Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümünden Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yaman'ın Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 29. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
(İbrahim Yaman'ın beyanını sunacağı duruşması bugün görülecekti. Mahkeme, dün -16 Eylül- kendi bünyesindeki akademisyen dosyalarının tamamı hakkında beraat kararı verdi.)
Sayın Mahkeme Heyeti,
11 Ocak 2016 tarihinde ulusal ve uluslararası kamuoyunda “Barış Bildirisi” veya “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalayan 1128 akademisyenden biri olduğum için “sanık” sıfatıyla karşınızdayım.
Öncelikle, söz konusu metin düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır ve suç oluşturmamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 26/7/2019 tarih ve 2018/17635 başvuru numaralı kararı da soruşturma konusu bu bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında sayılması gerektiğini ve bu bildiriye karşı her türlü müdahalenin Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün ihlalini teşkil edeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Ancak, yapılan bu yargılamanın hukuksuzluğuna dair tarihe bir not düşülmesi adına birkaç şey söylemek isterim.
Tarafıma tebliğ edilen iddianameyi dikkatlice okudum ve daha deliller kısmında iddianamenin ne kadar ciddiyetsiz ve hukuki temellerden yoksun bir şekilde hazırlandığını gördüm. Tek bir metin üzerinden imzacı akademisyenlerin ayrı ayrı yargılandığı bu davalar serisinde, iddianamelerin sadece isimleri değiştirilerek kopyala-yapıştır mantığı ile hazırlandığını ve şahsıma isnat edilen suçların mahiyeti görmek ayrıca hukuk adına üzüntü vericidir. İddianamenin hukuki dayanıksızlığına dair savunmamı gerekirse avukatım yapacaktır.
Bu bildiri, 2014 yılında başlayan çözüm sürecinin Haziran 2015 seçimlerinden sonra bir anda bitirilmesiyle beraber Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde özellikle Sur, Silvan, Nusaybin ve Cizre’de hukuksuz bir şekilde sokağa çıkma yasaklarının başlatıldığı ve bu dönemlerde devletin kolluk güçleri tarafından yapılan operasyonlar sırasında sivil halkın en temel insani ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamalarının engellendiğini; yaşam, özgürlük, ve güvenlik haklarının fütursuzca ihlal edildiğini kamuoyuna sunup sivil halkın zarar gördüğü bu çatışma ortamının sona erdirilmesi ve müzakere koşullarına tekrar geri dönülmesini önermektedir.
Moleküler Biyoloji ve Genetik dalında kanser araştırmaları yapan bir akademisyen olarak ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerinde 30 yılı aşkındır binlerce insanımızın hayatına mal olan çatışma ortamını kendi çalışma alanıma atfen az da olsa bir analoji ile nasıl gördüğümü sizlere aktarmak isterim.
Uzun yıllardır süren bu çatışma ortamı Türkiye’nin kanserleşmiş bir sorunu olarak ortada durmaktadır. Yıllardır sürdürülen askeri operasyonlar bir işe yaramadığı gibi bölgede yaşayan sivil halkın zarar gördüğü, milyonlarcasının göç ettiği bir duruma dönüşmüştür.
Sizde takdir edersiniz ki, insanlar öncelikle kanser gelişimine yol açacak sebepleri ortadan kaldırmalı önleyici tedbirleri elden bırakmamalıdır. Örneğin, diyetlerine dikkat edip sigara-alkol gibi kötü alışkanlıkları bırakması ve diğer negatif çevresel etmenleri minimuma indirmeleri gerekiyor. Ancak, kanser bir kere ortaya çıktıktan sonra hastanın tedavi sürecinde hedeflenmiş ilaçlar kullanarak sağlıklı hücrelere zarar vermeden sorunun çözümlenmesi amaçlanmalıdır.
Bizim de bu bildiri ile önerdiğimiz tam da budur. Öncelikle yıllardır uygulanan baskıcı politikalara son verilip sosyal ve ekonomik olarak bölge halkının yaşam kalitesinin normale döndürülmesi gerektiğini vurguluyoruz. Kısa bir süre olsa da çatışmasızlık durumunun ülkemizde nasıl bir iklim yarattığını gördük.
Çatışmasızlık ortamının bitirilmesiyle başlayan; bölge il ve ilçelerinin ablukaya alınarak ağır silahlar eşliğinde uygulanan operasyonların sivil halkın en temel hak olan yaşam hakkının çiğnediğini; barınma, su, gıda ve sağlık hizmetlerine erişimin kısıtlandığını da maalesef ulusal ve uluslararası kurum ve kuruluşlarının raporları sayesinde haberdar olduk.
Bizim önerimiz, bu çatışma ortamının bitirilip tekrar barış müzakerelerine dönülmesiydi. Üzerinde yaşadığım ve vatandaşlık bağı ile bağlı olduğum ülkemde barış koşullarının tesis edilmesini istemek bir suç olamaz.
