanalından değil yerli sermaye ve toprak bağımlı egemen sınıflar aracılığıyla kurulur. Demokrat Parti, demek ki, yerli burjuvazi, toprak bağımlı sınıflar ve yabancı sermayenin iktidarını kurdu ama iktidara "seçimle", İslamcı-Doğucu halk potansiyelini kullanarak geldi. Küçükömer 27 Mayıs'a rağmen bu çizginin iktidarının AP ile devam ettiğini ileri sürer. CHP ise temel işlevi aynı olan (sermaye birikimi) bürokratik geleneği AP iktidarı karşısında burjuva hegemonyayı genişletecek şekilde popülerleştirerek (ortanın solu) bir denge unsuru olarak sürdürmektedir. Küçükömer'e göre, bu dengede, burjuvazi hegemonyasını tazelemekte, esas olarak sol ile İslamcı-Doğucu halk kitlelerinin arası açılmaktadır.
Sonuç: ikinci kurtuluş savaşı olarak konan meselenin yanlışlığıdır. Sol bu çizgide giderse, ikincisinden sonra üçüncü kurtuluş savaşını isteyecektir! Bugün ikincisinin yorgunu olup ta, üçüncüsünü isteyenler yok mu gerçekten! İşte onlara AKP tuhaf görünmektedir.
Yenilgi Her Zaman Öğretmen mi?
Yetmişli yıllar yenilginin her zaman öğretmen olmadığını gösterdi. TİP-MDD ikiz kardeşliği siyasal işçi hareketini, sol ile halk arasındaki bağı kuracak gerçek dinamiği tasfiye etmiş; burjuva hegemonyayı köktenci bir şekilde karşılarına alan devrimci gençlik, tarihsel olarak özgül, tarihsel gelişmeyi rayına sokacak bir arıza ile (Nurhak, Kızıldere vd.) tasfiye sürecine yanıt oluşturmaya çalışmış ama ardılları dogmatik ve sulandırılmış çeşitli resmi sosyalizm biçimlerinin Çinci, Arnavutçu, Sovyetçi, Çaru Mazumdarcı, Bulgarcı karikatüleri arasında karikatür devrimcilik gösterileriyle treni rayına oturtacak yerde, raydan kurtulmuş treni uçuruma itmişlerdir.
Halbuki Küçükömer'in doğru sorusu ve '71devrimci çıkışının sentezi, treni rayına oturtabilirdi. Böylece işçi hareketi gecekondu halkıyla ve köylülükle bütünleşebilir, TKP memurları eliyle CHP'ye payanda edilmek yerine, bağımsız siyasi hattında gelişebilirdi.
12 Eylül Arası
Olmadı. 1978'in sonuna gelindiğinde sol paramparça bir halde, işçi hareketi ise CHP denetimindeydi. Küçükömer ise daha önce olduğu gibi (TİP kongresinde konuşturulmamıştı!), hiç biri dinlenmeyen bazı uyarılarla yetinebildi. Ülkede kısmi iç savaş derinleşiyor, el yordamı ile de olsa kısmi iç savaşı devrimci duruma evriltmeye çabalayan ve bu arada hata üzerine hata da yapan Devrimci Yol ve belki başka birkaç örgüt dışında hemen hemen onlarca örgüt sadece ve sadece yenilgiyi yakınlaştırmakla uğraşıyordu.
Yenilgi geldi ve sol, tarih sahnesinden çekildi. 12 Eylül'ün ardından siyaset sahnesinde solu temsilen "sivil toplumcu" olarak bilinen, burjuva hegemonyanın Özalizm altında kuruluşuna katılan, dolayısıyla burjuva hegemonyaya manivela olan bir akım yer aldı. Küçükömer'in bu akımın içinde yer alması, SODEP'e katılması yenilginin derinliğini göstermesi bakımından anlamlıdır. Ama o zaman bile Küçükömer "sivil toplum"dan sivil toplumcuların anladığını değil, "özel çıkarlar alanı"nı, "sınıf mücadeleleri alanı"nı anladı ve sağ ve solun ancak burada bir manası olduğunu ileri sürdü.
12 Eylül'le birlikte yerli egemen sınıflarla metropol burjuvazi arasındaki ilişkileri dolaysızlaştıracak ekonomik politikalar, Özalizm diyebileceğimiz, yeni sağ bir hegemonya projesi ile birlikte rahatça (sivil toplumcuların da bunlara katılımı ile) uygulandı ve bugün, yine egemen sınıflar içine değişen güç ilişkilerinin ulusüstü sermaye belirlenimli olarak, yine İslamcı-Doğucu halk kesimlerinin oylarıyla iktidara taşındığını görüyoruz.
Küçükömer Ne Demişti?
