Yanıtı, durakta Fuar Alanı'na gitmek için heyecanla beklediği her halinden belli olan kadınlı erkekli bir gruptan alıyoruz: "Ma şehirde insan kalmış? Herkes sabahtan kalkmış gitmiş işte!"
Sabah saat 10'da belediye otobüsüne doluşuyoruz hemen. Hiçbir otobüs boş gitmiyor. Birkaç koltuk boş kaldığı için başka bir semte uğruyor kaptanımız. Otobüste daha çok gençler var. Yaşlıların ve okulu asan çocukların, kararlaştırılan saate uymayarak çoktan Fuar Alanı'ndaki en "güzel" mekânları kaptıklarını, on kilometrelik yolu katettikten sonra öğreneceğiz.
Yurd-Sev imzalı, Türkiye bayraklı billboardlar
Yolda gözümüze Yurd-Sev imzalı, Türkiye bayraklı billboardlar takılıyor. Zira, hemen bitişikteki panolarda Kürtçe "Newroz Pîroz Be!" (Newroz kutlu olsun) billboardlar bulunuyor. Beş panodan biri Yurd-Sev'in şehitler için astığı billboarda ayrılmış anlaşılan.
Gençler, otobüste "teslimiyete hayır, direnişe davet var" sözlerini mırıldanıp, alanda ne yapacaklarını konuşuyor. Hemen arkamızda oturan iki genç, gözaltına alınma ihtimalini tartışıyor. Biri öbürüne, "eğer bizi birlikte alırlarsa, seni tanımıyorum ha" diyor. Beriki "ben de seni tanımiyem" diyor. Fuar Alanı'daa, "birbirini tanımayan" yüzbinlerce insanın akın ettiğini henüz bilmiyoruz.
Arama noktaları kurulmadı
Alandan bir kilometre uzakta, hızla şehre dönmek için indiriyor bizi otobüsün kaptanı. O esnada savaş uçakları geçmeye başlıyor. Dün yazdığımız haber geliyor aklımıza: "Hürmüz gelecek mi, Ehrimen gidecek mi?"
Ancak Diyarbakırlılar savaş uçaklarına kayıtsız görünüyor henüz. Herkes, bir an önce polis kontrol noktalarından geçip alana varma telaşında. Kimse, polisin belki de dünden kurduğu barikatları terk ettiğini, arama noktalarını kurmadığını, alana varmadan öğrenemiyor.
Arama noktalarının olmaması, polisle halk arasında olası bir gerginliği önlemek için iyi, ne var ki güvenlik, kışkırtma ihtimali ve hatta olası saldırılar akla geldiğinde fazlasıyla kritik bir ihmaldi.
Fuar Alanı'nı görünce, değil muhabir, robot dahi olsanız tüyleriniz diken diken oluyor. Kamyonlara, üçtekerlikli motosikletlere, traktörlere, otobüslere doluşarak gelen sayısız insan karşısında kimin gözleri fal taşı gibi açılmaz ki!
İstisnasız herkesin yüzünde bir heyecan ve güleç ifade var. Çocuklar ağlamıyor, yaşlılar yere çökmüyor, kadınlar ürkmüyor.
Savaş uçaklarının "rutin uçuşları"
Ancak gökyüzündeki inat sürüyor: savaş uçakları defalarca "rutin uçuşlarını" yapıyor. Tıpkı Yüksekova'da güvenlik güçleri tarafından öldürülen iki gencin cenaze töreninde olduğu gibi, anlaşılan Diyarbakır'da da tesadüfen F-16'ların rutin tatbikatı yapılıyor. Hem de barış için bir araya gelen yüzbinlerce yurttaşın hemen tepesindeki alanda!
"Rutin"e karşı çoğunluğun yüzünde acı bir tebessüm. Zaman zaman "ma ayıp değildir?" diye soruyor, yakamızdaki karttan gazeteci olduğumuzu anlayan katılımcılar. Ayıptır diyoruz. Hakikaten çok ayıp. Yüzbinler, o kadar içten "Aşitî Pîroz Be!" (Barış kutlu olsun) diye bağırıyor ki...