Ancak, iddianamede tarafıma isnat edilen suçlamaları tamamen iddia makamının bir takım olayları veya süreçleri ardarda sıralayarak, delilden yoksun varsayımlar ve kişisel kanaatler üzerinden yaptığını burada benden önce savunma yapan diğer meslektaşlarım gibi bir kez daha dile getirmek isterim.
İddianamede “Bildiride Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundaki yerleşim alanları için betimlenen tablonun tamamen gerçek dışı olduğu, güvenilir bir temelden yoksun bulunduğu” iddia edilmektedir.
Fakat, gerek Türkiye’deki İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Diyarbakır Temsilciliği, İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUM-DER) Diyarbakır Şubesi, Diyarbakır Barosu ve Diyarbakır Tabip Odası temsilcilerinden oluşan heyetin raporları, gerekse Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nin, Venedik Komisyonu’nun, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin raporları ve diğer gazete ve televizyon gibi iletişim kanallarındaki haberler bu bildiride ortaya koyduğumuz eleştirilerimizi doğrulamaktadır.
Bu dönemde bölgede meydana gelen ve medya kanalıyla kamuoyuna ulaşan, hiçbir vicdanlı aklı başında insanın kabul edemeyeceği birkaç olayı dile getirmek/hatırlatmak isterim. 57 yaşındaki Taybet İnan Silopi'de keskin nişancılar tarafından vurularak öldürülmüş ve cesedi bir hafta sokak ortasında bırakılmıştır.
Cizre’de 13 yaşındaki Cemile Çağırgan çatışmalar sırasında ölmüş, sokağa çıkma yasakları sebebiyle defnedilemediği için annesi tarafından derin dondurucuda günlerce bekletilmiştir.
Bu dönemin mağduriyetlerinden çocuklar da paylarına düşeni almıştır. Pek çok çocuk sokaklarda güvenlik güçlerinin kullandığı zırhlı araçlar tarafından ezilip hayatını yitirmiştir ve sorumlular maalesef cezalandırılmamıştır. Bazı güvenlik güçlerinin bölge insanlarına yönelik haysiyet ve onur kırıcı duvar yazılamalarını ve hakaretlerini saymıyorum bile.
Öte yandan, iddia makamı bu bildiriyi “PKK/KCK Terör Örgütü’ne destek bildirisi” olarak yorumlayıp biz akademisyenleri terör örgütü propagandası yapmakla suçlamıştır. Daha da ilginç olanı, deliller kısmında adını bu iddianame ile duyduğum PKK/KCK Yürütme Konseyi eş başkanı Bese Hozat’ın “27 Aralık 2016 tarihli açıklamasına ilişkin tespit tutanağını” bu bildiri ile ilişkilendirmesidir. Barış bildirisinin Bese Hozat’ın medya üzerinden talimatıyla hazırlandığı ve imzalandığı iddia edilmektedir.
Bir akademisyen olarak, bu iddiayı kendime bir hakaret olarak algılarım. Akademisyen olmak istememdeki en büyük etkenlerden bir tanesi belki de “talimat” ile iş yapan bir kişilik yapısında olmamamdır.
İddianamenin tümünde iddia makamı herhangi bir delil sunmadan suçlamalarda bulunmaktadır. Örneğin, bu bildiride adı bile geçmeyen bir örgüt ile ilgili olarak “PKK/KCK Terör Örgütü’nün alenen propagandası olduğu sabittir” gibi. Ya da, “PKK/KCK silahlı terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmıştır” şeklinde suçlamalarda bulunmuştur.
Ancak, nasıl ve hangi delile dayanarak suçlamanın “sabit” olduğu belirtilmemiştir. Bir insan olarak hiçbir zaman cebir, şiddet veya tehdidi insanlar arası bir iletişim veya tahakküm aracı olarak meşru görmedim ve bu yöntemleri kullanan her kim olursa olsun tasvip etmedim. İddianamede belirtilenin aksine hayatım boyunca hiçbir örgütün veya siyasi partinin hamiliğine de soyunmadım.
Ayrıca iddia makamı, bildirinin imzalamadığım İngilizce tercümesini Türkçe’ye tekrar geri çevirerek delil üretip suçlamada bulunması da hayret vericidir.
Bu bağlamda, normal hukuki zeminde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin bir suç unsuru teşkil etmediğini biliyorum. Bu bildiri, ülkemizde barış içinde yaşama hakkının tesis edilmesi ve barış müzakerelerine dönülmesi için bir çağrıdır. Söz konusu bildiri düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Tarafıma isnat edilen suçlamaları kabul etmiyor beraatımı talep ediyorum. (İY/TP)