Türklerle Rumların buluşması resmi görüşe göre tabudur, yasaklanması gerekir... Dişlerinin kesebildiğini yasaklarlar, Amerikalıların örgütlediği gruplara "yasak" yokken, Kıbrıslı Türk ve Rumların kendi inisiyatifiyle geliştirdiği çabalar sonucu ortaya çıkan gruplara "yasaklar" yıllardır geçerlidir.
Sorgulamalar
Bizler üç ayak ötedeki Ledra Palace'ta buluşamayız, mecburen Pile yollarına düşeriz... Yağmur-çamur, sıcak-soğuk demeden o yolu aşıp tüm istihbarat servislerinin fink attığı Birleşmiş Milletler (BM) denetimindeki Pile köyünde toplanırız...
"Devlet"imiz zaman zaman Pile dönüşümüzde "sınır kapısı"nda Rumlarla buluşanları bir güzel "sorgulayarak", kendini bizlere "hissettirmeyi" seçer... Tüm bunlara katlanırız çünkü yüreğimiz insan yüreğidir ve böylesi muamelelerin olamayacağı bir ülkede yaşama düşümüzü gerçekleştirme arzusu kökleşmiştir o yürekte...
"Sınır"da saatlerce bekletilenler
Türk tarafı, Birleşmiş Milletler Günü'nde, Kıbrıslı Türklerin Yeşil Hat üzerindeki Ledra Palace Oteli'ne geçişini yasaklayabilseydi, yasaklarlardı... Yasak koyamayınca bu kez gençleri, yaşlı amcaları, yaşlı teyzeleri "sınır"da saatlerce ayakta bekleterek hoşnutsuzluğunu göstermeye çalışıyor...
Kargacıkların kahkahası
Olsun ama... Bir pastırma yazının son sıcaklarını yaşıyoruz... Bu sabah ceviz ağacına tünemiş onlarca karganın harika biçimde birbirleriyle konuşmalarını, kahkahalarını, dedikodularını dinleyerek gözlerimi açtım...
Birkaç günden bu yana kargalar çok neşeli: Belki de İspanya'nın ve Avrupa'nın en önde gelen gazetelerinden El Pais'in Yazı İşleri Müdürü Xavier Vidal Folch'un, 13 diğer İspanyol gazeteci ve akademisyenle birlikte, Türk makamlar tarafından "sınır dışı" edilmeleri kargaları bu kadar neşelendirmiştir...
Ya da belki de Meclis'te yerli şahin Tahsin'in bu konudaki abuk savunmasını duymuşlardır... Bütün hayatımızın bir "farce" (komedi) gibi sahneye konduğu bu adanın kuzeyinde kargacıkların kahkahalarıyla uyanıyorum, günlerden Pazar olduğu için bol mantarlı, bol peynirli harika bir omlet hazırlıyorum...
Kızılyürek, Hrisantu
Oğlum, "Anne, evde olup mutfakta bir şeyler hazırladığında çok mutlu olurum" diyor...
"Ah, ben de annecik! Mutfak harikadır!"
Pastırma yazının kavurucu sıcağında oğlumla gidiyoruz Ledra Palace'a, yarım saat sıra bekledikten sonra geçebiliyoruz...
Girişte "Our Wall - Duvarımız" filmini Niyazi Kızılyürek'le birlikte çeken Panikos Hrisantu'yla karşılaşıyoruz, oğlum ona takılıyor, çünkü ortak merakları filmcilik, sinema, çekimler... Bense yıllardır göremediğim arkadaşlarımı aramaya çıkıyorum...
Havada beklenti var...
Bugün Ledra Palace olağanüstü bir gün yaşıyor: 7 bin 500 kişiyi aşkın Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum burada, bu bahçede dolaşıyor... Yabancılar da var: İrlandalılar, Arjantinliler, Avustralyalılar...
Ama gün Kıbrıslıların günü... Geçmiş BM Günleri'ne kıyasla bu kez havada başka bir şeyler var: Atmosfer farklı... Herkesin yüzü gülümsüyor, insanlarda bir coşku var... Beklenti havayı değiştirmiş: Herkes yanına umudunu alıp gelmiş, "Kopenhag zirvesinden önce bir anlaşma olur belki" umudunu... Bu yüzden Ledra Palace'ta solunan hava dostluk havası... O kadar ki istihbarat görevlileri bile kendilerini "havaya kaptırmışlar"...
"De Soto da var mıydı?!..."
Devletin "istihbarat" görevlileri, işlerini yapıp insanları "fiş"leyeceklerine, havadaki beklentiyi ve umudu kokluyorlar, biraz mayışıyorlar... O kadar ki, De Soto'nun orada olup olmadığını fark etmiyorlar, çıkışta bir "istihbaratçı" arkamdan sesleniyor:
"Sevgül hanım, acaba De Soto da var mıydı?"