Giderek uçak sesleri, sloganların, şarkıların, davul-zurnaların sesine karışıyor. İlerleyen saatlerde de hepten sesleri yitiyor, bir tek o korku uyandıran görünüşleri ve dikkat çekmek için olsa gerek koca spot ışıkları göze çarpıyor.
"Diyarbakır'ı topluca göreyim, hemen ineceğim"
Fuar Alanı'na, akşama dek Diyarbakırlı akını sürüyor. Sayı arttıkça, adım atacak yer bulmak güçleşiyor. Bayılanların haddi hesabı yok. Nihayet, arkadaşımızı ayırıyor bizden, olağanüstü kalabalık. Herkes herkesi kaybediyor.
Gazetecilerin çekim yaptığı platforma güçlükle ulaştığımızda, şarkıcı İlkay Akkaya sahneyi alıyor. "Amed" şarkısını söylediğinde, gözyaşını tutamıyor genç kızlar. Platforma bir genç tırmanıyor.
Görevliler müsaade etmeyince: "Yalvarıyorum, sadece Diyarbakır'ı topluca göreyim, hemen ineceğim" diyor. İkna oluyor görevliler. "Diyarbakır'ı" topluca görünce, çorabının içinden çıkarıp yakıyor sigarasını. İki nefes aldıktan sonra kendiliğinden atlayıp halayların çekildiği gruba uzanıyor.
İlkay Akkaya, Ciwan Haco'nun "Brîndarkirim Xeribiyê" (Gurbette yaraladılar beni) şarkısını seslendirirken, "Min bese ji vê êzatîyê" (yeter bu kadar eziyet) sözünü, "Min bese ji vê siyasetê" (yeter bu siyaset) diye okuduğunda, kitlede artık bir milyona yakın el birbirine çarpıyordu.
"Kimliğim ve Kültürüm İçin Anayasal Güvence", "Toplumsal Barış İçin Genel Af", "Barış İçin Hâlâ Bir Şans Var" yazılı pankartların ve sonradan Abdullah Öcalan'ın fotoğraflarının asıldığı binanın hemen karşısında, beş yüz metre ötedeki binanın tepesinde dürbünleri ve kameralarıyla askerler bulunuyor. Onun haricinde ne polis ne de asker çarpıyor göze. Aşağıda Diyarbakır, yukarıda F-16'lar var tabii.
"Türk kadınları ve Kürt kadınları bu sorunu halledebilir"
Telefonla arkadaşlarımıza üç yüz bin insanın katıldığını söylediğimizi duyan Diyarbakırlı Aysel Kılıç, tepkisini hemen gösteriyor: "Bak sen, daha gazeteye yazmadan, buradan yalan söylüyorsun. Ma Diyarbakır halkı toplam üç yüz bindir? Ma kendi gözlerinle görmüyorsun, yukarıda Allah var!"
Kılıç'a tahminini soruyoruz: "Bir milyondur kitle, ne eksik ne de fazla. Daha da fazla olacaktı ama devlet yasaklamış. Memurlar ve öğrencilere demiş ki, kim giderse, onu kovarım" diyor ve başlıyor dert yanmaya; "Benim de bir kardeşim gerilladır. Halen dağdadır. Biz yedi kişiyiz, biri gitti. Asker annelerine soruyorum, onlarınki sadece bir tanedir. Nasıl oluyor da kıyıyorlar çocuklarına. Bırakmasınlar çocukları savaş yapsın..."
Aysel Kılıç, uzun uzadıya konuşuyor. Konuşmak istiyor. Ama hep kardeşlik diyor, arkadaşlık diyor, Türk kadınları ve Kürt kadınları bu sorunu halledebilir, diyor. Tıpkı yirmili yaşlardaki Ramazan Ekin gibi, o da "Kürtlere bir bakın, bu insanlar barış için mi gelmiş, savaş için mi?" diye soruyor, kitleyi işaret ederek.