Şimdi soralım: gerçekte Küçükömer ne demişti? Demişti ki, Osmanlı toplumsal düzeni, Batı'daki gibi devleti belirleyen bir özel çıkarlar alanı olarak sivil toplumun (burjuva toplum) oluşmasını olanaklı kılmadı, emperyalizm 18.yy'da Osmanlı'ya bürokratlar aracılığıyla girdi, Kemalizm ayrı bir almaşık denedi, ve önce devletçilik yoluyla ilkel birikimi gerçekleştirdi, bu dönemde bürokratlar rollerini (emperyalizmle ilişkileri de) sürdürdüler, özgül bir burjuva hegemonya kuruldu, sonra, Demokrat Parti ile yerli egemen sınıflarla emperyalizm bütünleşti, 27 Mayıs sermaye birikiminin sürekliliğini sağlayan yeni düzenlemeler ve (ithal ikameci dönemin) burjuva hegemonyasını kurdu, gelişen işçi sınıfı bu hegemonyaya tehdit oluşturmasına rağmen sol, işçi hareketi ile değil kolaycı yoldan aydın/bürokrat geleneği ile bütünleşmeyi seçti ve siyasal işçi hareketi ile ilişkilerini ve dolayısıyla hareketi tasfiye etti.
Küçükömer bir de Demokrat Parti'ye oy veren halk sınıflarının solun gerçek tabanı olduğunu söyledi: Bunu, tarih Türkiye'de sivil toplumu (devleti belirleyen özel çıkarlar ya da daha maddeci deyişle sınıf mücadeleleri alanı olarak) oluşturacak koşulara şahitlik etmediğinden, "heterodoks sınıfsal tepkiler genel olarak alt toplumdan (politik toplum dışından) gelir ve mistisizm yolunda gelişir" diye açıkladı.
Benim anladığım Küçükömer AKP'yi kesinlikle ve kesinlikle "sivil toplumun iktidarı" olarak selamlamazdı. Ama bir kez daha İslamcı-Doğucu halk kesimlerinin öfkelerinin mistisize edilerek AKP'ye oy vermelerinin pasif müsebbibi olduğu için sola sitemle uyarıda bulunurdu. AKP'yi, kırılgan burjuva hegemonyaya ulus-ötesi sermayenin de desteğiyle güç veren parti olarak hedef tahtasına koyar ve "sivil toplum"u pek seven AKP'lilere, bu memleketin temel sorununun "sivil toplum" olarak sizin gibi politik elitleri (gerçekte politik toplumun yeniden üretimini) çıkarmasında yattığını söylerdi. Bugünün sivil toplumcuları ile de, "sermaye kesimimiz çağdaş bir sivil toplum oluşturulmasını istemez, onlar için halkın yığınlardan oluşması daha yararlıdır" diye münazara eder; solculara da, sağ ve sol sınıf ilişkileri belirlenimlidir, üniversite köşelerinden ya da gazete sayfalarından yapılan solculuğun ölçüsü bu belirlenimdir diye çıkışırdı.
Bize, yani sosyalist sola gelince. Şimdilik, Küçükömer'i dinlemek, "geleceğe bakmak, ama bugünden bakmak", "yoksul evlerde milyonlarca çocuğun sinirli, hırçın, problemli yetiştiği yurdumuzu görmek" zorundayız. Mesele, Türkiye'nin Batı'laşamayacağını, (kapitalizmle bütünleşse de kapitalizmin merkezi olmadığını) akıldan çıkarmamak ve geleneksel politik toplum ve bütünleştiği sermaye kesimleri karşısında (yani kapitalizmin Türkiye'deki somut biçimi karşısında) işçi sınıfının siyasal bağımsız hareketini bütün bir halk hareketinin merkezine oturtmaktır.
Bana gelince, şimdilik, "Yakup Kadri üstadın Sodom ve Gomore'sini okumaya gidiyorum". Sonra da, bir sivil toplumcuya, AKP'nin sivil toplumunun muhafazakar ortak aklının (müzakereye dayanan kamusal akıl olarak) ortak iyiyi (dolayısıyla yasamayı, kamusal gücün kullanımını) belirlemesi karşısında ne yapmayı düşündüğünü, bunun aslında bir tür çoğunlukçuktan ne farkı olduğunu, müzakere alanının toplantı salonlarına çekilmesinin (başı açık kadınların başörtüsünün toplumun ortak iyisi olduğunu savunmasının) neyi değiştirdiğini soracağım.
Bana müzakere sürecine katılarak demokrasinin sınırlarını genişletme olanaklarından, AKP'nin müzakere yanlısı olması ihtimalinden, cumhuriyetçi ve akılcı tutkularımı terk etmem gerektiğinden falan söz ederse, "ne halin varsa gör" diyeceğim ve belki birileri okur diye sınıflı bir toplumda, hele hele Doğu'da, yurttaşların eşit müzakeresinden ve bundan doğacak ortak iyiden söz eden birinin, İslamcı-Doğucu halk kesimlerini mistisizme mahkum eden bir ahmak olduğunu yazacağım. (MBM/EK)