"Vardı ya... Bir hayli insan onunla fotoğraf çektirdi, çocuklar elini sıkıp barış istediklerini söyledi..."
Kelebekler, çiçekler, kediler
"Vallahi ona benzeyen birilerini gördük ama emin olamadık..."
"Tebdili kıyafet geldiği için tanımamışsınızdır!"
Bandolar çalıyor, isteyen tavla oynuyor, isteyen sohbet ediyor, kimisi yiyecek kuyruğunda, kimisi dondurma alıyor... Her tarafta rengarenk balonlar var...
Arjantin kontenjanından BM Barış Gücü askerleri çocukların yüzlerine kelebekler çiziyor, kediler, çiçekler, genç kızların omuzlarına kırmızı kalpler... İki toplumlu folklor grubu dans ediyor, sahnede hep "action" var...
Ve iki toplumlu barış korosu şarkılarını salıyor havaya...
"Paylaşamayacağımız ne var?"
Bu koroda şarkı söyleyen Costis ve Atalanti'yle buluşuyoruz... Oğlumu görmek istiyorlar... Onu son gördüklerinde, Burak henüz 5-6 yaşlarındaydı, şimdi Burak büyümüş, 13 yaşında kocaman bir delikanlı olmuş, şaşırıyorlar... Atalanti, "Ah!" diyor "Bilseydim, onun sevdiği o harika ayçöreklerinden getirirdim yanımda..."
"Boşver Atalanti" diyorum, "Başka zaman birlikte alırız ayçöreklerini..."
23 yaşındaki kızını kan kanseri elinden aldı Atalanti'nin, bu yüzden ölümleri yakından tanıyor, savaşları da tanımış zaten... Bu yüzden anlıyoruz birbirimizi... "Paylaşamayacağımız ne var?" diye sorar Atalanti, "Bu topraklarda paylaşamayacağımız ne var? Söyleyin!..."
Uzun yıllar iki toplumlu eğitmenler grubunda gönüllü çalıştığımız psikolog Costis, "Hatırlıyor musun?" diyor... "Bir zamanlar ne demiştim? 'Grubumuzu her akşam güneş batarken düşüneceğim' demiştim... Bazen çiçeklerimi sulamaya çıkarım, başımı kaldırırım, bir bakarım ki güneş batıyor, aklıma sizler gelirsiniz..."
"Sınır"ların anlamsızlığı
"Evet Costis, ben de gökyüzünde ilk yıldızlar göründüğünde düşünürüm güneydeki arkadaşlarımı..."
Goya'nın modellerini kıskandıracak güzellikteki Vera ve can yoldaşı Kipros da burada... Vera'yla Prag'ta tanışmıştık, Münevver'le bize pizza pişirmişlerdi, saatlerce konuşmuştuk...
Her ikisi de beş altı dili rahatlıkla konuşuyordu... Vera'nın 10 yaşındaki oğlu Manos, Ledra Palace'ın bahçesinde judo gösterisine katılıyor... Manos'un koşmasını, takla atmasını, her hareketinden sonra bize gizlice bakıp onay arayışını gülerek izliyoruz... Vera'nın kızı da kocaman olmuş: Amanda 8 yaşında ve bale yapıyor, piyano çalıyor... "Evdeki romantik" diyoruz, gülüyoruz...
Gülüşümüze araya konmuş "sınır"ların anlamsızlığı sinmiş... Barikatların, tel örgülerin, check-point'lerin anlamsızlığı...
"I want peace Mr. de Soto"
Tonlarca silah ve binlerce asker altında inleyen bu küçücük adada insan yüreği taşımak zor: Gökyüzünde ilk yıldızlar göründüğünde küçük Manos'un Yeşil Hat üzerinde, Türklerle Rumlardan oluşan bir kalabalığa takla atıp alkış alışını, kocaman kirpikli iri gözleriyle bakışını, çocukların çocuk, insanların insan gibi yaşaması gerektiğini düşüneceğim...
Ama en çok 12 yaşındaki Erdoğan'ı düşüneceğim...
Erdoğan'ın yüzünde çiller var, başında lacivert bir kep... Ufacık tefecik, yanakları tombalacık bir çocuk...
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan'ın Kıbrıs Özel Temsilcisi Alvaro de Soto'nun elini sıkmak için, büyüklerden kendine sıra gelmesini bekliyor...
Sonra öne çıkıp elini uzatıyor, De Soto ona bakıncaya kadar bekliyor...
De Soto'nun elini sıkarken,
"I want peace Mr. De Soto" diyor...
Kıbrıslıların özlemini özetliyor, "Mr. De Soto, I want peace" derken...
Erdoğan'ı dinlerken gözlerim yaşarıyor, annesi "Üzülme" diyor, "Belki çocuklarımız yakında o günleri görecek..."
Evet, belki...(SÜ/NM)