Bizi lafa tutan, bir daha da bırakmak istemiyor. Ramazan Ekin'e de yaklaşık yarım saat kulak kesiliyoruz. Hakkari'deki olayların aydınlatılmasını, barışın sağlanmasını, gerillanın evine dönmesini istiyor. Ramazan Ekin'in barış talepleri, savaş uçaklarının sesine karışıyor. Gırtlağını yırtarcasına bağırıyor, uçakları işaret ederek: "Görüyorsun değil mi? Biz ne diyoruz, onlar ne yapıyor!"
"Öcalan siyasi irademdir" kampanyasında iki milyon imza
Bu esnada Abdullah Öcalan'ın savunmasını üstlenen Asrın Hukuk Bürosu imzasıyla bir konuşma yapılıyor, platformdan. Bir tek uçak sesleri var. Beşyüz bin insandan çıt çıkmıyor. Herkes pürdikkat, Öcalan yapmışçasına dinlenen açıklamada, barış için iki şart koşuluyor: Genel bir af ve kültürel hakların anayasal güvence altına alınması...
Ardından "Öcalan siyasi irademdir" kampanyasında, iki milyon imza toplandığı açıklanıyor. Kitle, "Bijî Serok Apo" dışında slogan atmıyor, gün boyunca. Ve belki de ilk kez şöyle bir söz sarfediliyor: "Öcalan realitesinin tanınması..." Evet, Kürt realitesini tanıyan hükümetten, böyle bir talepte bulunuluyordu anlaşılan. Sözlerin sahibi, adı geçen kampanyanın sözcüsü.
Türk ve Baydemir: Barış için operasyonlar durmalı
Katılımcıların isimleri anons edilirken en büyük alkışı alan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ve DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk de barış için operasyonların durması gerektiğini söylüyor.
Konuşmaların ardından Koma Çar Newa sahne alıyor. Yer yerinden oynuyor adeta. Alandaki insanların sayısını tahmin etmek bile imkansız oluyor. Hemen yanımızdaki DTP üyesinin, aldığı simidin susamlarını kazırken görüyoruz.
Biz sormadan o veriyor yanıtı: "Yıllarca hapis yattım, susam bile sindiremiyor midem. İşte biz bunun için barış istiyoruz. İyinin yolu barıştır. Biz bunu gördük. İnşallah şu yukarıdakiler de (F-16'ları kastediyor) görür bunu."
Barış sloganları atarak evlerine döndüler
Diyarbakırlılar terlerini iyice döktükten sonra, bu sefer gün boyunca biriken bulutlar ıslatıyor yerleri. Newroz olaysız bitiyor. Beşyüz bini aşkın insan, tren ve kara yoluna vuruyor kendini.
Frank Darabont'un yönetmenliğini yaptığı ve Tim Robbins'in Andy Dufresne adıyla başrolünü oynadığı Esaretin Bedeli adlı filmin en çarpıcı sahnesini getiriyordu akla; Diyarbakırlıların Newroz kutlamasından sonraki yürüyüşü.
Olayın kahramanı olan mahkûm Andy, aylar boyunca kazdığı tünelden gök gürültülü bir akşamda kaçıyor ve özgürlüğüne kavuştuğunda gök gürültüsü yerini şiddetli bir yağmura bırakıyordu.
Andy bu esnada gökyüzüne dönüp beyaz gömleğini yırtarak yağmurun, yani özgürlüğün serinliğinin tadını çıkarıyordu. Diyarbakırlılar, bugün insana "Esaretin Bedeli"ni anımsatıyordu işte. Farkındayız, Newroz'un final sahnesi, sabahtan itibaren tutmaya başladığımız bütün notların "haber değerini" azaltıyor mu acaba?
Tıpkı filmin kahramanı Andy gibi, yüzünü yukarı dönüyor Diyarbakırlılar. Yağmurun serinliğini yüzünde, teninde hissetmek için. Ve hep beraber barış sloganları atarak evlerine dönüyor. Tam tamına on kilometrelik insan zinciri halinde... Geride savaş uçakları ve "yasadışı sloganlar atan" yüzbinlerce Diyarbakırlıyı mimlemek için gün boyunca çekim yapan güvenlik güçleri kalıyor.
Hürmüz geliyor, ancak Ehrimen'in henüz gitmeye niyeti yok gibi görünüyor. Ee, ne demişler, Mart kapıdan baktırır... (İA/KÖ)